Thursday, December 28, 2006

Ulus (Ankara)'ta olup da çarşı pazara karışmamak olmaz dedik ve Boğaziçi Lokantası'ndaki öğle yemeğinden sonra alışverişe çıktık biraz :=) Ulus'ta bayram koşuşturması yeni yıl heycanının önüne geçmiş uzak ara. Öyle olması da beklenmedik birşey değil zaten. Esnaf'ın yeni yılla ilgili heycanla bekledikleri tek şey 1 Ocak günü yapacakları sayım. Ben de çok net hatırlıyorum babam yılbaşı gecesi ne kadar geç yatarsa yatsın ne kadar çok içerse içsin sabah 8 olmadan "tükkan"a gider akşam geç saatlere kadar dönmezdi. Neyse çocukluk anıları bir yana biz de kapıldık bu bayram telaşına biraz da gönüllü olarak. Artık eskisi gibi yaşamasak da bayramları ( ki ben de hatırlamıyorum nasıldı o eski bayramlar) biraz nostalji fena olmaz sanırım.
Önce Eyüp Sabri Tuncer'e gidildi, 1923 yılında ilk açtıkları atölye kadar eski olmasa da Ulus'taki yerleri de en az 50 senelik. İçerisi ana baba günü 20 m2 lik dükkanda ayakta durmak mümkün değil. 5 tane satış elemanı masmavi tertemiz önlüklerini giymiş, yetişmeye çalışıyor telaşlı Ankaralıların zor anlaşılan isteklerine. Envai çeşit kolonya, lavanta ve koku var içeride, renk renk her boydan. Biz şaşmıyoruz klasik kolonyamızdan tabiki...
Ordan çıkıp eski Ulus halinin yanında geçip (içeri girmek olanaksız çünkü iğne atsanız yere düşmüycek dedirtecek cinsten bir kalabalık), esli Ulus çarşısına giriyoruz. İstanbul'un Kanyonu varsa bizim de Ulus Çarşımız var. Şaka bir yana gerçekten değerlerimize sahip çıkamama konusunda üzerimize yok. Avrupa ülkelerinden birinde olsa o çarşı restore edilir, nostaljik havası daha fazla vurgulanarak kültür mirası olarak sunulur kültür mirası arayan binlerce turiste. Bizde ise 70 sene önce kurulduğu hali neyse şimdi de aynı eminim. Camlar pencereler dökülüyor, baskı sistemi gelmeden önce elle yazılmış tabelalar var dükkanların üzerinde. Bu kargaşadan ve pazar havasından kendini kurtaran iki tane dükkan var çarşıda biri daha önce bahsettiğim Akman Pastanesi (değerini ve posizyonunu tam bir klasik olduğu izlenimini vererek yaratıyor. Gerçekten bir klasik) diğeri ise Şekerlemeci Ali Uzun....

Burasının da kuruluş yılı 1935. İçerisi şaşırtmayacak derecede kalabalık (daha azını beklemiyordum gerçekten). Benim gibi tatlıyı ve çukulatayı seven birinin içeri aç girdiği takdirde hayatının en büyük hatalarından birini yapacağına karar veriyorum girer girmez. Nefsimi köreltmek için azcık çukulata alma fikri bir anda hummalı bir toptan tatlı alışveriş seromonisine dönüşüyor. Fıstık ezmesi, badem ezmesi, fıstıklı korkan, çukulata......

Dayanamadım hemen yedim krokanları :) Çok güzeldi

Wednesday, December 27, 2006


Okul hayatı boyunca bir kere bile ciddi bir problem olmayan sabah erken kalkma olayı nedense işe girdikten sonra tam bir baş belası oldu. Okulda dalga geçerdim telefonlarının alarmını defalarca erteleyip yataktan bir türlü kalkamayan arkadaşlarıma. Şimdi ben de aynı durumdayım maalesef :=) Tabi sabah erken kalkmayı işkence haline getiren en önemli değişkenlerden biri de traş olma faslı. Ben bu birbirini izleyen sıralı işkence seanslarının yıldırıcı etkisini gidermek için banyoma küçük ve çok eski bir radyo koydum. Duş alıp, traş olmak için bezgin gözlerle aynaya bakmadan önce mutlaka dokunuyorum düğmesine. Tabi kanal kaydetme gibi bir lüksüm de olmadığı için döndüre döndüre arıyorum istasyonları. İşte bu sabah NTV radyo inat etmeyip de radyoyu açar açmaz çıksaydı karşıma cızırdamadan, belki de hiç farkında olmayacaktım Metin Altıok'un bu şiirinden:

Kendine yük haline gelince
koru kendini asıl kendinden
kekik bile kendince kokarken
bir tortu kalmıştı geriye
ben bildiğin o senden
sen de saygılı ol kendine, yola bir sabah erkenden
ya hiç bir yerde görünme
ya da geç aynı anda üç yerden

2 Temmuz 1993 günü yaşadığımız vahim Sivas katliamı kurbanlarında biri olan Metin Altıok'u tanıyordum ama bu şiirine hiç rastlamamıştım. Bir araba firması reklamında kullanmıştı bu şiiri... İnternette dolaşırken bu reklam kampanyasının aslında hiç de yeni olmadığını fark ettim. Milliyet gazetesinin 31 Ağustos sayısının ekonomi bölümünde bahsediliyordu bu reklam kampanyasından. Sonra da Can Dündar'ın şu yazısına denk geldim 2 eylül 2006 tarihli. Benim içimdeki merak şiirin içeriğine yönelikti aslında ama Can Dündar farklı açıdan bakmış olaya, "şiirlerin popülist bir şekilde böyle reklamlarda kullanılması uygun mudur?" şeklinde. Kesin yargısını da vermemiş konuyla ilgili ama sanki onaylamıyor gibi...

Bana da önce haklı gibi göründü açıkçası, ama sonra düşündüm: Metin Altıok'un hiç bilmediğim bir şiiri çıkıyor karşıma, şiiri bulmak için internette dolaşırken çok azını bildiğim ve çoğunu daha önce hiç görmediğim onlarca şiirini okuyorum, bir kısmını çok beğenip bir yerlere kaydediyorum. Belki yazımı okuyan sizlerle çarpan etkisi artıyor....
AMA reklam veren firma ismi yok aklımda. Çok da kötü olmamış diyorum içimden, iyi ki böyle bir reklam yapmış ismini bile hatırlamadığım reklamveren....

Son söz: Şiiri çok beğendim
İlk son sözün aslında gerçek son söz olmadığını gösteren son söz: Saygıyla anıyorum Metin Altıok'u...

