
Friday, October 26, 2007

Wednesday, September 26, 2007
187. Sayfa
"İçer, içer kahraolasıca" dedi.
hehehe çok kısa oldu biliyorum ama ilk cümle buydu, sahtekarlık yapamam.
Saturday, September 22, 2007
Monday, September 10, 2007
4 günde 6 maç yaptık, hepsini de kazandık. Kolay geçmesi beklenen maçlar zor, zor olması beklenenler kolay geçti. Su çok ama çok soğuktu, hakemler hastalandığı için son gün maç yönetecek insan bulamadı federasyon. Aslında takımda 17 kişiyiz, ancak artık aramızda sadece öğenci olan kalmadı. Kimimiz çalışıyor kimimiz okuyor ama okuyanlar da aynı zamanda çalıştıkları için çok zor oldu turnuvaya gidecek yeter sayısına ulaşmak. Mesela final maçı niteliğindeki Telekom maçına katılabilmek için Hüseyin (solda kızarkadaşı Şahikaya sarılan) cuma akşamı otobüsle balıkesire gelip cumartesi akşamı otobüsle geri ankaraya döndü. Levent abi (kel olan) tatilini yarıda kesip cumartesi sabah geldi (eminin eşi onu öldürecek). Kendimi hiç anlatmyorum, kat ettiğim mesefeyi duysanız "bu herif kafayı yemiş artık okumayalım" dersiniz. Bu arada ben sağ alt köşede futbolcular gibi çömelmiş poz vermekteyim.
İlk gece polisevinde yer bulduk. Fiyatları da uygun görünce daha ilk günden bi moral yemeği düzenleyelim dedik, eee yemek de rakısız olmaz tabiii. Çok içmedik ama (yerseniz)
Maç aralarında da Balıkesiri gezdik. Balıkesir küçük fakat düzenli, yeşil, modern ve şirin bir şehir. 6 Eylül Balıkesirin kurtuluş törenlerini izledik. Gösteri yürüyüşünde iş makinaları çöp arabaları falan geçti gül gül öldük. Höşmelim yedik bol bol. ODTU de makina doktorası yapan arkadaşımız Koray boş mideye 1 kilo tatlıyı tek başına midye indirince turnuvanın en önemli maçından önce ishal oldu. Demek ki neymiş 1 kilo höşmelim yenmezmiş bir oturuşta...Efendim sonra bu 4 gün içerisinde öğrendiğimiz bir başka önemli bilgi de cliolar 7 tane azmanı aynı anda taşıyabiliyormu. Koskoca takımda 2 tane araba olduğu için 7 şer kişi bindik arabalara, maçlarda olması beklenen vucut deformasyonları arabada oluştu. Son gün yarışmaya katılan 200 civarı sporcunun 10 tanesinden kura ile doping kontrolu yapıldı. Şansa bak bu 10 kişiden biri de bendim. Verdiler elime bir kap "hadi bunu doldur bakalım". Diğer Ankara takımı Kurt Y.İ. den İnanç, gözümüzün önünde 1 şişe su 1 kutu ice tea ve 2 kutu bira içmesine rağmen tam 2 saat bekledi doldurabilecek kıvama gelmek için. Demek ki neymiş biri omuzunuzun üstünden işeyip işemediğiniz görmek için baktığında, o iş çok zor oluyormuş
Kupamızı alır almaz hep beraber havuza atladık eşofmanlarla, yüzdük güldük boğuştuk. Ve döndük yine kürkçü dükkanımıza....
Kupa resimleri elimde olmadığı için koyamadım belki sonra koyarım bir ara...
Wednesday, September 05, 2007
Ama Balıkesiri kaçıramazdım. Geçen cuma izin almak için aradım bizim patronu, "efendim kem küm, haftaya kem küm, bi sualtı hokeyi turnuvası var da, kem kümmmmm, işte efendim mümkünse 2008 iznime mahsuben bir 2 gün izin istiycektim". Tepki beklediğimden olumlu oldu. "Suyun üstünü bitirdiniz de altına mı geldi şimdi sıra. Uygundur, bence sorun yok". Derin bir ohhh çeken ben hemen giriştim ulaşım imkanlarını sorgulamaya. Bu süreç ayrı bir post konusu olur o yüzden fazla ayrıntıya girmiyorum.
