Thursday, July 19, 2007

Kemal Ağa

Kemal Ağa: Çok yol yaptım adana mersin arasında zamanında, dedem (annemin babası) mersinde yaşar ben kendimi bildim bileli: sadece çok çok küçükken derinlerde kalan küçük anılar var benim kendi kendime mi hatırladığım yoksa dedem beni her görüşünde anlattığı için mi hatırladığımı bilmediğim. Mesela bir sahne var: ben çok küçüğüm muhtemel konuşamayacak ya da yürüyemeyecek kadar (hangisi önce olur onu da bulmam için 1-2 saniye gerekir hep), Büklüm sokaktaki evlerinde kocaman yatağında sabah keyfi yapan dedem yanına yatırmış beni, çay kaşığı ile çay içiriyor bana J Bu resim çok net kafamda. İşte bu zamanlar dışında dedemin Ankara’da olduğunu hatırlatacak başka görüntüler yok kafamda (dayımın 10 sene önceki düğünü hariç). Küçükken her yaz giderdik dedemin yanına, o adana mersin arası o kadar uzak gelirdi ki bana. Kozandayken bir haftasonu atladım gittim dedemin yanına (geçen sene Antep’ten yaptığım gibi. Şu turne belasının olumlu yanları da yok değil hani).

Aradım öncesinde, dedim “geliyorum ama benden olacak yemek, yoksa gelmem haberin olsun”. Güldü önce, yok yok önce inceden azarladı, bu kadar zamandır neden aramadığımı sordu, sonra hiç uzatmadan “tamam” dedi, “gel bakalım, ısmarlarsın”. Güneş batıdaydı ben çıktığımda, güney batıda mersine doğru yani, gözümün içine içine girdi yol boyu. Çok çabuk aldım adana-mersin arasını çok şaşırtıcı bir şekilde. Geldim balkonda bekliyor beni, aynı hiç değişmemiş, saçlarındaki kahverengi teller hala daha fazla beyazlardan ve hala elinde puro ve hala dimdik ayakta... Otur bakalım dedi. Başıma gelecekleri biliyorum: Elinde bir kase ile geldi, ağzına kadar dondurma koymuş, üstüne de şu nestlenin çikolatalı top top mısır gevreklerinden. “Ya dede yemeğe gideceğiz bu nerden çıktı” demek de fayda etmeyecek bilirim. Neyse yedik aslında akşam yemeğinin yerini haydi haydi alabilecek dondurmalı mısır gevreğimizi J

Giyinmeye gitti: Her zamanki gibi ütülü kısa kollu gömleği, jilet gibi pantolonu. Ayakkabılarını gösterdi: “Bak bunları kaça aldım biliyor musun kaçak bunlar normalde 400 lira ama dedende o göz var mı???”. Tekrar bir fasıl üzerinde Arapça yazılı çikolatalardan yedirdi giderayak. Çıkmadan teyit ettim: “Hesap benden bak sonradan su koyuvereceksen hiç çıkmayalım ben doydum sayılır zaten”. Hiç bozmadı istifini, aslında kıllanmalıydım: “Tamam tamam dur bakalım”

Yürümeye başladık, başladı anlatmaya “burada taze balık zor bulunur bu büyük balıkçıların hepsi dipfirizli balık yapar, ben seni en kral balıkçıya götüreceğim. Biliyorum ritüeli, önce arabasını inildi bagaj açıldı: Gördüklerim şaşırtmadı beni (sizi çok şaşırtabilir o yüzden ayrıntıya girmeyeceğim), 1 kasa üzeri Arapça etiket basılmış rakı (evet duyduklarınız doğru). Geçen seneden tecrübeliyim sormuyorum bile nerden çıktı diye bunlar, cevabı hazır çünkü: “Lübnan rakısı bunlar, hem içimi kolay hem ucuz”. “Dur öyle çıkarma rezil olmayalım mahalleye, al şuna sar”. Koltuğumuzun altında rakı, başlıyoruz yürümeye mersinin yakıcı sıcağında, ama o kendinden emin “buralar en serin yerleridir mersinin, bak püfür püfür esiyor”. Estiği doğru, ama resmen ateş esiyor.

Oturuyoruz balıkçımıza, düşük sınıf bir meyhane. Hala eski Kemal ağa, her gittiğimde o eski azametinden bir şeyler kaybettiği korkusunu taşırım içimde. Yersizmiş meğer, balıkçılar gözünün içine balkıyorlar ağzından çıkan iki edilmiyor. Rakıyı koyuyor masaya “biz bunu içeceğiz diyor”, balıklar isteniyor seçilmek için, vakit kaybetmeden patates cipsi istiyor (patates kızartması). Balıklar geliyor, “oğluma bir çupra, bana da sardalye”. Biliyorum yine bana kalacak o balıklar biliyorum ama ses etmiyorum. Severim zaten sardalyeyi.

