Monday, December 31, 2007

Ben bu blog olayına daha önce defalarca karar aldığım halde bir türlü başlayamadığım günlük tutma hadisesine katkı sağlar belki diye düşünerek girdim. Aslında bir günlüğüm var ama en son ne zaman yazdığımı hatırlamak için mutlaka açıp bakmam lazım. Hani bazı şeyler içten gelir derler ya, gerçekten de öyle. Ben kendimi bildim bileli, başta ailem olmak üzere çevremdeki herkes mutlaka günlük tutmam gerektiğini, böylelikle hem hayattan aldığım dersleri unutmayacağımı hem de anılarımın her zaman canlı kalacağını öğütlediler bana. Maalesef herhangi bir zamanda başladığım herhangi bir günlüğe 3-5 konudan fazla giriş yapamadım. Bu konudaki en ciddi girişimim ise, kahramanın başından geçenleri günlüğü aracılığı ile aktarmasından olacak Amin Maaoluf'un 100. ad kitabını okuduktan sonra oldu. Hayatımın kitaptaki karakter kadar heyecanlı olmadığı anlamamla ise sona erdi.

Neden ailemin günlük tutma öğüdünü dinlemediğim halde "oğlum spor hayatının parçası olsun" öğüdünü ise obsesif derecede tuttuğumu hala düşünüyorum mesela. Neyse efendim, zaten kırk yılın başı yazıyorsun bir de lütfen konuyu dağıtma diyenlere hak veriyor ve sanırım neden daha sık yazmadığımı soranlara da bir nebze açıklama getirmiş olduğuma inanıyorum. Buı soruyu soranların sayısı da benim günlük defterlerimdeki sayfa sayısından fazla değil bu arada :)

Kardeşim el işlerine ne kadar yatkınsa ben de bir o kadar uzağım bu konulara. Evde ne bozulsa Ufuk ilgilenir mutlaka. Daha küçükken bile yepyeni oyuncaklarımızı hiç tereddüt etmeden (daha sonra birleştirmek üzere) tek hamlede darmadağın ederdi benim şaşkın ve umutsuz bakışlarım arasında. Eğer azcık hiperaktif olmasaydı, harika bir elektronik veya makina mühendisi olacağından şüphem yoktu hiç. Sanırım el işlerine olan bu yatkınlığı da anneme çekmiş. Annem senelerdir sürdürdüğü porselen boyama seanslarını arkadaşları ile açtığı ortak sergi sonrasında biraz askıya alarak ahşap boyama işine el attı son bir kaç senedir ve yılbaşı için harika bir ağaç yaptı boyanan bu ahşaplardan.

Hayranlıkla izliyorum kendisini, bir insan elini attığı her işi bu kadar mı güzel yapar. Oldukça erken evlenip üniversite bile okumaya fırsat bulamadan bizi doğurmasına üzülmüşümdür hep. Gerçekten hayat garip, süprizlerle dolu. Kim bilir nerelerde olacaktı eğer tamamlamış olsaydı eğitimini. Kardeşim ben ve babamla beraber evde 3 erkeğiz. Tabi anneme çektirdiklerimizi anlatmama gerek yok sanırım. Erkek çocuğuna toplumumuzca yüklenen bu güçlü ve sert olma misyonundan mıdır nedir, kendisine duyduğum sevgiyi asla gösteremiyorum anneme. Arada bir dallamalıklar yapsam da seni çok seviyorum anne. Sadece söylemek istedim.

Geçen ay içerisinde 15 gün kadar Kayseri'ye gittim. Orada kaldığım süre boyunca geçen 2 haftasonundan birinde çalıştım diğerinde ise eve döndüm. Sanırım Kasım sonuna denk gelen bir pazartesi sabahı saat 7 de yola koyulduğumda karşıma çıkan manzara harikaydı. Hayır aşağıda gödüğünüz şey kar değil.... Kırağı ya da kırç mı demeliydim. İkisinden biri işte, ama her taraf sanki kar yağmış gibi bembeyazdı. "İşte huzur bu" dedirtti bana


Efendim konudan konuya zıpladık ama en önemli mevzuyu sona bıraktık. Bir erkek sevgilisinin çantasında mağazalarda çalınmaya karşı önlem olarak konan küçük beyaz mıknatıslı alarmlardan görürse ne yapmalıdır. Sevgilinin "allah allah bunu da üstünde nasıl unutmuşlar hayret" açıklaması inandırıcı mıdır? :) Korkmalı mı?


Yaw neden fontu bozuldu bu aptal yazının ??????????

Wednesday, December 26, 2007

Delirmek üzereyim. İşin içinden çıkabilen varsa lütfen bi haber etsin :)


Pearls Before Swine

Sunday, November 18, 2007

Kasım ayı geldi de geçiyor bile, peki neden hala bu aptal kara sinekler uçuşuyor havada. Tamam sersemlemiş olmaları ezilmelerini kolaylaştırıyor. Ama zaten zaman baskısı altında çalışmak durumunda bırakılan ben, neden bir de görevlerim arasına sinek avcılığını eklemek durumunda kalayım ki?

Geçen sene de gelmiştim kayseriye. Nasıl ki uzun süre görmediğiniz bir çocuk son gördüğünüzden bu yana uzamış oluyorsa, daha doğrusu siz bunu gözle görülür bir şekilde fark edebiliyorsanız, ben de bu şehirdeki büyümüyi aynen böyle fark ediyorum sanırım. Ankara yolu istikametinde hızlı gelişiyor şehir sanayii analadığım kadarıyla.

Ben en büyük i. yi bizim İ. Melih zannederdim. Bu şehrin belediye başkanı sanırım bizimkinden de büyük bir "İ". Ankara yolu ve şehrin merkezi konumundaki Sivas caddesi gerçekten inanılmaz derecede geniş caddeler. Abartmayayım ama en az 4-5 şeritli caddeler(miş) bunlar. 1950 lerde belediye başkanlığı yapan Osman Kavuncu bu kadar geniş yapınca bu yolları dalga geçmiş eşraf haliyle. Adam ileri görüşlüymüş ama maalesef günümüzde bu da yetmiyor sanırım bir şehri güzelleştirmek için. Şimdiki belediye başkanı bu geniş güzelim Sivas caddesine, şehrin "kesinlikle" olmayan trafik sorununu çözmek için milyon dolarlar gömüp gereksiz bir tramvay projesine imza atmış. Geçen sene geldiğimde caddenin durumu içler acısıydı. şimdi biraz daha iyi ama şehirde olmayan trafik sorunu bu tramvay çalışmaları nedeniyle ciddi problem haline gelmiş durumda. Hayır bu çalışmalar bitince de azalmayacak inanın bana (Bence kolay kolay bitmez zaten. Raylar şimdiden pas içinde) Koca cadde düşmüş 2 şeride. Caddenin ortasında tamamen gereksiz 2 tane devasa alt geçit (bu kadar büyüğü ankarada bile yok). Altınddan tek tük araba geçiyor. Tüm trafik yukarıda maalesef. Nedir bu demokrasiden çektiğimiz diyecek duruma getirdiler ya bizi. Helal olsun valla.....

Şehrin vazgeçilmezi elmacıoğluna gittim yine iskender yemeye. Yine Kayseri Parkı gezdim. Yine bol bol vakit geçirdim otelin spor salonunda....