Bekle bizi Balıkesir
Friday, August 31, 2007
cuma günleri valiz hazırlamak gibi
cuma günleri seninle ilkbahar gibi
ellerini alıp dokunmamak gibi
gözlerini görüp de bakmamak gibi
hiçbir cumartesi günüm bi türlü yetmedi
asla cumartesi gece sabahla bitmedi
ben seninim, gece benim sabah benim
sen beni hiç düsünme, ben hep böyleyim
haftanın sonu bi nakarat gibi
haftanın sonu, hep aynı sözleri
pazar günleri pazartesi alır beni
pazar günleri elimdeki balık gibi
gözlerini görürken aglamak gibi
kiymetini giderken anlamak gibi
haftanın sonu bi nakarat gibi
haftanın sonu, hep aynı sözleri
haftanın sonu bi nakarat gibi
haftanın sonu , hep ayni günleri
Uzun zamandır "hah işte bu şarkı benim şarkım" dediğim bir şarkı çıkmamıştı karşıma
Tuesday, August 28, 2007
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uzak mı uzak bir diyarda güzel mi güzel bir kız yaşarmış....
Evet efendim yedik “masal” gibi iznimizi bir çırpıda, oturduk yeniden klavyemizin başına. Bazen kafamda çakan küçük şimşekler çok eski kıyada köşede kalmış anıları canlandırıyor nedense ve nasıl oluyorsa? Mesela 3-5 yaşındayken oynadığım oyuncaklarım geliyor gözümün önüne, ya da izlediğim çizgi filmlerdeki kahramanlar canlanıyor bir anda (aman tanrım yoksa deliriyor muyum :) Neyse ne, kim bilir. Bugün de bilgisayarı açınca teyzemin (ki annemin teyzesi olur aslında kendisi, ancak annemin anneannesi, yani anneannemin annesi erken yaşta öldüğü için en küçük kızını ablasına emanet etmiş. Yaşı da çok fazla olmadığı için oldukça geniş bir kuzen grubu teyze der kendisine) biz küçükken anlattığı masallar geldi aklıma. Şimdi düşünüyorum kesinlikle TRT de masal falan anlatıyordu gizli gizli. Aman tanrım bu nasıl bir kabiliyet, ailenin çocukları etrafına toplanır saatlerce dinlerdik anlattığı masalları çıt çıkarmadan ve büyüsü bozulmasın diye anlamadığımız yerleri sormaya bile korkarak. Öyle kırmızı başlıklı kız, külkedisi masalları da değildi anlattığı. Cinler, periler, arap bacılar, prensler, prensesler, atlar, develer, zümrüdü anka kuşları, cüceler vesaire.... Anlatır anlatır, aralarda da eklemeler yapardı “atlarına bindikleri gibi koyuldular yola, atlarının başına nereye vurursa”. Neyse efendim konu çok dağıldı, neden bahsedecektim ben. Hah, tıp dünyasının üzerinde ciddi araştırma yapması gereken yeni bir hastalık
İDAOİEAYTS = İzin dönüşü adapte olamama, istifa etme arzusuyla yanıp tutuşma sendromu.
Şaka bir yana insan her şeye alıştığı gibi bu sendroma da alışıyor sanırım zamanla. Hatırlıyorum da 2005 yazındaki ilk iznimin dönüşü babamı arayıp “ xxxx böyle işi, ben dönüyorum” dedikten sonra direkten dönmüştü bu ceket alıp çıkma fantezisi. “Hay gayret diyerekten” sıktık dişimizi. Bulunduğum yeri Zile olması da etkiliydi sanırım bu buhranda.
Pazartesi sabahı işe dönmek için yola çıkmak üzere hazırlanırken müzik kanallarından birinde şu klibe denk geldim. Yahu böyle mi güzel gelir bir adama bu video, inanın yarısını denedim o hareketlerin. Hoppidi hoppidi zıpladım evin içinde. Gözlerimi kapayıp kendimi o klipte hayal edince kuş gibi hafif hissettim kendimi. Mutlu oldum neden bilmiyorum. O kadar özgür göründüler ki gözüme.