Friday, December 22, 2006

Üstünel Köftecisi
Aslında Bursa’dayken yaptığım gibi tipik bir “Bugün leziz mi leziz harika bir köfte yedim” yazısı olabilirdi bu post. Yalnız bu sefer köfteler de her ne kadar üzerlerine yazı yazılacak kadar güzel olsalar da burada bu cuma öğleden sonrası yarı hastalıklı halimle beni yazmaya iten şey köfteden ziyade köfteye arkadaşlık eden yeşillikler....

Yaptığım iş gereği haddinden fazla geziyorum: şehir içi şehir dışı. Son birkaç aydır ve herhangi bir sürpriz olmazsa önümdeki birkaç ay boyunca Ankara’da olacağım. Geçen sefer bahsettiğim gibi Ulus’tayım bu aralar, dedemden çok dinlesem de kendim etraflıca gezme fırsatı bulamamıştım bu zamana kadar. Fırsat bu fırsat her öğlen başka bir yerde yemek yiyoruz sonra da uzun yürüyüşler yapıyoruz.

Sabah Suat bey, yakındaki iki iş arkadaşımızla yemek yesek nasıl olur dedi bana? Böyle fırsat kaçar mı atladım hemen. Bu iki kişiden biri MR. TGM olduğu için tabiki :) Kazım Karabekir Caddesi üzerinde sanayi sitesinin içerisinde, tam da sanayi sitelerinde görmeye alıştığımız cinsten bir köfteci var: Üstünel Köfte. İki katlı küçük kendi başına yeten bir baraka burası. İçerde 15-20 masa var. Masa dediysem de 4 kişinin yanyana oturması mümkün olmayan üzerinde yemek yemek için tabureye ihtiyacınız olan masalar. Büyük olasılıkla 4 tane sandalye yan yana sığmaz çünkü. Ben daha önce çok kereler tekrarladığım gibi köfte olayına bayılırım. Buraya ilk defa geliyor olmama iş arkadaşlarım mı daha çok şaşırdı ben mi daha çok şaşırdım bilmiyorum, ama masadaki manzarayı en çok benim sevdiğim açıktı.


Aysberg, marul, roka, nane, taze soğan, kırmızı soğan, pancar, çeri domates, söğüş domates, ızgara sarımsak ve daha bir sürü yeşillik geldi sırasıyla masaya yalnız bunlar tabakta servis edilmedi çoğumuzun alışık olduğu cafe restaurant konseptine tezat olarak. Bunların hepsi üzerine kağıttan masa örtüsü serilmiş masanın üzerine boca edildi itina ile. Boca edilmek ve itina kelimeleri yanyana gitmiyor gibi görünse de gerçekten boca edilen bir şeyin nasıl olup da bu kadar özenli bir şekilde dağıldığını anlamak zor. Sanki garsonlar ressam, servis yaptıkları boya, masa da tuval bizler de bu sanatın yapılışını izlemeye gelen sanatseverler....

Akşam şimdilik yapacak ilgi çekici bir planım olmadığı için (ki olsa da sanırım dayanamazdım) ızgara sarımsaklara hayır diyemedim ne yalan söyleyeyim. Domatesler bal gibi zaten. Tam bir ziyafet.... derken köfteler geldi. Onlar da güzeldi ama bu sefer büyük ödül başrol oyuncusuna değil de yardımcı oyuncu yeşilliklere gönderildi benim tarafımdan.

Öğleden sonranın uykuyla geçeceğini bile bile çektiğimiz ziyafet esnasında etrafımızda oluşan kalabalığın farkına varmamıştık tabiki. İnsanlar masaların arasına serpiştirilmiş ayakta sıra bekliyorlardı. Zaten sahipleri de farkında olayın çay, kahve, tatlı, çorba hiç bir şey yok masadaki ortalama konaklama süresini uzatacak. Çoğu atölye şeklinde çalışan usta mekanların aksine haftanın 7 günü açık bu köfteci. Yolunuz düşerse tavsiye ederim. Cafeler caddemiz Arjantin’deki konforu bulamayabilirsiniz ama oradaki çoğu lezzetten daha fazlasını bulacağınız kesin....

Monday, December 18, 2006

Akman Pastanesi
Geçen perşembe günü önümüzdeki 2 ayımızı geçireceğimiz Çıkrıkçılar'a geldik. Ankara'yı bilenler bilir burayı Ulus semtinin göbeğinde pazarı, hali ve yokuşu ile ünlü bir semt. Ankara'nın en eski ticaret merkezlerinden biri konumunda. Eski canlılığından çok da bir kayıp vermemiş. Öğlen Tapi Tavukta yemek yedikten sonra biraz dolaşalım dedik. Eski mi eski binaların bulunduğu sokaklarda yürürken Suat bey, "Doruk Akman Pastanesinin ilk yeri burasıdır deyip Ulus Çarşısının içerisine soktu beni. Kocaman bi avlu içerisinde sıra sıra dizilmiş tükkanlar :), şekerlemeci Ali Uzun ve avlunun tam ortasında konumlanmış Akman Pastanesi.

İçeri girer girmez o tarihi hava hemen hissettiriyor kendini, az buz eski değil hani. 1936 yazıyor kuruluş yılı için. Ankara için gerçekten eski yani :=) İçeri girdik. Ulus eski havasını yitirmiş genelde yukarı mahalle çocuklarının çok da uğramak istemedikleri yerlerden biridir aslında İstanbul'daki isimdaş kardeş semtinin aksine. İçeride gördüğüm tablo tam anlamıyla dumura uğrattı beni. İnanılmaz bi mozaik. Tam önümdeki masada Balzac'ın hangi kitabını okuduğunu tam olarak göremediğim bir kadın okuduğu kitabın bir hayli iç karartıcı olduğunu göstermek istercesine derin derin sigara içiyor. Yalnız başına; önünde çayı saymazsak tabi.. Yan masamızda muhtemelen PTT çalışanları, giyimleri özenli fakat gelirimiz bu kadar napalım dercesine giyinmiş. Hemen arkamızdaki masada ise tipik orta anadolu şivesiyle konuşan 3 tane orta yaşlı kadın. 2 tanesi tam türban değil de başörtüsü bu dercesine başlarını örtmüş, diğeri sazı eline almış zaten çoktan: "şingi ben o gunden sonra sıggı sıggı tembihliyomm bizim bebelere otobuste dolmusta gozlerini apacıg dutsunlar diyeee...."

Garson ne içersiniz diye sorduğunda aklımdan "boza" demek geçmedi değil aslında. Hava da "bu nasıl Ankara havası" dedirtmek istercesine soğumadığı için inatla; Sahlep fikri ilk başta çok çekici gelmedi. Ama Suat beyin tavsiyesine uyarak Sahlep istedik iki tane. Tam "Dondurmam Gaymak" repliği gibiydi sahlep :) Sahlepin hası yani, süt tozu, şeker aroması, nişasta falan yok yani içinde. Ya da bana öyle geldi :) Kalaylı ağzımla daha Suat bey yarısına gelmeden bitirdim sahlepimi. Tadı hala damağımda.. umarım havalar çabucak soğur da bir an evvel giderim tekrar....