Monday, November 12, 2007

Thursday, November 01, 2007


Dönmeden önce en son Nallıhan'daydım. Beypazarına 60 km mesafede küçük ve şirin mi şirin bir ilçe. Ekim başı gibi gittim oraya. İlk gün yapmam gerekenleri bitirdikten sonra saat 8 gibi dışarı çıktım. Kapının önünde bir amca atladı üstüme, sarıldı boynuma kendinden beklenmeyecek bir güçle. Yaşı 70-75 civarı olsa gerek. 15 dakika konuştu hiç durmadan, sözcükler birbirlerini bekleyemeden dökülüyordu ağzından... o kadar hızlı konuşuyordu ki dediklerinin yarısını anlayamıyor, mimiklerinden ve jestlerinden çıkarabildiğim kadarıyla anlamış gibi tepki veriyordum. Konuşurken mütemadiyen elleriyle göğsümü, omuzumu kolarımı dürtüyordu. O kadar güçlüydü ki sallanmadan ayakta durmakta zorlanıyordum. Sonradan müdür geldi tanıştırdı bizi....
Mustafa amcaya "Yorgancı" da denirmiş çoğu zaman. Şubenin en eski müşterisi olduğu gibi, ilçenin de en eski esnaflarından. Lakabının yaptığı işle alakası yok. Hikayesi ise işte burada:
1950 lerde Mudurnunun köylerinden birinde, bir düğünde konuklardan bir tanesi içkiyi fazla kaçırıp da tatsızlık çıkarmaya başlayınca duramamış bizim Mustafa amca kavgaya tutuşmuşlar adamla. Sonu da hayırlı olmamış bu kavganın, daha 20 sine bile basmamış olan Mustafa amca çekmiş vurmuş adamı. Adama mezara, kendi hapise. 10 yıl kalmış içeride, yorgancılık öğrenmiş, büyük usta olmuş. Dört bir yandan özellikle onun yorganlarını almaya gelirlermiş. O gün bu gündür "yorgancı" kalmış adı. "Çıktıktan sonra evime dönemezdim, bakamazdım bizimkilerin suratına" dedi Mustafa amca bir konuşmamızda. Nallıhana gelmiş yerleşmiş. O zaman nallıhanda ticaret yok. Halk tarımla uğraşıyor. Çıkmış gelmiş bizim müdürün karşısına, anlatmış başından geçenleri. Müdür inanmış, kol kanat germiş destek olmuş. Çalışkan adammış zaten, gece gündüz durmadan ter akıtmış alınından. Seneler geçmiş, sıfırdan Nallıhan'ın en varlıklılarından biri olmuş Mustafa amca ilçenin. Kazandığını yatırıma harcamış, kenara bir kaç kuruş koymadan işine yatırım yapmış hep. Bizim bankanın kendisine destek olmasını de unutmamış varsa yoksa xx bankası. Ağzından düşürmüyor bir saniye bile eski müdürleri....
Tüm ilçenin saygısı sonsuz Mustafa amcaya. Ben de 1 aylık kısa ziyaretimde bol bol konuşma fırsatı buldum kendisiyle. Yemek yedik, kahve içtik, dolaştık kimi zaman. Ama bu esnada hiç vazgeçmedi Mustafa amca beni elleriyle dürtüklemeyi. Yanına giderken güreşmeye gider gibi hazırlanıyordum. İnsan büyük şehirde unutuyor sevgiyi saygıyı maalesef. Yani orda da sevgili ve saygılı olduğun insanlar var ama bu başka, çok başka. Sayesinde hatırladım bu duyguları....
İşimizin tabiatı gereği iş ortamında maalesef pek de çok sevildiğimiz söylenemez. Ama 4 senedir ilk defa bir yerden ayrılırken birilerinin gerçekten üzüldüğünü hissettim. Veda etmeye gittim Mustafa amcaya, dükkana girdim. "Mustafa amca ben gidiyorum, işim bitti" dedim. Atladı sarıldı boynuma, örneği olmayan bir şekilde eğildim elini öptüm. "Bu banka senin mustafa amca sayende buralara geldik" dedim. Ben de ona sarıldım. Gözleri dolmuş yorgancının. Benimkiler gibi. İlk defa ağladım bir yerden ayrılırken...
"Yine gel, mutlak gel, bende kal" dedi. Söz verdim. Yola koyuldum, verilmiş ve unutulmuş sözler aklımda...

Friday, October 26, 2007


Dün Ay Dolunaydı. Büyük şehirde yaşadığımızdan olsa gerek unutmuşum ayın ne kadar aydınlatabildiğini geceyi. Abartılı olacak belki ama alacakaranlık vardı nerdeyse...
Değişik bir huzur içimde, maraton bitti dönüyorum...
Ama ne kadar süre için?
Yarın bir gün bir telefon gelmeyeceğinin garantisinin olmadığını bilerek,
yarı ürkek yarı mütereddit yarı tedirgin
olsun yine de "Ay" la beraber yolculuk etmek güzeldi...
resim http://www.solstation.com/ adresinden alınmıştır

Wednesday, September 26, 2007

Efendim bu sobeleme ve sobelenme işinden pek hoşlanmasam da, sağ olsun önce butejoy sonra da melo ve horatio sobelemiş beni. Maalesef bu aralar fazla yoğunca çalıştığım için şimdilik melonun ebelemesi kolay olan sobesine icabet edeceğim. So much to write, so little time.

187. Sayfa
"İçer, içer kahraolasıca" dedi.

hehehe çok kısa oldu biliyorum ama ilk cümle buydu, sahtekarlık yapamam.

Saturday, September 22, 2007

Haftasonu, aylardan en sevdiklerimden biri olan Eylül. Suluovadyım. Dışarısı çok güzel; ne sıcak ne soğuk, ılık değil ama biraz serin. İlçenin pazarı bugun, her taraf tezgah. Şubede çalışıyorum. Şubenin önüne işportacı tezgah kurmuş, bağırıyor: "gel ayakkabıya gel, geeeelll, istanbuldan bunlar 10 liraaaa gelllll gellll. Beynimin içine bağıryor sanki. Sanki biri para vermiş de özellikle kurmuş buraya tezgahı. İçerisi haftaiçinin aksine hadavar. Etrafta sinekler uçuşuyor, 3 tanesini öldürdüm sabah 10 dan beri. Daha hala uçuşuyorlar, sanki sineklerin asla bitmeyeceği bir bilgisayar oyunundaymışım da level atlıyormuşum gibi. X geldi demin, "bir şeye ihtiyacınız var mı?" dedi ve gitti. Dinlenmeye ihtiyacım var diyesim geldi tuttum kendimi. Önümde GDR, yarın akşama kadar bitirmek istiyorum....Bugun de çok çalışamıyorum zaten

Monday, September 10, 2007

Sağ olsun herbert efendi duyurmuş başarımızı kendi sayfasında. Evet 1 senelik yoğun bir çalışma programı sonunda ODTU Sualtı Hokey Takımı olarak şampiyon olmayı başardık. Ben 5 seneden fazla bir zamandır bu sporla ilgileniyorum. Serbest Dalış antrenmanına kaptanımız Özgür elinde sopalar ve bir adet puckla geldi bir gün. Sanırım 2002 senesinde net hatırlamıyorum. "Arkadaşlar 1 hafta sonra Konyada turnuva var gidelim mi ne dersiniz" dedi. Biz manyaklar ordusu atladık hemen bu öneriye. O gün bugündür, yoğun çalışma temposuna, senenin yarısı anadolu yollarında olmama aldırış etmeden, elimden geldiğince yaptım bu sporu. Haftanın en az 3 gününü havuzda geçiriyorum, fırsat bulursam da koşu falan yapıyorum. Ama yine de yaptığım işle bu sporu yürütmek çok zor oluyor. Bir de özel hayat arkadaşlar vesaire girince iyice zorlaşıyor herşey. Ama yine de bırakmadım bu sporu hiç, böyle meydan okyorum belki de hayata...


4 günde 6 maç yaptık, hepsini de kazandık. Kolay geçmesi beklenen maçlar zor, zor olması beklenenler kolay geçti. Su çok ama çok soğuktu, hakemler hastalandığı için son gün maç yönetecek insan bulamadı federasyon. Aslında takımda 17 kişiyiz, ancak artık aramızda sadece öğenci olan kalmadı. Kimimiz çalışıyor kimimiz okuyor ama okuyanlar da aynı zamanda çalıştıkları için çok zor oldu turnuvaya gidecek yeter sayısına ulaşmak. Mesela final maçı niteliğindeki Telekom maçına katılabilmek için Hüseyin (solda kızarkadaşı Şahikaya sarılan) cuma akşamı otobüsle balıkesire gelip cumartesi akşamı otobüsle geri ankaraya döndü. Levent abi (kel olan) tatilini yarıda kesip cumartesi sabah geldi (eminin eşi onu öldürecek). Kendimi hiç anlatmyorum, kat ettiğim mesefeyi duysanız "bu herif kafayı yemiş artık okumayalım" dersiniz. Bu arada ben sağ alt köşede futbolcular gibi çömelmiş poz vermekteyim.