Sonra bavulumu hazırladım, arabaya yükledim. Takım elbiseler, ıvır zıvır, bilgisayar. Her şey tamam.
Tüh az kalsın unutuyordum bakın: Hayal gücümü de almışım yanıma. Yol yakınken dönüp bıraktım hemen. Hiç iyi gelmez şimdi İDAOİEAYT Sendromuna yakalanmış birine...
Wednesday, August 15, 2007
Sonunda aylardır hayalini kurduğum izne çıkabildim. Maalesef cok ani bir sekilde çıkmam gerektiği için haber de veremedim kimseye :) :)
Tatilde internette geçirdiğim zamanı minize etmeye çalışıcam. Malum ekrana bakmadan klavyeye dokunmadan geçirilebilecek koca bir 10 gün duruyor önümde
Umarım bol resim ve bol bol dinlenmiş bir şekilde dönücem.
Tatile çıkamayackların anlayışına sığınıyorum bu tatil ilanı için bu arada :)
Görüşmek üzere
en yakın zamanda.....
Friday, August 10, 2007
Tuesday, August 07, 2007
Not: sayfada yine bazı problemler başladı. Formatı değiştiremiyorum ve yorumları yayınlayamıyorum. Zaten son yazıya da çok yorum gelmemişti :) :) Herkese sevgiler
Monday, August 06, 2007
Enteresan varlık şu insanoğlu, kime sorsanız monotonluktan, tekdüzelikten şikayet eder. Ama yaratılışı gereği oldukça da statükocudur. Kendin etrafında, olabildiğince stres faktörünü dışarıda bırakan ve aynı şekilde kendini olabildiğince huzurlu ve mutlu hissettiren şeyleri içine alan bir daire çizer. Zaman bu daireyi yaratıcısına hissetirmeden önce bir duvara sonra bir kale burcuna çevirir. İşte insanlar statükonun kucağında olduğu halde lafa gelince ondan hoşlanmaz, hayatlarının monoton ve sıkıcı olduğundan dem vururlar dost meclislerinde. Monotonluğu kırmak için çeşitli atraksiyonlar bulur kendine, haftasonu kaçamakları, dans kursları, hobiler ekstrem sporlar vesaire. Ama tüm bu monotonluğu kırma çabalarının temelinde yine o kendi çizdiği kale durur hep. İnsan o kaleyi asla tam olarak terk edemez, etmek de istemez zaten. İşte günün birinde biri gelir de insanın çevresindeki o kale duvarlarını indirirse aşağıya, insan önce panik olur. Hem de hiç olmadığını hissettiği kadar PANİK. Kale yıkılmıştır bir kere, içerdekiler dışarı dışarıdakiler içeri girmiştir. Baştan yapılsa bile kale duvarı asla eskisi gibi olmaz. Elden bir şey gelmez, sıfırdan bir daire çizerek başlar tekrar insan hayatına, ne olacağını kestirememenin verdiği huzursuzlukla. Kiminin görüşünü engelleyen kale duvarları yıkıldığı için ufku genişler, kimi kendi paniğinde eskisinden de kötü bir daire çizer etrafına. Kale duvarları miskinleştirir insanı, kale duvarı olmayanlarınsa sınırı yoktur ufkunun. Sahip olduğu şeyler sadece kale duvarının içindekilerden ibaret olan üzülür o sahip olduklarını kaybedince, herkesten de çok hem de. Oysa kale duvarı olmayan adam alışmıştır kaybedip bulmaya, çünkü aslında asla gerçekten sahip olamaz hiç bir şeye, her şeyi alır eline ama hiçbiri onun olmaz. Kale içi de rahat ve sıcaktır mesela. İçeridekiler garanti sizindir, “aman canım dışarıdakiler de kötü zaten değil mi?”
Neyse efendim bunlar benim naçizane görüşlerim tabi ki.... Bu sosyo-psikolojik görüşlerimden sonra konunun benimle alakasına gelelim değil mi ey sabırlı okuyucu?
