Friday, August 31, 2007

HAFTANIN SONU (Pinhani)



cuma günleri valiz hazırlamak gibi

cuma günleri seninle ilkbahar gibi
ellerini alıp dokunmamak gibi
gözlerini görüp de bakmamak gibi
hiçbir cumartesi günüm bi türlü yetmedi

asla cumartesi gece sabahla bitmedi
ben seninim, gece benim sabah benim
sen beni hiç düsünme, ben hep böyleyim
haftanın sonu bi nakarat gibi

haftanın sonu, hep aynı sözleri
pazar günleri pazartesi alır beni

pazar günleri elimdeki balık gibi
gözlerini görürken aglamak gibi
kiymetini giderken anlamak gibi
haftanın sonu bi nakarat gibi

haftanın sonu, hep aynı sözleri
haftanın sonu bi nakarat gibi
haftanın sonu , hep ayni günleri

Uzun zamandır "hah işte bu şarkı benim şarkım" dediğim bir şarkı çıkmamıştı karşıma

Tuesday, August 28, 2007

Volver*



Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uzak mı uzak bir diyarda güzel mi güzel bir kız yaşarmış....

Evet efendim yedik “masal” gibi iznimizi bir çırpıda, oturduk yeniden klavyemizin başına. Bazen kafamda çakan küçük şimşekler çok eski kıyada köşede kalmış anıları canlandırıyor nedense ve nasıl oluyorsa? Mesela 3-5 yaşındayken oynadığım oyuncaklarım geliyor gözümün önüne, ya da izlediğim çizgi filmlerdeki kahramanlar canlanıyor bir anda (aman tanrım yoksa deliriyor muyum :) Neyse ne, kim bilir. Bugün de bilgisayarı açınca teyzemin (ki annemin teyzesi olur aslında kendisi, ancak annemin anneannesi, yani anneannemin annesi erken yaşta öldüğü için en küçük kızını ablasına emanet etmiş. Yaşı da çok fazla olmadığı için oldukça geniş bir kuzen grubu teyze der kendisine) biz küçükken anlattığı masallar geldi aklıma. Şimdi düşünüyorum kesinlikle TRT de masal falan anlatıyordu gizli gizli. Aman tanrım bu nasıl bir kabiliyet, ailenin çocukları etrafına toplanır saatlerce dinlerdik anlattığı masalları çıt çıkarmadan ve büyüsü bozulmasın diye anlamadığımız yerleri sormaya bile korkarak. Öyle kırmızı başlıklı kız, külkedisi masalları da değildi anlattığı. Cinler, periler, arap bacılar, prensler, prensesler, atlar, develer, zümrüdü anka kuşları, cüceler vesaire.... Anlatır anlatır, aralarda da eklemeler yapardı “atlarına bindikleri gibi koyuldular yola, atlarının başına nereye vurursa”. Neyse efendim konu çok dağıldı, neden bahsedecektim ben. Hah, tıp dünyasının üzerinde ciddi araştırma yapması gereken yeni bir hastalık

İDAOİEAYTS = İzin dönüşü adapte olamama, istifa etme arzusuyla yanıp tutuşma sendromu.

Şaka bir yana insan her şeye alıştığı gibi bu sendroma da alışıyor sanırım zamanla. Hatırlıyorum da 2005 yazındaki ilk iznimin dönüşü babamı arayıp “ xxxx böyle işi, ben dönüyorum” dedikten sonra direkten dönmüştü bu ceket alıp çıkma fantezisi. “Hay gayret diyerekten” sıktık dişimizi. Bulunduğum yeri Zile olması da etkiliydi sanırım bu buhranda.

Pazartesi sabahı işe dönmek için yola çıkmak üzere hazırlanırken müzik kanallarından birinde şu klibe denk geldim. Yahu böyle mi güzel gelir bir adama bu video, inanın yarısını denedim o hareketlerin. Hoppidi hoppidi zıpladım evin içinde. Gözlerimi kapayıp kendimi o klipte hayal edince kuş gibi hafif hissettim kendimi. Mutlu oldum neden bilmiyorum. O kadar özgür göründüler ki gözüme.