İlk gece polisevinde yer bulduk. Fiyatları da uygun görünce daha ilk günden bi moral yemeği düzenleyelim dedik, eee yemek de rakısız olmaz tabiii. Çok içmedik ama (yerseniz)

Maç aralarında da Balıkesiri gezdik. Balıkesir küçük fakat düzenli, yeşil, modern ve şirin bir şehir. 6 Eylül Balıkesirin kurtuluş törenlerini izledik. Gösteri yürüyüşünde iş makinaları çöp arabaları falan geçti gül gül öldük. Höşmelim yedik bol bol. ODTU de makina doktorası yapan arkadaşımız Koray boş mideye 1 kilo tatlıyı tek başına midye indirince turnuvanın en önemli maçından önce ishal oldu. Demek ki neymiş 1 kilo höşmelim yenmezmiş bir oturuşta...

Efendim sonra bu 4 gün içerisinde öğrendiğimiz bir başka önemli bilgi de cliolar 7 tane azmanı aynı anda taşıyabiliyormu. Koskoca takımda 2 tane araba olduğu için 7 şer kişi bindik arabalara, maçlarda olması beklenen vucut deformasyonları arabada oluştu. Son gün yarışmaya katılan 200 civarı sporcunun 10 tanesinden kura ile doping kontrolu yapıldı. Şansa bak bu 10 kişiden biri de bendim. Verdiler elime bir kap "hadi bunu doldur bakalım". Diğer Ankara takımı Kurt Y.İ. den İnanç, gözümüzün önünde 1 şişe su 1 kutu ice tea ve 2 kutu bira içmesine rağmen tam 2 saat bekledi doldurabilecek kıvama gelmek için. Demek ki neymiş biri omuzunuzun üstünden işeyip işemediğiniz görmek için baktığında, o iş çok zor oluyormuş

Kupamızı alır almaz hep beraber havuza atladık eşofmanlarla, yüzdük güldük boğuştuk. Ve döndük yine kürkçü dükkanımıza....

Kupa resimleri elimde olmadığı için koyamadım belki sonra koyarım bir ara...

Wednesday, September 05, 2007

Sonunda büyük gün geldi, bu akşam balıkesire doğru yola çıkıyorum. Nedenini açıklayınca hemen gülüp bu herif kesin deli diyeceğinizi biliyorum ama, 6-9 Eylül tarihlerinde Balıkesirde düzenlenecek olan Sualtı Hokeyi Türkiye Şampiyonasında biz de yerimizi alıyoruz ODTU olarak. İçinizden "Yahu dodo yeme bizi, okeye 4. aramak için sualtına inmeye ne gerek var" diye düşünme olasılığınız olduğunu bildiğim için aşağıda bu sporun neye benzediğini görmeniz amacıyla bu sene Bari'de yapılan dünya şampiyonasında Türkiye ile Slovenya arasında yapılan maçın 2. yarısını koydum. Milli takım kampının 1 aydan uzun sürdüğü göz önünde bulundurulursa sanırım iş hayatında deliler gibi çalışmata olan benim neden Bari'ye gidemediğimi anlatmaya çalışmam yersiz olur.

Ama Balıkesiri kaçıramazdım. Geçen cuma izin almak için aradım bizim patronu, "efendim kem küm, haftaya kem küm, bi sualtı hokeyi turnuvası var da, kem kümmmmm, işte efendim mümkünse 2008 iznime mahsuben bir 2 gün izin istiycektim". Tepki beklediğimden olumlu oldu. "Suyun üstünü bitirdiniz de altına mı geldi şimdi sıra. Uygundur, bence sorun yok". Derin bir ohhh çeken ben hemen giriştim ulaşım imkanlarını sorgulamaya. Bu süreç ayrı bir post konusu olur o yüzden fazla ayrıntıya girmiyorum.

Bekle bizi Balıkesir

Friday, August 31, 2007

HAFTANIN SONU (Pinhani)



cuma günleri valiz hazırlamak gibi

cuma günleri seninle ilkbahar gibi
ellerini alıp dokunmamak gibi
gözlerini görüp de bakmamak gibi
hiçbir cumartesi günüm bi türlü yetmedi

asla cumartesi gece sabahla bitmedi
ben seninim, gece benim sabah benim
sen beni hiç düsünme, ben hep böyleyim
haftanın sonu bi nakarat gibi

haftanın sonu, hep aynı sözleri
pazar günleri pazartesi alır beni

pazar günleri elimdeki balık gibi
gözlerini görürken aglamak gibi
kiymetini giderken anlamak gibi
haftanın sonu bi nakarat gibi

haftanın sonu, hep aynı sözleri
haftanın sonu bi nakarat gibi
haftanın sonu , hep ayni günleri

Uzun zamandır "hah işte bu şarkı benim şarkım" dediğim bir şarkı çıkmamıştı karşıma

Tuesday, August 28, 2007

Volver*



Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uzak mı uzak bir diyarda güzel mi güzel bir kız yaşarmış....

Evet efendim yedik “masal” gibi iznimizi bir çırpıda, oturduk yeniden klavyemizin başına. Bazen kafamda çakan küçük şimşekler çok eski kıyada köşede kalmış anıları canlandırıyor nedense ve nasıl oluyorsa? Mesela 3-5 yaşındayken oynadığım oyuncaklarım geliyor gözümün önüne, ya da izlediğim çizgi filmlerdeki kahramanlar canlanıyor bir anda (aman tanrım yoksa deliriyor muyum :) Neyse ne, kim bilir. Bugün de bilgisayarı açınca teyzemin (ki annemin teyzesi olur aslında kendisi, ancak annemin anneannesi, yani anneannemin annesi erken yaşta öldüğü için en küçük kızını ablasına emanet etmiş. Yaşı da çok fazla olmadığı için oldukça geniş bir kuzen grubu teyze der kendisine) biz küçükken anlattığı masallar geldi aklıma. Şimdi düşünüyorum kesinlikle TRT de masal falan anlatıyordu gizli gizli. Aman tanrım bu nasıl bir kabiliyet, ailenin çocukları etrafına toplanır saatlerce dinlerdik anlattığı masalları çıt çıkarmadan ve büyüsü bozulmasın diye anlamadığımız yerleri sormaya bile korkarak. Öyle kırmızı başlıklı kız, külkedisi masalları da değildi anlattığı. Cinler, periler, arap bacılar, prensler, prensesler, atlar, develer, zümrüdü anka kuşları, cüceler vesaire.... Anlatır anlatır, aralarda da eklemeler yapardı “atlarına bindikleri gibi koyuldular yola, atlarının başına nereye vurursa”. Neyse efendim konu çok dağıldı, neden bahsedecektim ben. Hah, tıp dünyasının üzerinde ciddi araştırma yapması gereken yeni bir hastalık

İDAOİEAYTS = İzin dönüşü adapte olamama, istifa etme arzusuyla yanıp tutuşma sendromu.

Şaka bir yana insan her şeye alıştığı gibi bu sendroma da alışıyor sanırım zamanla. Hatırlıyorum da 2005 yazındaki ilk iznimin dönüşü babamı arayıp “ xxxx böyle işi, ben dönüyorum” dedikten sonra direkten dönmüştü bu ceket alıp çıkma fantezisi. “Hay gayret diyerekten” sıktık dişimizi. Bulunduğum yeri Zile olması da etkiliydi sanırım bu buhranda.

Pazartesi sabahı işe dönmek için yola çıkmak üzere hazırlanırken müzik kanallarından birinde şu klibe denk geldim. Yahu böyle mi güzel gelir bir adama bu video, inanın yarısını denedim o hareketlerin. Hoppidi hoppidi zıpladım evin içinde. Gözlerimi kapayıp kendimi o klipte hayal edince kuş gibi hafif hissettim kendimi. Mutlu oldum neden bilmiyorum. O kadar özgür göründüler ki gözüme.