Her insan gibi ben de zaman zaman düşünürüm kendim hakkımda. Sanırım benim genlerimde herkesten daha fazla var bu kale arkası sığınıcılığı. Ama gelin görün ki talih bana öyle bir iş verdi ki; liseden sonra etrafımda örmeye başladığım, ancak yıkıldığında varlığından haberdar olduğum kalın duvarı yıktı büyük bir hızla. Ben yaptım o yıktı, ben yaptım o yıktı. Yavaş yavaş duvarsızlığa, bilmiyorum bekli de her seferinde yeni bir duvar örmeye alıştım. Sanırım hala duvarsız yaşayamıyorum ama en azından duvar kalınlaşmadan yıkılıyor tekrar tekrar. En basitinden seninin yarısı Tayfun Talipoğlu’nu kıskandıracak derecede dolaşıyorum. Bir de benim kameramanım asistanım falan da yok üstüne üstlük. Otel denince tüylerim diken diken oluyor artık. O çok sevdiğim araba kullanma seansları bile çekilmez bir hal aldı nerdeyse. Neyse efendim, ben de bu döngüyü kanıksayıp her gittiğim yerde yeni bir duvar örüyorum kendime.
Gelelim şimdiki duvarıma: Nazilliye 15 km mesafede Sultanhisar’da kalıyorum. Harika bir otel var burada millet tatile falan geliyor: Nysa Hotel. Sultanhisar 5.000 nüfuslu küçük ama oldukça şirin bir ilçe, insanlar civar ilçelere göre daha muhafazakar nedense, belki ilçenin küçüklüğünden. Otel ilçenin yaslandığı dağın eteğinde, hava en az Adana kadar sıcakken dahi püfür püfür esiyor bu dağ eteği. Sabah kalkıyorum, ova manzarasıyla kahvaltımı ediyorum. Tercihim fazla Amerikanvari belki ama mısır gevreği, o gün keyfim yerindeyse bir tane de tahinli çörek yiyorum. Arabama atlıyorum, çıkıyorum yola, radyoda 96.7 de nasıl çektiğini hala anlayamadığım pop müzik çalan Yunan radyosu, Atça ilçesi geliyor karşıma yol üzerinde. Girişinde aynen şöyle yazıyor: “The capital of France is Paris, Turkey’s Paris is Atça” gülüyorum. Ama abartıldığı için değil yaratıcılık için. Çünkü gerçekten güzel yer Atça. Çalıştığım yere varıyorum. Bilgisayarımı açıp çalışıyorum gün içerisinde, ya da çalışmaya çalışıyorum. Öğlen yemek yeniyor müdür beyle ilçenin güzel lokantalarında. Yemekten sonra az şekerli bir türk kahvesinin de tutamaz yerini hiçbir şey. Akşam üstü, dondurma ya da incir, büyük ihtimal çay ile bisküvi. Normalde ilk birkaç hafta yani hastalık derecesinde çalışmaz iken (kesinlikle şimdi değil) Saat 7 den sonra çıkıyorum. Batıya doğru gidiyorum, yine güneş gözümün içine giriyor. Otele varıyorum. Otelin, küçük ama kesinlikle yüzmeye elverişli bir havuzu var, inanılmaz bir manzarası var hem de havuzun. Tüm ova ayaklar altında. Başlıyorum yüzmeye. Eminim “kim bu hasta ruhlu herif” diyorlardır benim için, dolap beygiri gibi yüzüyor bir aşağı bir yukarı. Ama hiçbirinin henüz Perihan Maden’in “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne” isimli kitabını okumadığından emin, Jandarma henüz çalmadı kapımı çok şükür. Hatta bugün havuzu temizleyen çalışanlardan biri İtalyanca bir şeyler konuşmaya çalıştı benimle, yüzüne HÖNK atışı bırakınca da “yaaa siz Türk müsünüz” dedi bana, sanki Türkler yüzemezmiş gibi. Hareket kesinlikle hayat tarzı benim için. Sporsuz bir yaşam düşünemiyorum. Brrrrr kabus gibi. Neyse efendim havanın kararmasıyla çıkıyorum havuzdan. Sonra yine o günkü haleti ruhiyeme göre Aydına veya Nazilliye gidiyorum yemek yemeye, Aydında Mc Donalds var, bazen orda yiyorum bazen de gözüm nereyi keserse, Nazillide Marla Lezzet evi (Fırın Sütlacı mükemmel) ya da Dilek Lokantası, kebap tercih edilecekse ki genellikle bu olmuyor. Sonra akşamların değişmezi, müziğimi kulağıma takıp başlıyorum yürümeye, yürüyorum yürüyorum yürüyorum. Taa ki “çüş saat kaç oldu” diyene kadar. Atlıyorum tekrar arabaya, yolda mutlaka Jandarmanın asayiş kontrolu geçiliyor. En az 10 kere geçtim bu kontolden nerdeyse isimlerini öğrenicem adamların ama onlar hala ilk günkü “hah bu sefer kesin terörist yakaladım” edasıyla arıyorlar beni. “Tüh yine çıkmadı ekmek”. Neyse efendim, otele vardığımda saat erkense kitap okuyorum. Değilse biraz Tv’ye bakıp uyuyorum hemen.