Sonra bavulumu hazırladım, arabaya yükledim. Takım elbiseler, ıvır zıvır, bilgisayar. Her şey tamam.

Tüh az kalsın unutuyordum bakın: Hayal gücümü de almışım yanıma. Yol yakınken dönüp bıraktım hemen. Hiç iyi gelmez şimdi İDAOİEAYT Sendromuna yakalanmış birine...
*çok sevdim bu filmi, kaç zamandır zorluyorum bir posta ismini vermek için

Wednesday, August 15, 2007

Herkese merhaba

Sonunda aylardır hayalini kurduğum izne çıkabildim. Maalesef cok ani bir sekilde çıkmam gerektiği için haber de veremedim kimseye :) :)

Tatilde internette geçirdiğim zamanı minize etmeye çalışıcam. Malum ekrana bakmadan klavyeye dokunmadan geçirilebilecek koca bir 10 gün duruyor önümde

Umarım bol resim ve bol bol dinlenmiş bir şekilde dönücem.

Tatile çıkamayackların anlayışına sığınıyorum bu tatil ilanı için bu arada :)

Görüşmek üzere
en yakın zamanda.....

Friday, August 10, 2007


Çarşamba akşamı saat 11 gibi çıktım işyerinden. Akşam yemeği pas geçildiği için otelin bulunduğu Sultanhisarda meydandaki Büyük ÇINARIN altında konuşlanmış köy kahvesine oturdum. Yaz tatili olması sebebiyle babasınına yardım ediyor olması muhtemel, etrafta koşuşturan küçük çocuğu çağırdım.


B: Tost var mı?

Ç: Yok ama istersen bakkaldan yaptırırım


B:Tamam içecek ne var?

(Biraz düşünür)

Ç:Vişne, şeftali


B: Tamamdır, ne kadar bi tost bi vişne

Ç: Bi dakka sorup geliyorum

(Zaman geçer)


Ç: 1 lira 75 kuruş

B: Al bakalım sana 3 lira, üstü de sana bahşiş


Çocuk elinde tostla döndüğünde 1 lira yetmiş beş kuruşu da diğer avucundaydı. Elime bırakmak istedi. Tersledim, şaşırdı. "Senin o" dedim, anlamadı. Sonra sanırım çözdü olayı, yüzünde güneş gülücükler gitti yanımdan.


O mu daha mutlu oldu yoksa o gülümseyi gördüğüm için ben mi bilmiyorum?



Tuesday, August 07, 2007

Nice Mutlu Senelere
Yok yok benim değil dodoland'in doğum günü bugün. 8 Ağustos 2006 tarihinde bir tatil dönüşü işe adaptasyon döneminde başladı bu macera. Öyle cok sık yazmadım. Cok da fazla okuyanım yok ama yazma konusunda hep büyük sıkıntılar yaşamış olan benim için çok farklı bir dönüm noktası bu. Yahu bir insan bu kadar mı nefret edebilir lisede kompozisyon yazmaktan. Konuşmak varken neden yazmak. Ama şimdi anlıyorum. Söylenmemiş söz yoktur derler. O nedenle özgün olma çabasında değilim: "gerçekten söz uçuyor ama yazı kalıyor". Benimle beraber olan herkese teşekkür ederim. Bu arada beni bu blog alemiyle tanıştıran ayşe'nin de hakkını teslim etmem lazım.

Not: sayfada yine bazı problemler başladı. Formatı değiştiremiyorum ve yorumları yayınlayamıyorum. Zaten son yazıya da çok yorum gelmemişti :) :) Herkese sevgiler

Monday, August 06, 2007

Hala gelmedik mi?