Sonra bavulumu hazırladım, arabaya yükledim. Takım elbiseler, ıvır zıvır, bilgisayar. Her şey tamam.

Tüh az kalsın unutuyordum bakın: Hayal gücümü de almışım yanıma. Yol yakınken dönüp bıraktım hemen. Hiç iyi gelmez şimdi İDAOİEAYT Sendromuna yakalanmış birine...
*çok sevdim bu filmi, kaç zamandır zorluyorum bir posta ismini vermek için

Wednesday, August 15, 2007

Herkese merhaba

Sonunda aylardır hayalini kurduğum izne çıkabildim. Maalesef cok ani bir sekilde çıkmam gerektiği için haber de veremedim kimseye :) :)

Tatilde internette geçirdiğim zamanı minize etmeye çalışıcam. Malum ekrana bakmadan klavyeye dokunmadan geçirilebilecek koca bir 10 gün duruyor önümde

Umarım bol resim ve bol bol dinlenmiş bir şekilde dönücem.

Tatile çıkamayackların anlayışına sığınıyorum bu tatil ilanı için bu arada :)

Görüşmek üzere
en yakın zamanda.....

Friday, August 10, 2007


Çarşamba akşamı saat 11 gibi çıktım işyerinden. Akşam yemeği pas geçildiği için otelin bulunduğu Sultanhisarda meydandaki Büyük ÇINARIN altında konuşlanmış köy kahvesine oturdum. Yaz tatili olması sebebiyle babasınına yardım ediyor olması muhtemel, etrafta koşuşturan küçük çocuğu çağırdım.


B: Tost var mı?

Ç: Yok ama istersen bakkaldan yaptırırım


B:Tamam içecek ne var?

(Biraz düşünür)

Ç:Vişne, şeftali


B: Tamamdır, ne kadar bi tost bi vişne

Ç: Bi dakka sorup geliyorum

(Zaman geçer)


Ç: 1 lira 75 kuruş

B: Al bakalım sana 3 lira, üstü de sana bahşiş


Çocuk elinde tostla döndüğünde 1 lira yetmiş beş kuruşu da diğer avucundaydı. Elime bırakmak istedi. Tersledim, şaşırdı. "Senin o" dedim, anlamadı. Sonra sanırım çözdü olayı, yüzünde güneş gülücükler gitti yanımdan.


O mu daha mutlu oldu yoksa o gülümseyi gördüğüm için ben mi bilmiyorum?



Tuesday, August 07, 2007

Nice Mutlu Senelere
Yok yok benim değil dodoland'in doğum günü bugün. 8 Ağustos 2006 tarihinde bir tatil dönüşü işe adaptasyon döneminde başladı bu macera. Öyle cok sık yazmadım. Cok da fazla okuyanım yok ama yazma konusunda hep büyük sıkıntılar yaşamış olan benim için çok farklı bir dönüm noktası bu. Yahu bir insan bu kadar mı nefret edebilir lisede kompozisyon yazmaktan. Konuşmak varken neden yazmak. Ama şimdi anlıyorum. Söylenmemiş söz yoktur derler. O nedenle özgün olma çabasında değilim: "gerçekten söz uçuyor ama yazı kalıyor". Benimle beraber olan herkese teşekkür ederim. Bu arada beni bu blog alemiyle tanıştıran ayşe'nin de hakkını teslim etmem lazım.

Not: sayfada yine bazı problemler başladı. Formatı değiştiremiyorum ve yorumları yayınlayamıyorum. Zaten son yazıya da çok yorum gelmemişti :) :) Herkese sevgiler

Monday, August 06, 2007

Hala gelmedik mi?


Enteresan varlık şu insanoğlu, kime sorsanız monotonluktan, tekdüzelikten şikayet eder. Ama yaratılışı gereği oldukça da statükocudur. Kendin etrafında, olabildiğince stres faktörünü dışarıda bırakan ve aynı şekilde kendini olabildiğince huzurlu ve mutlu hissettiren şeyleri içine alan bir daire çizer. Zaman bu daireyi yaratıcısına hissetirmeden önce bir duvara sonra bir kale burcuna çevirir. İşte insanlar statükonun kucağında olduğu halde lafa gelince ondan hoşlanmaz, hayatlarının monoton ve sıkıcı olduğundan dem vururlar dost meclislerinde. Monotonluğu kırmak için çeşitli atraksiyonlar bulur kendine, haftasonu kaçamakları, dans kursları, hobiler ekstrem sporlar vesaire. Ama tüm bu monotonluğu kırma çabalarının temelinde yine o kendi çizdiği kale durur hep. İnsan o kaleyi asla tam olarak terk edemez, etmek de istemez zaten. İşte günün birinde biri gelir de insanın çevresindeki o kale duvarlarını indirirse aşağıya, insan önce panik olur. Hem de hiç olmadığını hissettiği kadar PANİK. Kale yıkılmıştır bir kere, içerdekiler dışarı dışarıdakiler içeri girmiştir. Baştan yapılsa bile kale duvarı asla eskisi gibi olmaz. Elden bir şey gelmez, sıfırdan bir daire çizerek başlar tekrar insan hayatına, ne olacağını kestirememenin verdiği huzursuzlukla. Kiminin görüşünü engelleyen kale duvarları yıkıldığı için ufku genişler, kimi kendi paniğinde eskisinden de kötü bir daire çizer etrafına. Kale duvarları miskinleştirir insanı, kale duvarı olmayanlarınsa sınırı yoktur ufkunun. Sahip olduğu şeyler sadece kale duvarının içindekilerden ibaret olan üzülür o sahip olduklarını kaybedince, herkesten de çok hem de. Oysa kale duvarı olmayan adam alışmıştır kaybedip bulmaya, çünkü aslında asla gerçekten sahip olamaz hiç bir şeye, her şeyi alır eline ama hiçbiri onun olmaz. Kale içi de rahat ve sıcaktır mesela. İçeridekiler garanti sizindir, “aman canım dışarıdakiler de kötü zaten değil mi?”

Neyse efendim bunlar benim naçizane görüşlerim tabi ki.... Bu sosyo-psikolojik görüşlerimden sonra konunun benimle alakasına gelelim değil mi ey sabırlı okuyucu?

Her insan gibi ben de zaman zaman düşünürüm kendim hakkımda. Sanırım benim genlerimde herkesten daha fazla var bu kale arkası sığınıcılığı. Ama gelin görün ki talih bana öyle bir iş verdi ki; liseden sonra etrafımda örmeye başladığım, ancak yıkıldığında varlığından haberdar olduğum kalın duvarı yıktı büyük bir hızla. Ben yaptım o yıktı, ben yaptım o yıktı. Yavaş yavaş duvarsızlığa, bilmiyorum bekli de her seferinde yeni bir duvar örmeye alıştım. Sanırım hala duvarsız yaşayamıyorum ama en azından duvar kalınlaşmadan yıkılıyor tekrar tekrar. En basitinden seninin yarısı Tayfun Talipoğlu’nu kıskandıracak derecede dolaşıyorum. Bir de benim kameramanım asistanım falan da yok üstüne üstlük. Otel denince tüylerim diken diken oluyor artık. O çok sevdiğim araba kullanma seansları bile çekilmez bir hal aldı nerdeyse. Neyse efendim, ben de bu döngüyü kanıksayıp her gittiğim yerde yeni bir duvar örüyorum kendime.