Monday, December 04, 2006

Uzun zamandır yazmıyorum. Çok da okurum yok ama okuyan bir kaç kişiyi çok da merakta bırakmamak için bişeyler çizittiriyim dedim. Çok sevdiğim çok da eski olmayan ama çoğu eski arkadaşımdan daha fazla şey paylaştığım bir arkadaşım gönderdi bugün bu şiiri. Herhangi bir anlamı yok sadece beğendiğim için koyuyorum. Unutulmasın diye....
Göker, abi kaçak dövüşüyoruz kusura bakmıycan artık :)

ÇİNCE

ayrıldık ya, ateşini söndürdüm, uçuçböceklerini yaktım
içim cız etmedi mi, etti, allah kahretsin
gözlerime uçaklar düşmedi mi,
düştü, allah kahretsin
gül yapraklarını tuvalet kağıdı yaptım,
yıldızların bodrumda
nuh'un gemisi sırtımda paramparça
cami kedilerinin yalnızlığından geçindim
ve daha bilmem nelerden
seni unutmak istedim bunca kıskançlığımla
ezogelin çorbanı, arapsaçını sigara külünü unutmak istedim
unuttum mu, unutamadım,
allah kahretsin ayrılık taş duvar ayrılık çin seddi aramızda
çin seddi ne kadar uzun,
allah kahretsin

Akgün Akova

Friday, November 24, 2006

Bohemian Raphsody

Is this the real life,
is this just fantasy
Caught in a landslide,
no escape from reality
Open your eyes,
look up to the skies and see
I'm just a poor boy,
I need no sympathy
Because I'm easy come, easy go, little high, little low
Anyway the wind blows, doesn't really matter to me, to me
Mama, just killed a man, put a gun against his head,
Pulled my trigger now he's dead
Mama, life had just begun
But now I've gone and thrown it all away
Mama oooh... Didn't mean to make you cry
If I'm not back again this time tomorrow
Carry on, carry on, as if nothing really matters
Too late, my time has come, sends shivers down my spine
Body's aching all the time
Goodbye everybody,
I've got to go
Gotta leave you all behind and face the truth
Mama oooh (any way the wind blows)
I don't want to die,
I sometimes wish I'd never been born at all
I see a little silhouetto of a man
Scaramouche, scaramouche, will you do the Fandango
Thunderbolt and lightning, very very frightening thing
Galileo (Galileo)Galileo (Galileo)Galileo figaro (Magnifico)
But I'm just a poor boy and nobody loves me
He's just a poor boy from a poor family
Spare him his life from this monstrosity
Easy come, easy go, will you let me go
Bismillah! No, we will not let you go, let him goBismillah!
We will not let you go, let him goBismillah!
We will not let you go, let me go
Will not let you go, let me go
Will not let you go let me go
No, no, no, no, no, no, no
Mama mia, mama mia, mama mia let me go
Beelzebub has a devil put aside for me, for me, for me
So you think you can stone me and spit in my eye
So you think you can love me and leave me to die
Oh baby, can't do this to me baby
Just gotta get out, just gotta get right out of here
Nothing really matters, anyone can see
Nothing really matters, nothing really matters to me
Any way the wind blows.

Fredie Mercury 24.11.1991
http://queenonline.com/fmercury.html

Son söz: Öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü" kutlu olsun

Monday, November 20, 2006

ODTU
Çok da zaman geçmedi aslında mezun olalı. 10 yıl bile değil, ama bugün öğlen yemeğini yemeye gidip, çarşının üst katındaki Çeşniye oturup iki adet kumpir siparişi vedikten sonra. Durdum ve düşündüm. Sanki bir film seyretmişim çok yeni seyretmişim hem de, sanki dün akşam yatmadan hemen önce:
Üniversitedeyim, ODTU. Öğlen dersten çıkılmış, hoca Muhan Soysal mesela. Yok gerçekçi olmadı, rahmetli sadece sabah 8.45 saatini uygun görürdü ders vermek için. Olsa olsa seçmeli bir derstir bu kadar münasebetsiz bir saate denk gelen. Tüm ısrarlarıma rağmen yürüyerek gitme konusundaki önerim kabul edilmemiş, kaç kişiyiz? "6" çık sığmayız tek arabaya. Hadi ben aldım benimkini. Kücücük tek kapılı arabama 3 kişi tam sığmış. Hızla gelmişiz çarşıya. "Kantinde çok vakit kaybettik park yeri yok işte" diyor Hande. Neyse canım dediğime geldiniz KKM den yürümüş olacağız diyorum. Ne güzel biraz daha fazla yürümek. Herkes bir fikir atıyor ortaya nerede yiyeceğimiz konusunda. Aslında "Hocam Piknik" gönlümüzden geçen ama "çık" burada da yer yok. Son şans Çeşniye çıkıyoruz. Burda yer var işte. Ben bizimkileri kandırabilme ümidiyle dışarı çıkıyorum hemen. "Bakın hava ne kadar güzel, burda otursak mı?" yok hayır bu deneme de başarısız. Çoğunluk kabul etmiyor. Atayla iyi anlaşırız aslında o destek attı biraz ama narin Yelda'yı ikna etmek mümkün değil. Oturuyorz genişçe masaların birine, herkes veriyor siparişleri. Atay 42. defa başladığı diyetinin son diyeti olması hevesiyle salata istiyor. Salata var mıydı menüde hiç dikkat etmemişim. Önemi yok ne yiyeceğimizin çabuk gelsin yeterki... Ne yersek yiyelim portakal suyu eksik olmaz. İşte siparişler de verildi. Bir sessizlik kapladı masayı. Aynı bugün bizim masayı kaplayan sessizlik gibi. Ama değişen çok şey var aslında. Sadece bir film bu anlattığım. Hani kahramanı ile özdeşleştiğiniz, o sevgilisini öptüğünde sizin de öptüğünüz, o günü kurtardığında sizin de kahraman olduğunuz. Hangi film karakteri bilir kendisine imrenildiğini. Senelerce önce o masada siparişini bekleyen Doruk da bilmiyordur eminim. Evet evet bir filmdi bu doruk, çok güzel bir film. Daha güzelini seyredene kadar herkese anlatacağın. Ama gerçek hayata geri dön artık. Film bitti. Sadece şimdi var artık.