Enteresan varlık şu insanoğlu, kime sorsanız monotonluktan, tekdüzelikten şikayet eder. Ama yaratılışı gereği oldukça da statükocudur. Kendin etrafında, olabildiğince stres faktörünü dışarıda bırakan ve aynı şekilde kendini olabildiğince huzurlu ve mutlu hissettiren şeyleri içine alan bir daire çizer. Zaman bu daireyi yaratıcısına hissetirmeden önce bir duvara sonra bir kale burcuna çevirir. İşte insanlar statükonun kucağında olduğu halde lafa gelince ondan hoşlanmaz, hayatlarının monoton ve sıkıcı olduğundan dem vururlar dost meclislerinde. Monotonluğu kırmak için çeşitli atraksiyonlar bulur kendine, haftasonu kaçamakları, dans kursları, hobiler ekstrem sporlar vesaire. Ama tüm bu monotonluğu kırma çabalarının temelinde yine o kendi çizdiği kale durur hep. İnsan o kaleyi asla tam olarak terk edemez, etmek de istemez zaten. İşte günün birinde biri gelir de insanın çevresindeki o kale duvarlarını indirirse aşağıya, insan önce panik olur. Hem de hiç olmadığını hissettiği kadar PANİK. Kale yıkılmıştır bir kere, içerdekiler dışarı dışarıdakiler içeri girmiştir. Baştan yapılsa bile kale duvarı asla eskisi gibi olmaz. Elden bir şey gelmez, sıfırdan bir daire çizerek başlar tekrar insan hayatına, ne olacağını kestirememenin verdiği huzursuzlukla. Kiminin görüşünü engelleyen kale duvarları yıkıldığı için ufku genişler, kimi kendi paniğinde eskisinden de kötü bir daire çizer etrafına. Kale duvarları miskinleştirir insanı, kale duvarı olmayanlarınsa sınırı yoktur ufkunun. Sahip olduğu şeyler sadece kale duvarının içindekilerden ibaret olan üzülür o sahip olduklarını kaybedince, herkesten de çok hem de. Oysa kale duvarı olmayan adam alışmıştır kaybedip bulmaya, çünkü aslında asla gerçekten sahip olamaz hiç bir şeye, her şeyi alır eline ama hiçbiri onun olmaz. Kale içi de rahat ve sıcaktır mesela. İçeridekiler garanti sizindir, “aman canım dışarıdakiler de kötü zaten değil mi?”

Neyse efendim bunlar benim naçizane görüşlerim tabi ki.... Bu sosyo-psikolojik görüşlerimden sonra konunun benimle alakasına gelelim değil mi ey sabırlı okuyucu?

Her insan gibi ben de zaman zaman düşünürüm kendim hakkımda. Sanırım benim genlerimde herkesten daha fazla var bu kale arkası sığınıcılığı. Ama gelin görün ki talih bana öyle bir iş verdi ki; liseden sonra etrafımda örmeye başladığım, ancak yıkıldığında varlığından haberdar olduğum kalın duvarı yıktı büyük bir hızla. Ben yaptım o yıktı, ben yaptım o yıktı. Yavaş yavaş duvarsızlığa, bilmiyorum bekli de her seferinde yeni bir duvar örmeye alıştım. Sanırım hala duvarsız yaşayamıyorum ama en azından duvar kalınlaşmadan yıkılıyor tekrar tekrar. En basitinden seninin yarısı Tayfun Talipoğlu’nu kıskandıracak derecede dolaşıyorum. Bir de benim kameramanım asistanım falan da yok üstüne üstlük. Otel denince tüylerim diken diken oluyor artık. O çok sevdiğim araba kullanma seansları bile çekilmez bir hal aldı nerdeyse. Neyse efendim, ben de bu döngüyü kanıksayıp her gittiğim yerde yeni bir duvar örüyorum kendime.