Gelelim şimdiki duvarıma: Nazilliye 15 km mesafede Sultanhisar’da kalıyorum. Harika bir otel var burada millet tatile falan geliyor: Nysa Hotel. Sultanhisar 5.000 nüfuslu küçük ama oldukça şirin bir ilçe, insanlar civar ilçelere göre daha muhafazakar nedense, belki ilçenin küçüklüğünden. Otel ilçenin yaslandığı dağın eteğinde, hava en az Adana kadar sıcakken dahi püfür püfür esiyor bu dağ eteği. Sabah kalkıyorum, ova manzarasıyla kahvaltımı ediyorum. Tercihim fazla Amerikanvari belki ama mısır gevreği, o gün keyfim yerindeyse bir tane de tahinli çörek yiyorum. Arabama atlıyorum, çıkıyorum yola, radyoda 96.7 de nasıl çektiğini hala anlayamadığım pop müzik çalan Yunan radyosu, Atça ilçesi geliyor karşıma yol üzerinde. Girişinde aynen şöyle yazıyor: “The capital of France is Paris, Turkey’s Paris is Atça” gülüyorum. Ama abartıldığı için değil yaratıcılık için. Çünkü gerçekten güzel yer Atça. Çalıştığım yere varıyorum. Bilgisayarımı açıp çalışıyorum gün içerisinde, ya da çalışmaya çalışıyorum. Öğlen yemek yeniyor müdür beyle ilçenin güzel lokantalarında. Yemekten sonra az şekerli bir türk kahvesinin de tutamaz yerini hiçbir şey. Akşam üstü, dondurma ya da incir, büyük ihtimal çay ile bisküvi. Normalde ilk birkaç hafta yani hastalık derecesinde çalışmaz iken (kesinlikle şimdi değil) Saat 7 den sonra çıkıyorum. Batıya doğru gidiyorum, yine güneş gözümün içine giriyor. Otele varıyorum. Otelin, küçük ama kesinlikle yüzmeye elverişli bir havuzu var, inanılmaz bir manzarası var hem de havuzun. Tüm ova ayaklar altında. Başlıyorum yüzmeye. Eminim “kim bu hasta ruhlu herif” diyorlardır benim için, dolap beygiri gibi yüzüyor bir aşağı bir yukarı. Ama hiçbirinin henüz Perihan Maden’in “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne” isimli kitabını okumadığından emin, Jandarma henüz çalmadı kapımı çok şükür. Hatta bugün havuzu temizleyen çalışanlardan biri İtalyanca bir şeyler konuşmaya çalıştı benimle, yüzüne HÖNK atışı bırakınca da “yaaa siz Türk müsünüz” dedi bana, sanki Türkler yüzemezmiş gibi. Hareket kesinlikle hayat tarzı benim için. Sporsuz bir yaşam düşünemiyorum. Brrrrr kabus gibi. Neyse efendim havanın kararmasıyla çıkıyorum havuzdan. Sonra yine o günkü haleti ruhiyeme göre Aydına veya Nazilliye gidiyorum yemek yemeye, Aydında Mc Donalds var, bazen orda yiyorum bazen de gözüm nereyi keserse, Nazillide Marla Lezzet evi (Fırın Sütlacı mükemmel) ya da Dilek Lokantası, kebap tercih edilecekse ki genellikle bu olmuyor. Sonra akşamların değişmezi, müziğimi kulağıma takıp başlıyorum yürümeye, yürüyorum yürüyorum yürüyorum. Taa ki “çüş saat kaç oldu” diyene kadar. Atlıyorum tekrar arabaya, yolda mutlaka Jandarmanın asayiş kontrolu geçiliyor. En az 10 kere geçtim bu kontolden nerdeyse isimlerini öğrenicem adamların ama onlar hala ilk günkü “hah bu sefer kesin terörist yakaladım” edasıyla arıyorlar beni. “Tüh yine çıkmadı ekmek”. Neyse efendim, otele vardığımda saat erkense kitap okuyorum. Değilse biraz Tv’ye bakıp uyuyorum hemen.

İşte benim son duvarım. Yakında yıkılacağı için hiçbir rahatsızlık duymadım sizinle paylaşmaktan :)




Bu dosyaları devirdim


Bozdağan, küçük cennet


Bu treni bekledim hemzemin geçitte



Sultanhisar


Yolda



Kahvaltı sofrasından


Akşam eve (otel) dönüş

Nazilli











Posted by Picasa

Thursday, July 26, 2007

Telefonumu (aynı zamanda kameramı :) ) temizlerken buldum bu fotoğrafı...
Detaylardan çekilme tarihine ulaşamasaydım kesinlikle tahmin bile edemezdim nerede ve ne zaman olduğunu: 20.10.2006 Bursa'dan Ankara'ya giderken
Yeri ayrıdır bende Bursa'nın, başka bir severim, ayrı bir huzurlu olurum sokaklarında.

Sevdiğimi fark ettiğinden olacak böyle veda etti şehir bana...


Monday, July 23, 2007




Sabah yazmak istedim ne yazacağımı bilemedim
Mr. TGM yetişti yardıma neyse ki

Biraz argayo kaçacak bu günkü yorum
Siz değerleri okurlarımın affına sığınıyorum
Mr. TGM'e de katkılarından dolayı teşekkürler...

"turk milleti gariptir
her lafı kaldırmaz
.bne dersin kızar da
.kersin aldırmaz "

Neyzen Tevfik


Thursday, July 19, 2007

Kemal Ağa

Kemal Ağa: Çok yol yaptım adana mersin arasında zamanında, dedem (annemin babası) mersinde yaşar ben kendimi bildim bileli: sadece çok çok küçükken derinlerde kalan küçük anılar var benim kendi kendime mi hatırladığım yoksa dedem beni her görüşünde anlattığı için mi hatırladığımı bilmediğim. Mesela bir sahne var: ben çok küçüğüm muhtemel konuşamayacak ya da yürüyemeyecek kadar (hangisi önce olur onu da bulmam için 1-2 saniye gerekir hep), Büklüm sokaktaki evlerinde kocaman yatağında sabah keyfi yapan dedem yanına yatırmış beni, çay kaşığı ile çay içiriyor bana J Bu resim çok net kafamda. İşte bu zamanlar dışında dedemin Ankara’da olduğunu hatırlatacak başka görüntüler yok kafamda (dayımın 10 sene önceki düğünü hariç). Küçükken her yaz giderdik dedemin yanına, o adana mersin arası o kadar uzak gelirdi ki bana. Kozandayken bir haftasonu atladım gittim dedemin yanına (geçen sene Antep’ten yaptığım gibi. Şu turne belasının olumlu yanları da yok değil hani).

Aradım öncesinde, dedim “geliyorum ama benden olacak yemek, yoksa gelmem haberin olsun”. Güldü önce, yok yok önce inceden azarladı, bu kadar zamandır neden aramadığımı sordu, sonra hiç uzatmadan “tamam” dedi, “gel bakalım, ısmarlarsın”. Güneş batıdaydı ben çıktığımda, güney batıda mersine doğru yani, gözümün içine içine girdi yol boyu. Çok çabuk aldım adana-mersin arasını çok şaşırtıcı bir şekilde. Geldim balkonda bekliyor beni, aynı hiç değişmemiş, saçlarındaki kahverengi teller hala daha fazla beyazlardan ve hala elinde puro ve hala dimdik ayakta... Otur bakalım dedi. Başıma gelecekleri biliyorum: Elinde bir kase ile geldi, ağzına kadar dondurma koymuş, üstüne de şu nestlenin çikolatalı top top mısır gevreklerinden. “Ya dede yemeğe gideceğiz bu nerden çıktı” demek de fayda etmeyecek bilirim. Neyse yedik aslında akşam yemeğinin yerini haydi haydi alabilecek dondurmalı mısır gevreğimizi J

Giyinmeye gitti: Her zamanki gibi ütülü kısa kollu gömleği, jilet gibi pantolonu. Ayakkabılarını gösterdi: “Bak bunları kaça aldım biliyor musun kaçak bunlar normalde 400 lira ama dedende o göz var mı???”. Tekrar bir fasıl üzerinde Arapça yazılı çikolatalardan yedirdi giderayak. Çıkmadan teyit ettim: “Hesap benden bak sonradan su koyuvereceksen hiç çıkmayalım ben doydum sayılır zaten”. Hiç bozmadı istifini, aslında kıllanmalıydım: “Tamam tamam dur bakalım”

Yürümeye başladık, başladı anlatmaya “burada taze balık zor bulunur bu büyük balıkçıların hepsi dipfirizli balık yapar, ben seni en kral balıkçıya götüreceğim. Biliyorum ritüeli, önce arabasını inildi bagaj açıldı: Gördüklerim şaşırtmadı beni (sizi çok şaşırtabilir o yüzden ayrıntıya girmeyeceğim), 1 kasa üzeri Arapça etiket basılmış rakı (evet duyduklarınız doğru). Geçen seneden tecrübeliyim sormuyorum bile nerden çıktı diye bunlar, cevabı hazır çünkü: “Lübnan rakısı bunlar, hem içimi kolay hem ucuz”. “Dur öyle çıkarma rezil olmayalım mahalleye, al şuna sar”. Koltuğumuzun altında rakı, başlıyoruz yürümeye mersinin yakıcı sıcağında, ama o kendinden emin “buralar en serin yerleridir mersinin, bak püfür püfür esiyor”. Estiği doğru, ama resmen ateş esiyor.