Friday, November 10, 2006


* Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, sehirde gördügü büyük binaları isaret ederek sormuş :
- bu köşk kimin ?
- kirkor'un...
- ya su koca bina ?
- yorgo'nun
- ya su ?
- salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :
- onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :
- biz mi nerede idik ? Biz Yemen’de, tuna boylarında, balkanlarda Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk pasam...
Atatürk'ün nükteleri-fikraları-hatıraları, sh 18


* Cumhuriyet
Atatürk, Mudanya yolu ile bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanıdın mi oğul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine ise almamış..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oğlunu almadılar mı? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İste cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta coşku dolu bir sesle:
- iste cumhuriyetten beklediğimiz netice... Diyordu.
Köymen, Hulusi; "Atatürk’ü Anmak" kitabından, s. 260

*Satı Kadın
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaslısı, ihtiyari köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seğirtti, kimi ayran , bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ataya uzattı:
- bir soğuk ayran içermişiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata'sı, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormuştu
Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman doğdun?
- 1919'da Atatürk Samsun’a çıktığı zaman doğdum.
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yasında olması lazım gelirdi. Halbuki karsısındaki kadın 25 yaslarında görünüyordu tekrar sordu :
- nasıl olur
- evet , nasıl olurdu .bu Satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
- evet paşam,ondan evvel yasamıyordum ki !
Bu espri Ata'yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz Satı kadını büyük millet meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.
"Yazılmayan yönleriyle Atatürk", S. Arif Terzioğlu sayfa 22-23


*Atatürk’ün bir hediyesi
Bir gün Konya’da Behiç bey’in evinde Mustafa Kemal general Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç bey, muhtar bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa kemal misafirine dedi ki:
-” biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum” diyerek elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak generale dedi ki :
-”bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir ingiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır.bu subay’ın ailesini arattımsa da bulamadım. Ingiltere’ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum” diyerek generale teslim etti.
"Anekdotlarla Atatürk" Emekli Tümg. Muzaffer Erendil

Monday, November 06, 2006

Anneannem aşıladı tiyatro sevgisini bize, cocukken cocuk oyunlarını kaçırmadığımız gibi, daha ilkokula yeni başladığımız dönemlerde üzerinde kocaman "Büyüklere" yazan oyunlara da götürdü bizi. Sıkı sıkı tembihlerdi: "Bakın aslında bu oyun büyükler için, ama size güveniyorum, sakın ses çıkarıp utandırmayın beni". Çok severdim (hala da seviyorum) anneannemi, hayatını bize adamıştı. Ne istersek anında olurdu. Biz de suiistimal etmezdik bize olan bu ilgisini. O nedenle kendisini utandırmak çok ayıp olurdu. Çıtımızı çıkarmaz sonuna kadar seyrederdik neler olduğunu anlamaya çalışarak. İşte gelişim psikolojisine ışık tutacak önemli bir sonuç: Ben çok sevdim tiyatroyu, senelerdir ankara devlet tiyatrosunda sergilenen çoğu oyunu izledim. Kardeşimse nefret eder tiyarodan :)
Uzun lafın kısası, cuma akşamı (03.11.2006) saat sekizde Tunus Caddesindeki Şinasi sahnesinde aldık yerimizi. Oldukça beğendim oyunu; ben zaten genellikle eğlenceli ve renki, nadiren ağır oyunları tercih ederim. Linkte konuya yer verdim, aslında klasik bir konu, zaman zaman işlenmiş. Tavsiye ederim, hoş vakit geçirebilirsiniz.

Thursday, November 02, 2006

Biz Kaç Kişiyiz?


Ayşe yazmış bugün blogunda http://aysesworld.blogspot.com/2006/11/davet.html

4 Kasım'da hep beraber bu ülkenin sahipsiz olmadığını gösterelim.

SADRİ ALIŞIK
Severim eski Türk filmlerini, hele bir de siyah beyaz olursa tadından yenmez. Sadri Alışık'ın yeri ayrıdır bende; kendime yakın gördüm hep. Ona benzetirdim kendimi onun gibi olmak isterdim, güldüğünde bile ağır bir havası olurdu, hep düşünceliydi bir yanı, hep olgun olandı benim için. Büyük oyuncu olduğu için de sadece bu rollerin adamı olmadı bence. Oynadığı her filmde "oynadığı karakteri kendisinden iyi oynayacak çıkmaz heralde" dedirtirdi bana. Az mı seyrettim Turist Ömer'i defalarca, zıttt erenköy diyişine bayılırdım en çok. Mail box'ı temizlerken Göker'in Ağustos ayı içerisinde bana gönderdiği, Ah Müjgan Ahh repliğine rast geldim, izi kalsın istedim:

Sevgimizin bir tanesiydin müjgan. saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür, elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti. ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü. öyle bir sevdim ki müjgan’ı, dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim, evleniriz gibi geldi bana. evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi. sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık. sonrada çarşılara giderdik. eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya nikah resimlerimizi de çektirdik. sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık. ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden. meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine. müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar. öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim. müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum. bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler. senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler. zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende. hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum

Thursday, October 19, 2006

Hoşçakal Bursa
Bir aydan daha fazla, 5 haftadan daha kısa bir süredir Bursa'dayım. Geçen sene de gelmiştim aslında, geçen sene de çok sevmiştim ve çok keyif almıştım bu şehirden ama bu sene bi başka güzel geçti. Gerçekten yaşanılacak şehir Bursa, (ilgilenenlere duyurulur iş tekliflerine açığım) bir kere trafik sorunu büyük ölçüde çözülmüş. İzmir (Mudanya) yolu üzerinde uzuuunn senelerdir devam eden yol çalışmaları bitmiş çok olmasa da eskisine nazaran akıcı bir trafik sağlanmış.
Bir kere şehir zaten yemyeşil, her tarafı "Doğal Anıttır Kesilemez" yazılı her biri en an yüz yıllık Çınar ağaçları ile dolu. Uludağ faktörü zaten şehri oldukça heycanlı bir hale sokuyor. Başı dumanlı kocaman bir dağın eteklerine kurulmuş yemyeşil bir şehir düşünün. Şehir burum buram tarih kokuyor bir yandan. Medrese, türbe ve camiler şehri aynı zamanda Bursa. Yolunuz düşerse uğramandan geçmemenizi tavsiye ettiklerim var: (Eğer yürümeyi seviyorsanız hepsini bir gün içerisinde yürüyerek bile görmeniz mümkün) Çekirgede Muradiye Cami ve Türbesi, Tophane'de Orhangazi ve Osmangazi Türbeleri, aynı zamanda Tophanede, Türkiyede gördüğüm en güzel şehir manzaralarından birine şahit olucaksınız. Tophane'de 2. Abdülhamit tarafından yaptırılmış olan Saat Kulesi de oldukça ilgi çekici. Daha sonra Heykele çıktığınızda adı gibi ulu ULU camii. Zaten Heykel semti şehrin merkezi konumunda. Yürümekten yorulduysanız ve biraz da acıktıysanız Kebapçı İskender'in en eski ve en otantik şubesi de cadde üzerinde. Buna rağmen Bursa'da yediğim en güzel iskenderi sanılanın aksine "Kebaçı İskender"ler zincirinde değil de Tophane'de bulunan "Bursa Kebapçısı"nda yediğimi söylemeden geçemeyeceğim. Tek kelime ile mükemmel bir lezzet. Bursa manzaralı eski bir konakta hizmet veriyor, zaten o manzara ve ortam mutlu etmeye yetiyor insanı. Tatlıyı da yine heykeldeli ULUS şekerlemecisinden alabilirsiniz, özellikle kayısı tatlısını (adından aldanmayın tamamen hamur tatlısı) ve kestane şekerini tavsiye ederim. Neyse çok dağılmdan devam edelim. Daha sonra Setbaşı'nın bitimine doğru meşhur Yeşil Cami ve Yeşil Türbe. Bu cami gerçekten enteresan öyle her camiiye benzemiyor, anlatmam zor (anlatırım da sonra çok ansiklopedik bilgi vermiş oluyoruz eleştirilere konu olmayalım :) ) Turumuz Yıldırım manzaralı Emirsultan türbesi ve camiini ziyaret ederek tamamlıyoruz. Bu anlattığım yerlerin çoğunluğu Osmanlının kuruluş aşamasında 1350-1450 yılları arasında yapılmış. Yani dini inaç seviyeniz ne boyutta olursa olsun sadece turistik amaçla gezilse bile oldukça tatmin edici.
Bursa'da yapılabilecekler sadece tarihi mekanları gezmekle sınırlı değil tabiki.. Her şey bi yana çıkın şehirde dolaşın o bile yeterli. Ama bizi bir yürüyüşle kandıramazsın derseniz, şehrin ortasındaki Kültür Park dinlenmek ve belki biraz da yürüyüş yapmak için birebir. Büyük bir kısmı yeşil park alanından oluşan yerleşkede 3 tane de çay bahçesi var. Çay bahçesi dediğime bakmayın bildiğiniz cafe işte. Ama fotoğraflarını çekmediğime pişman olduğum bir yer var ki böylesi bir botanik parkını Türkiye'de görmedim. İstanbul yoluna bağlanan çevre yolunda bulunan Botanik Parkı'nın bir benzerini Singapur'da görmüştüm.Mevsim itibariyle biraz soğuk olduğu için tam olarak yorumlayamadık parkın popülaritesini ve genel kullanım şeklini ama, eminin yaz aylarının Mudanya ve Uludağ ile beraber en gözde mekanlarından biri oluyordur. Uludağ'a zaten geliyorum kışları, birçoğunuz da biliyorsunuzdur anlatmaya gerek yok. Mudanya da şehrin yazlık mekanı vazifesini üstleniyor. Mudanya'ya da geçen sene gitmiştim, deniz kenarında balık yemek isterseniz öncelikli adreslerinizden biri olmalı
Bursa'nın en iyi (ya da en kötü) yanlarından biri İstanbul'a olan yakınlığı. Bursa-İstanbul arasını Topçular-Eskihisar iskelelerini kullandığınız takdirde toplam 120 km tekerlek döndürerek ve en fazla 2,5 saat içerisinde alabiliyorsunuz. Bu özelliğin şehrin kültürel ve eğlence hayatını sekteye uğrattığını düşündüğüm için bir açıdan da kötü olduğu kanısındayım. Belki muhafazakar yapısından belki eğlenmek için İstanbul'un tercih edilmesinden şehrin en gelişmeye açık yanı eğlence hayatı. Buna rağmen oldukça güzel yerler var. Mesela Kükürtlü Pembe Çarşı'nın girişinde bulunan "Cafe Siesta" İstanbul'daki ve Ankara'daki muadillerini hiç de aratmıyor. Bu civarda sayıları çok olmasa da bu tarz kaliteli kafelere rastlamak mümkün. Kükürtlü semtinde bir de barlar sokağı var, Ramazan ayına denk geldiği için gitmedik ama ben geçen sene bi uğramıştım (yerseniz) öyle çok canlı bir eğlence hayatından bahsedilemez gibi geldi bana. Ama siz yine de şu adresi bir deneyin www.lifeinbursa.com
Bursa alışveriş merkezleri ile de tam bir avrupa şehri. Zafer plaza bunlardan bir tanesi mesela, çok değişik bir tasarımı var, birbirine sadece alttan bağlı 3 farklı piramit. Yukardan baktığınızda 3 tane içine girince tek bir alışveriş merkezi oluyor. Carefour (bu nasıl yazılıyor ya ), Reel ve Asmerkez diğer alışveriş merkezleri
Evet bakıyorum da yapıp da anlatmadığım çok fazla birşey kalmamış :) Kesinlikle zaman ayrlıması gereken şehir Bursa

Tuesday, October 10, 2006

Köfte Bursa'da yenir

Aslında et ürünlerine hayran olduğum söylenemez, hatta Gaziantep'te 2,5 ay kalana kadar kebapla çok da aram yoktu diyebilirim kolaylıkla, ama eskiden beri köfteyi özellikle inegöl köftesini çok severim. Ankara'da çoğunlukla Cambo'da gideriyorum bu ihtiyacımı, ama inegöl köftenin evine yani Bursa'ya gelince resmen bayram etti midem. Bu şehirde yediğim en güzel iki köfteyi "Çiçek Izgara" ve "Köfteci Kemal"de yedim. Çiçek ızgara zaten oldukça ünlü, Hürriyet'in yaptığı en iyi 10'lar da en iyi köfteci seçilmiş, şanına layık bir lezzet sunuyor misafirlerine. Özellikle sütlü kadayıfı tek kelimeyle şahane. Buna rağmen mekanın şirinliği ve köfte dışındaki diğer etkenleri de hesaba katınca Köfteci Kemal tek geçilecek duruma geliyor. Nedir bu yan faktörler: Harika bir piyaz; domatesleri ve biberleri olabildiğince büyük doğranmış, biberlerin acısı tam kıvamıında; çoban salata; biber salçası, ki gerçekten leziz, ekmeğe sürüp yenecek kıvamda ve yoğurt.....

Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın, Kapalı çarşının ve Ulu caminin hemen altında.... böyle olmaz derseniz alın size açık adres: Fevzi Çakmak Caddesi, Nane Sokak No: 4 Santral Garaj BURSA

Arka bahçesini şiddetle tavsiye ediyorum

Tuesday, October 03, 2006

ATATÜRK MÜZESİ

Yaklaşık 2 haftadır Bursa'da kalıyorum. Kaldığım otelin hemen yanıbaşındaki muhteşem konağın ne olduğu düşünerek yanından geçtiğim geçen cumartesi günü, üstünde yazan yazıyı görünce bir saniye bile düşünmeden daldım içeri. Atatürk Müzesiydi burası..

Bu konak Mustafa Kemal Atatürk'e aitmiş kendisi hayattayken, son kez bursaya geldiği (yanlış hatırlamıyorsam) 1933 tarihinde bu konağı ve Çelik Palas otelini Bursa Belediyesi'ne bağışlamış, zaman içerisinde de bu konak müze haline getirilmiş. İnanılmaz güzel ve keyifli bir yer. Aslında oldukça küçük 2 katlı girişte sağda büyük bir salon solda ise yemek odası, üst katta banyolar, yatak odası ve yaver için hazırlanmış bir oda. En üst kat ise depo olarak kullanılmış. Konak son derece sadece ama inanılmaz zevkli döşenmiş. Aslında Konak'tan da güzel olan bir şey var burada o da, konağın yer aldığı bahçe..



Thursday, September 28, 2006

'Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek'.
Dediği gibi şairin;
O telaşla, bırakın Paris yolunda ılık
Rüzgârlara taratmayı saçlarımızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz...
Gözümüz saatte söyleştik hep,
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık.
Hep yetişilecek bir yerler vardı
Aranacak adamlar, yapacak işler...
Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı;
Başkalarının hayatı, bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine;
Kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
Ha babam erteledik.
20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını, 30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere... Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize...
Doyasıya söyleşmek,
Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda,
Söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor
Yanınızda...
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda,
Bir de bakıyorsunuz ki,
Tedavülden kalkmış.

Kesin olmamakla beraber Erel Bleda'nın olduğu sanılıyor......

Friday, September 22, 2006

ULU ÇINAR

Bursa'da Uludağ'a çıkarken yolun başında hemen bir tabela görürsünüz "Ulu Çınar" diye. İşte oraya saptığınızda sizi karşılayacak görüntü 565 yaşındaki çınar ağacı olacaktır. Bursa'dan sevgiler

Friday, September 15, 2006

3 haftalık Kayseri macerası da cuma günü bitti. Antep kadar olmasa da Kayseri de güzel bir şehir, Ankara'nın küçüğünü düşünün öyle bi şehir işte :) Mantısı pastırması ünlü ben de yedim bolca, ama maalesef ne mantıyı ne de pastırmayı iyi yapan bi yer bulamadık. Buna rağmen hayatımda yediğim en güzel İskender kabaplardan birini yedim Elmacıoğlu Lokantası'nda. Yolunuz düşerse tavsiye ederim mutlaka gitmeniz gereken yerlerden bi tanesi. Bunun dışında yukarıda bahsettiğim yöresel yemekleri yapan bir yer arıyorsanız Kaşık-la yı öneririm ama dediğim gibi sizi öyle zevkten mest edecek bi tat beklemeyin. Yandaki resimde iki geçen cumartesi gittiğimiz küçük Kapadokya turundan bir resim var. Avanos'ta çömlek atölyelerinden birinde çekildi....


Yanda ise Avanostaki Saç Sergisi'nden bir fotoğraf var. Gözlerime inanamadım gerçekten, kocaman bir oda düşünün duvarlara asılı olan saçlardan duvar rengi görünmüyor. Her milletten insan saçından bir tutam kesip bir kağıda ismi ve adresi ile beraber asmış. Gerçekten hayret vericiydi..









Evet burası da Göreme açıkhava müzesi, ilk hristiyanların yerleştiği yerler buralar. Tamam ülkemizin kültürel mirası korumak yatırım yapmak para kazanmak lazım ama biraz da mantıklı olmak lazım garip uygulama yapmışlar girişte: Giriş 10 YTL, bununla beraber içeride Kara Kilise var. Tam giricem görevli durdurdu, " Ücret 5 milyon dedi" kulaklarıma inanamadım. Kapıda verdiğimiz 10 ne oluo dedim. Burası özel burdan da 5 alıyoruz dedi. Resmen şok oldum :)





Ortahisar Kalesi

Yandaki resimde de ortahisar kalesinden bir resim var. Ben sanatsal çalışayım dedim olmadı :)











Burada da yine Ortahisardaki Kızılçukur vadisinden bir görüntü var













Tanıştırayım....
Kiremitte pastırmalı yumurta











Ve Kayseri'den yerel bir tat:

Nevzine

Antep'in baklavasının eline su dökemez ama idare ettik işte ne yapalım :)

Sunday, September 10, 2006


PAMUK PRENSES

Evden çıktığımızda saat 4’tü, Ufuk’un piskopata yakın sürüşüyle saat dört buçukta Esanboğa’daydık. Uçak 10 dakika rötar yapmıştı zaten, akşam saat 6.30 gibi havaalanındaydım. Hemen taksiye atladım ve saat tam 7’de Ortaköy Feriyedeydim. Her ne kadar düğün saat 18:30 da başlasa da Pınar nikahın tam 19:30 da olacağını dolayısıyla o saati kesinlikle kaçırmamamı söylemişti. Tam zamanında ordaydım işte :)

Pamuk prenses derdim ona hep, simsiyah uzun dalgalı saçları vardı o zaman şimdi olduğu gibi, açık tenli ve elma yanaklıydı aynı pamuk prenses gibi.... Orta okulda tanıştık ilk, şimdi 6. sınıf diyorlar. O zamanlar onluk not sistemi bile vardı galiba :) En yakın arkadaşlarımdan biriydi, aslında 6-7 kişilik bir grubumuz vardı hep beraber dolaşan, biz de bu grubun üyeleriydik işte... Kader üniversitede de aynı okula ve aynı bölüme düşürdü bizi. Çoğu kez aynı proje grubunda çalıştık, çoğu kez ona yıktım tüm işleri onun sayesinde geçtik çoğu dersi kazasız belasız, beraber yeni türkü şarkıları söyledik şenliklerde, beraber içtik beraber sarhoş olduk, beraber güldük beraber ağladık....

Okuldan sonra yollarımız ayrılsa da ara vermedik hiç dostluğumuza, fırsat buldukça görüştük ayrı şehirlerde olsak da. İşte koştur koştur nefes nefese geldiğim onun düğünüydü galiba, kafam karışıktı biraz. Sonra tam söylediği saatte görüldü kapıda Emrah’la beraber. Mutlu olduğu belliydi, nikahları kıyıldı karı koca oldular......