Gelelim şimdiki duvarıma: Nazilliye 15 km mesafede Sultanhisar’da kalıyorum. Harika bir otel var burada millet tatile falan geliyor: Nysa Hotel. Sultanhisar 5.000 nüfuslu küçük ama oldukça şirin bir ilçe, insanlar civar ilçelere göre daha muhafazakar nedense, belki ilçenin küçüklüğünden. Otel ilçenin yaslandığı dağın eteğinde, hava en az Adana kadar sıcakken dahi püfür püfür esiyor bu dağ eteği. Sabah kalkıyorum, ova manzarasıyla kahvaltımı ediyorum. Tercihim fazla Amerikanvari belki ama mısır gevreği, o gün keyfim yerindeyse bir tane de tahinli çörek yiyorum. Arabama atlıyorum, çıkıyorum yola, radyoda 96.7 de nasıl çektiğini hala anlayamadığım pop müzik çalan Yunan radyosu, Atça ilçesi geliyor karşıma yol üzerinde. Girişinde aynen şöyle yazıyor: “The capital of France is Paris, Turkey’s Paris is Atça” gülüyorum. Ama abartıldığı için değil yaratıcılık için. Çünkü gerçekten güzel yer Atça. Çalıştığım yere varıyorum. Bilgisayarımı açıp çalışıyorum gün içerisinde, ya da çalışmaya çalışıyorum. Öğlen yemek yeniyor müdür beyle ilçenin güzel lokantalarında. Yemekten sonra az şekerli bir türk kahvesinin de tutamaz yerini hiçbir şey. Akşam üstü, dondurma ya da incir, büyük ihtimal çay ile bisküvi. Normalde ilk birkaç hafta yani hastalık derecesinde çalışmaz iken (kesinlikle şimdi değil) Saat 7 den sonra çıkıyorum. Batıya doğru gidiyorum, yine güneş gözümün içine giriyor. Otele varıyorum. Otelin, küçük ama kesinlikle yüzmeye elverişli bir havuzu var, inanılmaz bir manzarası var hem de havuzun. Tüm ova ayaklar altında. Başlıyorum yüzmeye. Eminim “kim bu hasta ruhlu herif” diyorlardır benim için, dolap beygiri gibi yüzüyor bir aşağı bir yukarı. Ama hiçbirinin henüz Perihan Maden’in “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne” isimli kitabını okumadığından emin, Jandarma henüz çalmadı kapımı çok şükür. Hatta bugün havuzu temizleyen çalışanlardan biri İtalyanca bir şeyler konuşmaya çalıştı benimle, yüzüne HÖNK atışı bırakınca da “yaaa siz Türk müsünüz” dedi bana, sanki Türkler yüzemezmiş gibi. Hareket kesinlikle hayat tarzı benim için. Sporsuz bir yaşam düşünemiyorum. Brrrrr kabus gibi. Neyse efendim havanın kararmasıyla çıkıyorum havuzdan. Sonra yine o günkü haleti ruhiyeme göre Aydına veya Nazilliye gidiyorum yemek yemeye, Aydında Mc Donalds var, bazen orda yiyorum bazen de gözüm nereyi keserse, Nazillide Marla Lezzet evi (Fırın Sütlacı mükemmel) ya da Dilek Lokantası, kebap tercih edilecekse ki genellikle bu olmuyor. Sonra akşamların değişmezi, müziğimi kulağıma takıp başlıyorum yürümeye, yürüyorum yürüyorum yürüyorum. Taa ki “çüş saat kaç oldu” diyene kadar. Atlıyorum tekrar arabaya, yolda mutlaka Jandarmanın asayiş kontrolu geçiliyor. En az 10 kere geçtim bu kontolden nerdeyse isimlerini öğrenicem adamların ama onlar hala ilk günkü “hah bu sefer kesin terörist yakaladım” edasıyla arıyorlar beni. “Tüh yine çıkmadı ekmek”. Neyse efendim, otele vardığımda saat erkense kitap okuyorum. Değilse biraz Tv’ye bakıp uyuyorum hemen.

İşte benim son duvarım. Yakında yıkılacağı için hiçbir rahatsızlık duymadım sizinle paylaşmaktan :)




Bu dosyaları devirdim


Bozdağan, küçük cennet


Bu treni bekledim hemzemin geçitte



Sultanhisar


Yolda



Kahvaltı sofrasından


Akşam eve (otel) dönüş

Nazilli











Posted by Picasa