Oturuyoruz balıkçımıza, düşük sınıf bir meyhane. Hala eski Kemal ağa, her gittiğimde o eski azametinden bir şeyler kaybettiği korkusunu taşırım içimde. Yersizmiş meğer, balıkçılar gözünün içine balkıyorlar ağzından çıkan iki edilmiyor. Rakıyı koyuyor masaya “biz bunu içeceğiz diyor”, balıklar isteniyor seçilmek için, vakit kaybetmeden patates cipsi istiyor (patates kızartması). Balıklar geliyor, “oğluma bir çupra, bana da sardalye”. Biliyorum yine bana kalacak o balıklar biliyorum ama ses etmiyorum. Severim zaten sardalyeyi.

Rakıya bakıyorum, bir büyük, artık kör mü eder avare mi eder belli değil. Döküyorum bardaklara, “hoş geldin” diyor, başlıyoruz.....

Mezeler geliyor, patates cipsi geliyor, balıklar geliyor, şişedeki rakı eriyor. Bir ara çakmak satıcısı geliyor masamıza: “Kemal ağa çakmak buyur”, çıkarıyor cebindeki çakmağı veriyor. “Al bunu da satarsın”. Adam şaşkın teşekkür ediyor. Bana dönüp, “sigarayı bıraktığında bir paket havana purosu vermişti kemal ağa” diye ekliyor (Sonrada başlamak üzere her zamanki gibi)

Bir ara da milli piyangocu misafir oluyor masamıza, bilirim çok sever bilet almayı. Eskiden yılbaşı oldu mu elinde bir deste biletle gelirdi eve. İki tane alacaktım aslında ama artık bozuk çıkmadığında mı yoksa Allahın hakkı üçtür denildiğinde mi 3 tane alıyorum. İkisi ona, biri bana. Parasını vermeme de ses etmiyor, hayret. Demek ki yemeğe de karışmayacak.

Uzun uzun muhabbet ediyoruz yemek boyu, sanki senelerdir birbirimizi görmemiş gibi değil de daha dün öğlen yemeğinde beraber olan iki kişi gibi. Çok mevzu var konuşacak, içtikçe açılıyoruz. Döktürüyor dedem vecizelerini, bir ara “mazinin ayakları yoktur oğlum, hep ileri bakacaksın” diyor bana. Çok iyi biliyorum ne demek istediğini. Sonra da dönüp dolaşıp kadınlara geliyor laf, kaçınılmaz bir şekilde. Kadınlar hakkında söyledikleri güldürüyor beni, aslında daha fazla düşündürüyor. Eski çapkınlardan sonuçta, içimden “bravo son derece yerinde bir tespit” ile “yapma yaww gerçekten öyle mi yok yok öyle değildir” arasında birçok yorum geçiyor.

Çok keyifli onunla olmak, çok eğlenceli adamdır zaten oldum olası. Bir büyük devrilmiş, her şeye yaptığı gibi rakı şişesine de meydan okudu, “Ben senden büyüğüm, bak sen bittim ben hala ayaktayım” der gibi. Ben istihkakı doldurdum, o gözümün içine bakıyor, sanki kesmedi dersem anından çağıracak garsonu masaya. Yok ama gerçekten kesti. Hele de bu sıcakta

Çaktırmadan hesabı istiyorum. Adam kafasıyla oluru verip gidiyor. Tamam galiba ailede bir ilki başaracağım. Garson geliyor ben orda yokmuşum, Kemal Ağa yalnız yemiş içmiş gibi eline veriyor hesabı. Sonrasında hesabı ödemek için çektiğim binbir türlü şaklabanlığı anlatmama gerek bile yok, nafile. “Benim masamda kim hesap vermiş bu güne kadar, daha ölmedik oğlum”

Evde klimalara yüklenip vuruyoruz kafaları yastığa: harika bir uyku. Sabah kalktığımda mutfakta karpuz keserken buluyorum onu. Hemen tutuşturuyor elime: “Dün fazla kaçırmışız, ye şu karpuzu, içini temizler”

Aslında daha anlatacak çok şey var o iki gün için ama, bunları yazmış olmam bile yeter bana.

Tuesday, July 17, 2007


Çanakkale'den Kilitbahir'e geçen araba vapurunda beklerken....


Çanakkale yolunda...

Şimdi biz yiğit mi oluyoruz, yok eğer yiğit değilsek neden bimekanız ??


Monday, July 09, 2007

Çerkezköy yolunda daha bir anlamlı geldi bu şarkı :)



Dönmek, mümkün mü artik
Dönmek, onca yollardan sonra
Yeniden yollara düsmek
Neresi sila bize, neresi gurbet
Al bizi koynuna ipek yollari
Üstümüzden geçiyor gökkusagi
Sevdali bulutlar uçan halilar
Uzak degil dünyanin kapilari
Neresi sila bize, neresi gurbet
Yollar bize memleket
Gitmek, mümkün mü artik
Gitmek, onca yollardan sonra
Yeniden yollara düsmek
Rakili aksamlar, gün batimlari
Çocuk gibi aglar yaz sarhoslari
Olmamis yasamlar, eksik yarinlar
Hatirlatir hersey eski asklari
Neresi sila bize, neresi gurbet
Yollar bize memleket

Thursday, July 05, 2007


Değişik zamanlarda 29 Haziran çekilişi için alınmış toplam 5 adet piyango biletime amorti bile çıkmadı. Sanırım bunun için de ağlamak istiyorum :)
Bir de dedemi arayayım belki ona vurmuştur büyük ikramiye....

Ağlamak istiyorum, resimdeki çocuk gibi de değil üstelik; bağıra çağıra, hıçkıra hıçkıra....

Mahallede küçük olduğu için oyuna alınmayan, alınmadığı için kafa tutan, kafa tuttuğu için dayak yiyen ve güçsüz olduğu için elinden hiçbir şey gelmeyen çocuğun sinirinden ağladığı gibi....

Uzun süren ayrılıklardan sonra sevdiklerine kavuşan insanların sevdiklerine sarıldıklarında uzun süredir tutulmuş bir nefesin bırakıldığı andaki rahatlama hissindeki gibi...

Hayatı boyunca ağlamamaya yemin etmiş (söz vermiş ya da karar vermiş her neyse) insanların yeminlerini bozduklarına bile üzülmeden yeminin bozulduğuna mutlu olucak kadar ağlamak...

Hiç pişman olmamış birnin pişman olduğunu anladığı andaki gibi ağlamak....