İşte benim son duvarım. Yakında yıkılacağı için hiçbir rahatsızlık duymadım sizinle paylaşmaktan :)
Thursday, July 26, 2007
Detaylardan çekilme tarihine ulaşamasaydım kesinlikle tahmin bile edemezdim nerede ve ne zaman olduğunu: 20.10.2006 Bursa'dan Ankara'ya giderken
Yeri ayrıdır bende Bursa'nın, başka bir severim, ayrı bir huzurlu olurum sokaklarında.
Sevdiğimi fark ettiğinden olacak böyle veda etti şehir bana...
Monday, July 23, 2007

Neyzen Tevfik
Thursday, July 19, 2007
Aradım öncesinde, dedim “geliyorum ama benden olacak yemek, yoksa gelmem haberin olsun”. Güldü önce, yok yok önce inceden azarladı, bu kadar zamandır neden aramadığımı sordu, sonra hiç uzatmadan “tamam” dedi, “gel bakalım, ısmarlarsın”. Güneş batıdaydı ben çıktığımda, güney batıda mersine doğru yani, gözümün içine içine girdi yol boyu. Çok çabuk aldım adana-mersin arasını çok şaşırtıcı bir şekilde. Geldim balkonda bekliyor beni, aynı hiç değişmemiş, saçlarındaki kahverengi teller hala daha fazla beyazlardan ve hala elinde puro ve hala dimdik ayakta... Otur bakalım dedi. Başıma gelecekleri biliyorum: Elinde bir kase ile geldi, ağzına kadar dondurma koymuş, üstüne de şu nestlenin çikolatalı top top mısır gevreklerinden. “Ya dede yemeğe gideceğiz bu nerden çıktı” demek de fayda etmeyecek bilirim. Neyse yedik aslında akşam yemeğinin yerini haydi haydi alabilecek dondurmalı mısır gevreğimizi J
Giyinmeye gitti: Her zamanki gibi ütülü kısa kollu gömleği, jilet gibi pantolonu. Ayakkabılarını gösterdi: “Bak bunları kaça aldım biliyor musun kaçak bunlar normalde 400 lira ama dedende o göz var mı???”. Tekrar bir fasıl üzerinde Arapça yazılı çikolatalardan yedirdi giderayak. Çıkmadan teyit ettim: “Hesap benden bak sonradan su koyuvereceksen hiç çıkmayalım ben doydum sayılır zaten”. Hiç bozmadı istifini, aslında kıllanmalıydım: “Tamam tamam dur bakalım”
Yürümeye başladık, başladı anlatmaya “burada taze balık zor bulunur bu büyük balıkçıların hepsi dipfirizli balık yapar, ben seni en kral balıkçıya götüreceğim. Biliyorum ritüeli, önce arabasını inildi bagaj açıldı: Gördüklerim şaşırtmadı beni (sizi çok şaşırtabilir o yüzden ayrıntıya girmeyeceğim), 1 kasa üzeri Arapça etiket basılmış rakı (evet duyduklarınız doğru). Geçen seneden tecrübeliyim sormuyorum bile nerden çıktı diye bunlar, cevabı hazır çünkü: “Lübnan rakısı bunlar, hem içimi kolay hem ucuz”. “Dur öyle çıkarma rezil olmayalım mahalleye, al şuna sar”. Koltuğumuzun altında rakı, başlıyoruz yürümeye mersinin yakıcı sıcağında, ama o kendinden emin “buralar en serin yerleridir mersinin, bak püfür püfür esiyor”. Estiği doğru, ama resmen ateş esiyor.