Rakıya bakıyorum, bir büyük, artık kör mü eder avare mi eder belli değil. Döküyorum bardaklara, “hoş geldin” diyor, başlıyoruz.....

Mezeler geliyor, patates cipsi geliyor, balıklar geliyor, şişedeki rakı eriyor. Bir ara çakmak satıcısı geliyor masamıza: “Kemal ağa çakmak buyur”, çıkarıyor cebindeki çakmağı veriyor. “Al bunu da satarsın”. Adam şaşkın teşekkür ediyor. Bana dönüp, “sigarayı bıraktığında bir paket havana purosu vermişti kemal ağa” diye ekliyor (Sonrada başlamak üzere her zamanki gibi)

Bir ara da milli piyangocu misafir oluyor masamıza, bilirim çok sever bilet almayı. Eskiden yılbaşı oldu mu elinde bir deste biletle gelirdi eve. İki tane alacaktım aslında ama artık bozuk çıkmadığında mı yoksa Allahın hakkı üçtür denildiğinde mi 3 tane alıyorum. İkisi ona, biri bana. Parasını vermeme de ses etmiyor, hayret. Demek ki yemeğe de karışmayacak.

Uzun uzun muhabbet ediyoruz yemek boyu, sanki senelerdir birbirimizi görmemiş gibi değil de daha dün öğlen yemeğinde beraber olan iki kişi gibi. Çok mevzu var konuşacak, içtikçe açılıyoruz. Döktürüyor dedem vecizelerini, bir ara “mazinin ayakları yoktur oğlum, hep ileri bakacaksın” diyor bana. Çok iyi biliyorum ne demek istediğini. Sonra da dönüp dolaşıp kadınlara geliyor laf, kaçınılmaz bir şekilde. Kadınlar hakkında söyledikleri güldürüyor beni, aslında daha fazla düşündürüyor. Eski çapkınlardan sonuçta, içimden “bravo son derece yerinde bir tespit” ile “yapma yaww gerçekten öyle mi yok yok öyle değildir” arasında birçok yorum geçiyor.

Çok keyifli onunla olmak, çok eğlenceli adamdır zaten oldum olası. Bir büyük devrilmiş, her şeye yaptığı gibi rakı şişesine de meydan okudu, “Ben senden büyüğüm, bak sen bittim ben hala ayaktayım” der gibi. Ben istihkakı doldurdum, o gözümün içine bakıyor, sanki kesmedi dersem anından çağıracak garsonu masaya. Yok ama gerçekten kesti. Hele de bu sıcakta

Çaktırmadan hesabı istiyorum. Adam kafasıyla oluru verip gidiyor. Tamam galiba ailede bir ilki başaracağım. Garson geliyor ben orda yokmuşum, Kemal Ağa yalnız yemiş içmiş gibi eline veriyor hesabı. Sonrasında hesabı ödemek için çektiğim binbir türlü şaklabanlığı anlatmama gerek bile yok, nafile. “Benim masamda kim hesap vermiş bu güne kadar, daha ölmedik oğlum”

Evde klimalara yüklenip vuruyoruz kafaları yastığa: harika bir uyku. Sabah kalktığımda mutfakta karpuz keserken buluyorum onu. Hemen tutuşturuyor elime: “Dün fazla kaçırmışız, ye şu karpuzu, içini temizler”

Aslında daha anlatacak çok şey var o iki gün için ama, bunları yazmış olmam bile yeter bana.

8 comments:

etipuf said...

dedeler...onların yeri hep ayrıdır...onunla yaptığın şeyleri birgün çok arayacak özleyeceksin..oyüzden onla geçirdiğin her anı doya doya yaşa....ben dedemi çok özlüyorum...

dodo said...

Butejoy,

Ben de o kadar nadir görebiliyorum ki kendisini aslında. Umarım çok üzmemişimdir seni yazımla...

daphnevega said...

Aslında bu seyahati bilmeme rağmen okumak ne güzel oluyormuş :)İnsan kapar getirir bi tane o arapça etiketli rakıdan :)

Anonymous said...

ah dedem ne gunlerdı ogunler bende ozledım senı gelmek ıstıyorum yanına muhabbetıne doymak ıstıyorum

Horatio said...

dodooo hep yazsana böyle...
benim niye haberim yok bu mersin bağlantısından.

dodo said...

ayşe,

korktum getirmeye, hala görüyor olmam bile bir mucize:)

Ufo, seninle konuştuk zati

Horatio,

Memleketli sayılırız bir açıdan,

Selin said...

Dodo beni ağlattın!!
Ailemizde en çok doyamadığım insan..
Orada yanınızdaymıssım gibi her seyi, her detayına kadar hissettim! Çok güzel yazmışsın, saol!

dodo said...

Ne demek selo,

İnan biraz da sizler için yazdım, sil hadi göz yaşlarını :) :) >)