Hayatı yakalamak için elinden gelenin fazlasını yapan, enerjisini sadece hayatın peşinden koşmaya vermiş birinin ne yaparsa yapsın hayatı istediği şekilde yönlendiremeyeceğini anladığı zamandaki gibi, yaptığı işin tamamen boş olduğu anlayan bir adamın ağladığı gibi, bu işi yapmaktan kurtulamayan bir adamın ağladığı gibi,

kendisini ilk defa hiç hissetmediği kadar çaresiz hisseden birinin ağladığı gibi ağlamak

Ama beceremiyorum....
Çok acı




Tuesday, June 19, 2007



Havadan Sudan

Geçen sefer gereksiz bin tane muhabbete girdiğimiz için adını sayıkladığım Gönül Kebaba ilişkin ayrıntılara girememiştim. Gelelim işin lezzetli kısmına :) Şimdi bizim hayatın önemli bir bölümü anadolu topraklarını arşınlamakla geçtiği için ve aynı organizasyonda bu işi yapan 100 den fazla insan olduğu için hele hele bir de gittiğiniz şehir büyük bir şehirse, ki adana bu tanıma haydi haydi uyuyor; o zaman sizden daha önce o bölgeye gitmiş arkadaşlarınızdan resmen tavsiye bombardımanı yağıyor üzerinize :) işte bu sebeple adanada ilk bir hafta içerisinde sanırım 4 farklı kebapçıya toplam 6 defa gitme fırsatı bulduk. Park Zirve, Elem Kebap, Şehmuz'un yeri ve Gönül Kebap. Bu kebapçılar Ankarada olsa ve beni kebap yemeye götürseler, bilgisayarın başına oturunca yapacağım ilk iş "aman tanrım ankarada muhteşem kebap yedim" başlıklı yazı yazmak olurdu sanırım. Ama 4 farklı kebap yazısı yazıp siz değerli okuyucuları baymaktansa aralarında en fazla beğendiğim "Gönül kebap" hakkında yazmak istiyorum. Belki de en çok resmi burada çektiğimdendir :)
Nerden duyduysa artık bizim Gökhan duymuş burayı bizim akranlardan birinden. Sarıçam'ın ara sokaklarından birinde yer bulmuş kendine. Akşam iş çıkışı gittik direk daldık tükkana: yani zaten yemeyi içmeyi seven bi adamım, biraz da baba mesleği, bi de üstüne bu bizim bol gezmeli tozmalı iş eklenince, "burada yemek yenir" iddasında bulunan lokanta, kebapçı, cafe, restaurant vs. daha içeri girer girmez anlarım mekanın yemek lezzeti yaratmadaki başarısını (valla kusura bakmayın bu konuda alçak gönüllülük yapamayacağım). İşte buraya girince de "ahan da budur" dedim içimden. Son derece salaş bi yer, ocak mekanın tam ortasında, taş çatlasa 10 masa var içeride (tabi hepsi dolu). Biz belki de biraz geç gittiğimiz için sıra beklemeden buluyoruz yerimizi. Garson konuşmamıza fırsat vermeden donatıyor masayı: sumaklı söğüş soğan, kızarmış soğan, ezme (hayret ki acısız), salata, lahmacun, küçük pidecikler... Bunlar daha başlangıç. Üstüne aşağıda görmekte olduğunuz kaşarlı mantarlar, takiben yemekten fotoğrafını çekmeye vakit bulamadığım patlıcan kebap (bu kebabın kralını da Birecik'te yaparlar). Bu saydıklarımın hepsi ikram :)) Tabi bizim hafiften pinti Gökhan bunlar masaya geldikçe gerildi hesap şişiyor diye. Ne kadar "olm bunlar kafadan geliyor sıkma canını" desem de dinletemedim. Tuttu kolundan çekti garsonu en son patlıcan kebap geldiğinde, "bunu yemeyiz sen iptal et istersen" şeklindeki sorusuna garson: "olur mu abi ikram bu yiyeceksiniz" diye çıkışınca mutluluk ve huzur içerisinde parçaladı kebabı...

Biz hesabı isteyip kalkmaya niyetlenmişken, meşhur adana kebap geldi masaya (efendim aşağıda görebilirsiniz kendisini). Ben de sizin kadar şaşrıdım masa örtüsü gibi olduğunu görünce kebabın :) Bir seferde indirdik midenin en kuytu köşesine tabi ki. Yanında da o hızla 1 litrelik şalgamı bitirmişiz 2 kişi. Sıra hesaba gelince başladık gökhanla hesabın ne kadar geleceği üzerine tahmin yürütmeye....

Bizim üstat bu kadar yemeğe en az 35-40 YTL hesap geleceğini iddia etti, ben tahmini söylemiyim bir kaç posta yetecek ukalalık yaptım zaten :) Adam yuvarlak 20 YTL dedi hesaba. Biz mideye bayram ettirmiş olmanın mutluluğu ile 5 kağıdı da bahşi atarak ayrılırken "Gönül Kebap"tan,

garson koşturdu arkamızdan: "Kusura bakmayın abiler bahşiş alınmaz bizim mekanda......"
kavga dövüş verdi elimize 5 lirayı
Posted by Picasa

Thursday, June 14, 2007

Gönül Kebap

Öyle çok fazla telefon değiştiren tiplerden olmadım hiç, ilk cep telefonumu akademiyi  kazandığım zaman dayım vermişti bana. Almıştı demiyorum çünkü kendi kullandığı telefonu bana verip kendisi yeni bir telefon kullanmaya başladı. Erikson 688’di çok net hatırlıyorum. Şu anda kullandığım telefonumu almadan önce en fazla 1-2 defa değişiklik yapmışımdır telefonumda. Geçen sene.... yooo daha spesifik olabilirim. 29.05.2007 tarihinde iç sıkıntıları içerisinde yine ve yeni bir turne hazırlanma süreci içerisinde insanların fotoğraf çeken, hareketli görüntü kaydedebilen, internete giren, msn’e bağlanan vs. binbir türlü telefonu varken benim telefonum renksiz mi renksiz mavi desen değil gri desen hiç değil ekranı ile bana baktığını fak ettim. Sonra fark ettim ki bundan önceki sıkıcı turne günlerimin en keyifli ???? anlarını görüntülemek için bir tane bile makinem yoktu. Hadi doruk artık değişiklik zamanı diyerekten şimdi kullanmakta olduğum telefonu aldım. Aslında dikkat çekici, amacı insanların birbirleri ile iletişim kurması olan bir aleti esas amacının çok dışında bir sebebe hizmet etsin diye alıyorsunuz. Yani madem turneye çıkarken yanımda fotoğraf makinesı olsun diye kasıyosun be adam neden sebep gidip bir tane telefon alıyorsun. Neyse bu konuyu çok irdelemeden turnenin vermiş olduğu eblehlikten herhalde diyerek sıyrılalım konudan...

Gelelim postumuzun esas sebebine: İşte ben bu telefon ile geçen sene 5 ay boyunca kendimce güzel sayılabilecek çok sayıda fotoğraf çektim. Antep, Kayseri, Bursa, Nevşehir, İstanbul... Bu postta yer alan tüm fotoğraflar bu telefondan çıkmadır. Efendim bu sene de bu gereksiz turne olayından kurtulamadığımıza göre artık bol bol anadolumun ücra köşelerinden kareler diye düşünürken, ciddi bir handikapla karşılaştım. Şimdi geçen sene turnede kalabalık bir ekiple geziyordum ve kuşun böceğin yemeğin içeceğin resimlerini çekerken çok da göze batmıyordum. Bir de İmam Çağdaş’ın harika Ali Nazik’ini fotolarken kimse garipseyen gözlerle bakmıyor size. Turnenin ilk günü “Müdür” dediğimiz bizi mutlu ettirmek için palyaçoları kıskandıracak binbir şaklabanlık yapaktan geri durmayan “zat” ile gerçekten sinekli bakkal tabi edilebilecek bir lokantaya gidip de lokantanın o halini çekmek için elimi telefona götürdüğümde resmen paralize oldum !!! Müdürle karşı karşıya oturmuşsunuz, bi de size müfettiş diyorlar yani bi ağırlığınız var  müdür tanıştırmış ilçenin ileri gelenleri ile, siz orda turist gibi fotoğraf çekmeye başlıyorsunuz... Kendimi bu filmin başrolünde bulunca dehşetle çektim elimi telefonumdan. İlk şoku atlattıktan sonra farklı farklı bahanelerle birkaç tane foto almış olsam da çıkk tatmin edici değildi kesinlikle.

Şimdi gelelim bir önceki paragrafta aslında çoktan gelmiş olmamız gereken konuya: “işte bu yüzden sırf bu yüzden” o sosyal baskıyı bertaraf edememiş olmam sebebiyle yalnız başıma ya da yakın bir ilçedeki Gökhan ile beraberken fotoğraf çekme işini devam ettirmeye karar verdim, en azından Kozan için . İşte Gökhan’la yediğimiz akşam yemeklerinden birinden daha doğrusu yemek yediğimiz yerlerin birinden bahsetmek istiyorum size yani “GÖNÜL KEBAP”tan.....