Hem lise hem de üniversite arkadaşlarımı görme fırsatı buldum: Tarkana benzeyen Pınar,
Kanadalı Aylin, kardiolog Nihan... Bizim lise tayfası eğlenmeyi bilirdi de üniversite tayfası “BÜYÜK” adam olmanın verdiği ağırlıkla eğlenmemekte ısrarlıydı. Hepsini yavaş yavaş ısıtan şey düğün boyunca shot bardaklarında yapılan “sex on the beach” servisi oldu. Garson gençle tesis edilen iyi ilişkiler neticesinde eleman bardakları doldurduğu gibi bize geliyordu. En son 10. bardağımı içtiğimi hatırlıyorum. O sırada herkes hep bir ağızdan bağırıyordu: “Binlerce Dansöz vaaaaaaaaarrrrrrrrrrr” Yaşlar küçükte ama herkesin hayatından bir dansöz geçmişti galiba :) Saatime baktım tam olarak 22:30 du, bir an durdum ve düşündüm, saat 23:40 daki Kayseri uçağını kaçırırsam tam on saatlik otobüs yolculuğu yapmak zorunda olmak bir yana bir de mesaiyi kaçıracaktım, hemen Pınar’ın yanına gittim, annesi de oradaydı. Çok üzüldü kadıncağız düğünün şaklabanı gidiyordu :)

Taksiye bindiğimde saat 22:40’tı. Havaalanına geldim check inimi yaptım, otobüse bindim, otobüsten indim, uçağa bindim, kapılar kapandı ve uçak havalandı........

Ne geceydi ama işte uçaktaydım, kafam iyiydi. Hemen uyudum.

Umarım hep mutlu olursun Pamuk prenses

Monday, September 04, 2006

ZİYAFET

İşte Başak ve Ayşe'nin elinden çıkan leziz mi leziz "poğaça"lar... Bi şey yer misin diye sorduklarında bir an durakladım aslında. Ne ikram edeceklerdi bana ?? "Tam istediğimiz gibi olmadı ama idare ediceksin artık..." dediklerinde ben de "tamam hapı yuttuk" dedim içimden ne yalan söyleyeyim :)

Nerden bilebilirdim poğaçaların küçük birer lezzet şahaseri olacaklarını...

Öyle kolay kolay beğenmem aslında ben, hele ağız tadıma çok düşkünümdür. Mesela antepten sorna kebap olayına bir süre ara verdim çünkü ne Ankara'da ne İstanbul'da yediğim kebapların hiçbiri o tatların yerini dolduramadı. Neyse konuyu dağıtmayalım. Bi oturuşta götürdüm hemen 3 tanesini.

Yola çıkıcaktım Kayseriye doğru; arabamda yolculuk için gerekli olan her türlü araç gereç mevcuttu: Mp3'lerim, bi kaç tane elma, bi o kadar şeftali, 2 küçük su, güneş gözlüğüm... ama poğaçalar da katılınca yolculuk tam bir keyif oldu benim için :)

Öyle zevkli yedim ki sanırım dayanamadılar bir 3 tane de yolda yersin diye yanıma verdiler. Ama ben bu şölenin erken bitmesine razı olamazdım. Bir tanesi yolun başında dayanamayıp lüp diye mideme indirsem de diğerlerinin infazını geciktirdim azcık. Vanilla Sky 'daki pleasure delayer consepti gibi yani, ya da Ahmet Haşim'in "Merdiven" şiirinde bahsettiği gibi ağır ağır çıkmalıydı bu merdivenleri. 3 tane poğaçadan biri anında mideye inmişti bile. Ama kalan iki taneye daha çok zaman ayırmalıydım. Öyle de yaptım zaten. Akşam 9 gibi Kayseri Hilton'daki odama yerleştim. Önce poğaçaların içinde olduğu kabı açıp baş köşeye yerleştidrim, sonra onlar gözümüzün içine bakarken yavaş yavaş bavulumu açıp eşyalarımı yerleştirmeye başladım. Eşyalar raftaki, takım elbiselerim de askıdaki yerlerini bulunca poğaça kutusunu elime alıp televizyonun karşısındaki koltuğa yerleştim, televizonu açtım; ama hala zamanı vardı onların. Bu şölene uygun bi müzik bulmalıydı :) tatil keyfimizin vaçgeçilmez kanalı powerturku açtım ve kalan iki poğoçdan bir tanesini yavaş yavaşş mideme gönderdim :)

Sonuncusu var gücüyle çağırsa da beni onu sabaha bıraktım. Kahvaltıda ayrı bir keyifli olmalıydı mutlaka. Tahmin ettiğim gibi olmuştu en tatlı gelen sonuncusu oldu gerçekten :) Düşünün 3 küçük poğaça nelere kadir? Küçük bi deneme bile yazdırdılar adama...

Teşekkürler Başak ve Ayşe

bu harika ziyafet için...

Monday, August 28, 2006



İSTİKLAL

Bir ankaralı İstanbul'a gidince nereye gider? Önce boğaza sonra da İstiklal Caddesine galiba. Ben de öyle yaptım. İlk balığımı İstinyeyedeki Takanik'te yedim. Aslında çingene palamutunu çok sevmeme rağmem nedense içimden bi ses Levrek yememi söyledi. Ben de nedense çok güvendiğim o sesi dinledim her zamanki gibi... Hikmet'se palamutta karar kıldı. İyki de dinlemişim içimden gelen o sesi. Palamutlar gerçekten insanın içini parçalıyacak kadar küçüktü. Levrek de tam kıvamındaydı hani, hele o harika bol beyaz peynirli Amasra salatasının yanında tadına doyum olmadı. Bu güzel yemeği tahinli helva ile taçlandırmasak çok ayıp olurdu gerçekten :) Onu da yaptık tabiki.. Böyle yemeye devam edersem maratoncu edasıyla yaptığım sporunda bi anlamı kalmayacak galiba.

Yemekten sonra kahvelerimizi içmek için en uygun yer Bebekti... Starbucks'a karşı olmama rağmen (Amerika kıtasının kahveyle tanışması bizim tanışmamızdan yüzyıllarca sonra gerçekleştiği düşünülürse, kahve konusunda hakimiyetlerini kabul etmemiz son derece saçma geliyor bana) Bebek'teki yerleri çok güzel olmuş. Şanslıysanız ve deniz kenarında yer bulabilirseniz dalgaların üzerinize sıçrattığı boğaz sularını da göze almanız gerekiyor....