Oturuyoruz balıkçımıza, düşük sınıf bir meyhane. Hala eski Kemal ağa, her gittiğimde o eski azametinden bir şeyler kaybettiği korkusunu taşırım içimde. Yersizmiş meğer, balıkçılar gözünün içine balkıyorlar ağzından çıkan iki edilmiyor. Rakıyı koyuyor masaya “biz bunu içeceğiz diyor”, balıklar isteniyor seçilmek için, vakit kaybetmeden patates cipsi istiyor (patates kızartması). Balıklar geliyor, “oğluma bir çupra, bana da sardalye”. Biliyorum yine bana kalacak o balıklar biliyorum ama ses etmiyorum. Severim zaten sardalyeyi.
Rakıya bakıyorum, bir büyük, artık kör mü eder avare mi eder belli değil. Döküyorum bardaklara, “hoş geldin” diyor, başlıyoruz.....
Mezeler geliyor, patates cipsi geliyor, balıklar geliyor, şişedeki rakı eriyor. Bir ara çakmak satıcısı geliyor masamıza: “Kemal ağa çakmak buyur”, çıkarıyor cebindeki çakmağı veriyor. “Al bunu da satarsın”. Adam şaşkın teşekkür ediyor. Bana dönüp, “sigarayı bıraktığında bir paket havana purosu vermişti kemal ağa” diye ekliyor (Sonrada başlamak üzere her zamanki gibi)
Bir ara da milli piyangocu misafir oluyor masamıza, bilirim çok sever bilet almayı. Eskiden yılbaşı oldu mu elinde bir deste biletle gelirdi eve. İki tane alacaktım aslında ama artık bozuk çıkmadığında mı yoksa Allahın hakkı üçtür denildiğinde mi 3 tane alıyorum. İkisi ona, biri bana. Parasını vermeme de ses etmiyor, hayret. Demek ki yemeğe de karışmayacak.
Uzun uzun muhabbet ediyoruz yemek boyu, sanki senelerdir birbirimizi görmemiş gibi değil de daha dün öğlen yemeğinde beraber olan iki kişi gibi. Çok mevzu var konuşacak, içtikçe açılıyoruz. Döktürüyor dedem vecizelerini, bir ara “mazinin ayakları yoktur oğlum, hep ileri bakacaksın” diyor bana. Çok iyi biliyorum ne demek istediğini. Sonra da dönüp dolaşıp kadınlara geliyor laf, kaçınılmaz bir şekilde. Kadınlar hakkında söyledikleri güldürüyor beni, aslında daha fazla düşündürüyor. Eski çapkınlardan sonuçta, içimden “bravo son derece yerinde bir tespit” ile “yapma yaww gerçekten öyle mi yok yok öyle değildir” arasında birçok yorum geçiyor.
Çok keyifli onunla olmak, çok eğlenceli adamdır zaten oldum olası. Bir büyük devrilmiş, her şeye yaptığı gibi rakı şişesine de meydan okudu, “Ben senden büyüğüm, bak sen bittim ben hala ayaktayım” der gibi. Ben istihkakı doldurdum, o gözümün içine bakıyor, sanki kesmedi dersem anından çağıracak garsonu masaya. Yok ama gerçekten kesti. Hele de bu sıcakta
Çaktırmadan hesabı istiyorum. Adam kafasıyla oluru verip gidiyor. Tamam galiba ailede bir ilki başaracağım. Garson geliyor ben orda yokmuşum, Kemal Ağa yalnız yemiş içmiş gibi eline veriyor hesabı. Sonrasında hesabı ödemek için çektiğim binbir türlü şaklabanlığı anlatmama gerek bile yok, nafile. “Benim masamda kim hesap vermiş bu güne kadar, daha ölmedik oğlum”
Evde klimalara yüklenip vuruyoruz kafaları yastığa: harika bir uyku. Sabah kalktığımda mutfakta karpuz keserken buluyorum onu. Hemen tutuşturuyor elime: “Dün fazla kaçırmışız, ye şu karpuzu, içini temizler”
Aslında daha anlatacak çok şey var o iki gün için ama, bunları yazmış olmam bile yeter bana.