İkinci durağımız yukarıda söylediğim gibi İstiklal Caddesi oldu. Ozan ile Nevizadeye gittik. Antepte kebaba doymuş bi adamın İstanbulda yiyeceği tek şey balık olur. Ben de yine balık yedim, yalnız bu sefer öksüz bırakmadım zavallı Çuprayı, kadim dostu rakıyı da yanında baş köşeye yerleştirdim. Önce bir küçük yaş üzüm rakısı, biraz kavun, peynir, kırmızı biber salatası, midye... Kapanışta bi küçük rakı daha. Keyfimize diycek yoktu valla. Hiç nargile içmem ama Çağlayan'ın da bize katılmasıyla gelen Tophane teklifine hayır demek mümkün olamadı. Size tavsiyem rakının üzerine nargile içmeyin. Öyle bir hata yaptıysanız bu hatayı nargilenin üstüne bira içerek hiç perçinlemeyin :) Herşey bi yana tüm cumartesi uymak zorunda kaldım.

Peki balığa doydum mu?

Tabiki hayır. Haftaiçi iş arkadaşlarımızla Kireçburnundaki Pascatore'ye gittik. Hatta son perşembe İstiklaldeki Victor Levi'de bile balık yedim. Kayseri'de başıma gelecekleri tahmin etmiş olmamdan heralde biraz. İstanbulda geçen güzel iki haftanın sonunda cuma günü Ankara'ya dönüp pazar günü de pastırması ve mantısıyla ünlü Kayseri'ye hareket ettim...

Daha alışamadım bu blog işine geriden geliyorum oldukça. Bi dahaki sefere Başak'ın yaptığı harika poğaçalardan bahsedicem :)

Wednesday, August 23, 2006

İşte Zeugma Müzesi'nin başyapıtı: Çingene Kızı

Roma İmparatorluğu döneminde doğuya giden ticaret yolunun korunması amacıyla Fırat nehri kıyısına Şimdiki Gaziantep iline oldukça yakın bir yere Zeugma kenti kurulmuştur. Ticaret yollarına hakimiyeti ile kısa sürede zenginleşen kent, sanatçılar yetiştirmeye başlamış, bunda da oldukça başarılı olmuştur. Fırat nehrinden çıkarılan değişik renkteki taşlardan yukarda gördüğünüz gibi yüzlerce mozaik yapmışlardır. Bu mozaikler genelde yaşadıkları evlerin duvarlarını veya zeminlerini süslemek için kullanılmış. Şehir MS 256 yılında Persler tarafından istila edilmiş ve yakılmıştır. Mozaiklerin büyük kısmı küllerinin arasında yüzyıllar boyu bozulmadan korunabilmiştir. 1990'lı yıllarda kazı çalışmalarına başlanmış, 2000 yılına değin yüzlerce mozaik kurtarılmış (tabi avrupaya kaçırılanları saymıyorum bile) 1998 yılında bile hala hırsızlık olayları devam ediyormuş. Zeugma açık hava müzesinin yaklaşık % 30 luk kısmı şu anda Birecik barajının suları altında, kurtarılan eserler de Gaziantep müzesine getirilmiş. Müze sergilediği mozaikleri ile Tunus Müzesinden sonra en geniş mozail koleksyonuna sahip olan müze durumunda... Henüz sergilenmeyi bekleyen diğer mozaiklerle beraber Tunus müzesinin bu konudaki liderliği şimdilik tarih olacak gibi....

Gelelim çingene kızımıza....
Başlığı ve alnının kısa olması sebebiyle bir çingene kızı olduğu düşünülmüş, bununla beraber gözleri ve alın yapısıyla kimi arkeologlar tarafından Büyük İskendere de benzetilmekte...
En yaygın görüşlerden biri de bu mozikte toprak ana GAİA 'nın tasvir edildiğidir. Ağız kısmının 1950-70 yılları arasında yapılan kaçak kazılar sonucunda çalındığı düşünülmektedir. İnsanın içine dolan huzurlu bakışları ile avunmamız gerekiyor sanırım....

Antepten ayrılalı nerdeyse iki hafta olucak, iki haftadır İstanbul Ortaköy'deyim. Kim bilir zaman bulursam belki burda yaptıklarımı da yazarım. Pazartesi Kayseri'de olacağım.
İstanbuldan sonra zor olacak....

Tuesday, August 15, 2006



AYINTAP
Yaklaşık 2 aylık Gaziantep macerası geçtiğimiz cuma günü maalesef sona erdi. Türkiyede şehrin göbeğinde bu kadar büyük bir parkı olan bir başka şehir olduğunu düşünmüyorum. Yukarda Gaziantep'in tam merkezinde uzanan büyük parktan sadece ufak bir kesit görebiliyorsunuz. Gaziantep kendine has kültürünü yaşatabilmiş, son derece gelişmiş medeni bir şehir. Yolunuz düşerse mutlaka yapmanız gerekenler:
İmam Çağdaş'ta (Suburcu)
Ali Nazik
Fıstıklı kare baklava yemek
Çulcuoğlu'nda (Pazaryeri)
Altı ezmeli antep kebap
Künefe yemek
Çavuşoğlu'nda (Suburcu)
İçli Köfte yemek
Zeki İnal'da
Fıstık ezmesi yemek
Kartal Tepesi'nde (Adana yolu) inanılmaz şehir manzarasına eşlik eden güneş ile beraber akşam yemeği yemek
Dorian'da eller havaya yapmak
Mado'da tüm tatlılar güzel...
Bakırcılar Çarşısı'nı gezmek (Pazaryeri)
Gaziantep Müzesi'ni daha sonra anlatmayı düşünüyorum :)
Heycan böyle yaratılıyor galiba
Ben bunların hepsini yaptım, maalesef çok yapmak istediğim halde yapamadıklarım da var. Mesela Türkiye'nin en büyük hayvanat bahçesini göremedim :)


Thursday, August 10, 2006


İşte hayatım: Sualtı Hokeyi
Elimde paletlerim, yer anıttıpe yüzme havuzu
Oyunun kuralları basit: 10 kişilik iki takım 15x25 boyutundaki derinliği 2 m-3,5 m arasında değişen havuzda uzunluğu 3 metre olan karşı takımın kalesine ağırlığı 1,3 kg olan puck'ı sokmaya çalışıyor. Maske, palet, şnorkel tek ihtiyacınız olan şeyler. Bir de tabi havuz :)

Tuesday, August 08, 2006

Selammmm
Ben geldim. Şimdi o kadar acemiyim ki, yavaş yavaş çözücem bu işi. O nedenle ilk elin günahı olmaz. Gülmek yok benim sayfama.

Çandarlı burası: Ankaraya uğramadan önce hele hele antepe gelmeden çokk önce tatil yaptığım ve büyük bir olasılıkla daha en az 1 sene yüzünü göremeyeceğim, buzzzz gibi suyuna giremeyeceğim, deniz kenarında rakısının elinden tutup balıklarını yüzdüremeyeceğim yer :)