Ya aslında çok konuşkan bir adam değilimdir. Hele hele yazma konusunda hiç başarılı değilimdir ama çenem fazla düştü. Bu Gönül Kebabı başka bir yazıya bırakalım artık.

Not: Aslında bugün de yazabilirdim ama neden sebep salak blog resim eklememe izin vermiyor. Dolayısıyla bu aksaklığın giderileceğini (benim gideremeyeceğim kesin) umarak bir sonraki buluşmamıza erteliyorum bu kebapçı faslını.. Yalnız çok kral adana yedik “onu da sonra anlatırım”.

Thursday, June 07, 2007


Geldik mi?


İki aydan fazla olmuş hiç bir şey yazmamışım diye başlamayı planlarken bu cümle için mişli geçmiş zamanın pek de uygun olmadığına karar verdim. 2 aydan fazla oldu hiçbir şey yazmadım. Neden? Sebepler çok; kafa karışklıkları, yoğun çalışmalar, yoğun çalışmalar, yoğun çalışmalar olabilir mesela. Herkesi de ikna etmeye yeterli olurdu sanırım. Ya da yazmadıkça daha bir uzaklaşıyor sizden klaye, sanki orda zamanında birileri bir şey yazmış da o sen değilmişsin, hareketsiz kaldıkçe iyice güçleşiyor kıpırdamak. Belki de yeterince yazmazsam kadim okurlarım (ki kendi sayıları bir elin parmaklarını geçme konusunda yarışır) benden umudu keser de yüz yüze anlatma fırsatını bulduğum şeyleri bir de benden okumak zorunda kalmaz diye düşünmüş olabilirim. Aslında burayı kapatıp yeni bir mekanda devam etmeyi de düşünmedim değil. Düşencesi bile saçmaydı zaten.

İki ay boyunca zaman zaman istifa ettim, zaman zaman işime geri döndüm. Sonuçta işimdeyim, patronlarım çok iyi her istifa edişimde geri aldılar beni işe... Uzun bir yolculuğa çıktım, ben ve çevremdekiler tarafından turne diye adlandırılan, ancak çevremde olmayan azımsanmayacak çoğunluğun sadece şarkıcıların yaptığını düşündüğü, ya da "2 aylık kısa bir turne, paraları topluyoruz, geliyoruz gözleri çizdiriyoruz" dedirten oluşum. Kozan'dayım şimdilik: Aslında Adana'ya bağlı olup da kendini Osmaniye'ye bağlı hisseden, anadolunun silah tükkanı adedi cep telefonu tükkanı adedi ile yarışmayı başarabilen, aynı şekilde akranı ilçeleri kıskandıracak kadar yeme-içme mekanına sahip olup da hiç biri bi halta benzemeyen ender ilçelerinden biri. TGM güzel ifade etti bu duyguyu: daha önce bu yoldan yürümemiş olsaydık tam anlamıyla kabus dedirtecek yer aslında Kozan.

Yiğidi öldür hakkını yeme (ya ben bu lafı çok seviyorum, yiğit olduğumu düşündüğüm için mi? hakkımın yendiğini düşündüğüm için mi? yoksa çoktan öldüğüm için mi bilmiyorum). İyi yanları da var bu memleketin, bi kere adana havaalanına 75 km. Ne demek bu? Haftasonları evime dönmek için saatlerce direksiyon sallamak zorunda kalmamak demek, miyop gözlerimle gece karanlığında sollama yaptığım esnada karşıdan gelen arabanın mesafesini kestirmeye çalışmamak demek. Sonra çalıştığım mekan çok ferah, sonra başımda bin tane şey buyuran "şef" derdi yok, sonra sonraaaa....


Sonra yalnızlık var....


Evreka


Buldum galiba neden yazmaya başladığımı....




Wednesday, March 28, 2007

Takdire layık insandır Mirkelam. Daha önce "müteaddit kereler" :) söyledim: Ukala adam sevmem sevenle işim olmaz. Mirkelam alçak gönüllü, çok kaliteli iş çıkarıyor. "Unutulmaz" albümü gibi albüm zor üretilir bi daha bu ülkede. O zaman öğrenciydim. Küçük bi arabam vardı. ABS si, kliması zartı zurtu olmayan bir araba.... Ama kaset çaları vardı. O zaman Mirkelamı koşan adam olarak bilirdik. Konsevatuvardan Levent, okuldan Ceyhun ve Ceyhun'un mahalle arkadaşı Mehmet içerken beraber "Net Piknik"'te Levent bahsetmişti yeni albümünden. Aldım dinledim, hayret niyeyse ilk seferinde bayıldım (ender bi durum). İşte o araba teybinin en fazla çaldığı kasetlerden biriydi sanırım benim için. Neyse son albümünü de gittim aldım hemen. Aynı tadı vermedi tabi ama yine de adam Türkiye'nin üstünde iş çıkarıyor bence. Özellikle "Asuman" harika olmuş....

Müzik olayına girmesi de şans eseri olmuş Mirkelam'ın, galiba (emin değilim) Mimar Sinan Güzel Sanatlar'da okurken bir sınavda karakalem bi çizim yapması istenmiş sınıfın. Kendisi çizim yaparken Hocası gelmiş ve resmine bayılmış, tabi bizim koşan adam zevkten dört köşe çizimi verip çıkmış sınavdan. Sonuçlar açıklandığında sınavı geçemediğini öğrenmiş. Gidip sormuş her mantıklı insanın yapacağı gibi, "hocam hayırdır?". Cevap kısa olmuş, "modeli çok iyi çizmişsin de yanındaki vazoyu unutmuşsun". O günden sonra bırakmış bu "güzel sanat" işini. Başlamış koşmaya.

Monday, March 12, 2007


Bira ile patates kızartması ne güzel yakışırmış birbirine unutmuşum :)

Tarih: Geçen hafta
Amaç: İçmek
Mekan: Random
Akran: Kaptan

Friday, February 16, 2007

KARTALKAYA
Haftasonu atladık Kartalkaya'ya gittik. Ben tek başıma yola çıktım İstanbul'dan geleceklerle buluşmak için (dejavu), eski gibi gaz olmadığımız için daha horozlar kalkmadan kargalar kahvaltı etmeden çıkmayalım dedik bu sefer yola. Güya 9:00 da buluşacaktık Kartalkaya sapağında ama nerdeeee, ben gittim Sarıalan yaylasındaki Özcan Pansyona yerleştim. yoldan 2,5 km ormana doğru giriyorsunuz, pistlere 10-12 km mesafede. Tamamen bakir bir doğa, geçen seneye kadar elektrik bile yokmuş kaldığımız yerde. Odalar sobayla ısınıyor aydınlatma gaz lambalarıyla sağlanıyomuş. Telefonlar falan çekmiyor zaten. Düşürmeyi başarabilirseniz bir tane sabit hat var :) Senenin yarısı zaten haddinden fazla çile çeken bünye yeni yapılan elektrikli ve kaloriferli odalardan bir yer kapabilme konusunda gereken iradeyi kendisinden beklenen çeviklikle gösterdi :)))) Bizimkiler gelene kadar vurdum kafayı yattım. Sağolsunlar çok bekletmediler, 12:00 da pistteydik.
Her zamankinin aksine daha az piyasa olan Kartal Otel'in pistleri tercih edildi, şansımıza güneş öyle güzel gösterdiki yüzünü inanılmaz keyifli kaydım Cumartesi. Yalnız herzamanki mallığımla yine olabildiğince ince giyindim sırf terlememek için, güneş devrilmeye titreme krizleri gelmeye başlayınca döndük otele. Küçük avluda yemek saatini konuşurken Özcan'da rakı olmadığını öğrendik. Hiç olacak iş mi? Üşenmedik Özcana 3 km mesafedeki kadim dostumuz Baysal otele gittik utana sıkıla "niye bizde kalmıyorsunuz bakalımmmm" diye sormayacaklarını umarak. Gece inanılmaz keyifliydi, soba ateşi sırttan vuruyor yavaştan, yemekler leziz mi leziz. Çok yorulduk diye mi bu kadar güzel geliyor acaba, kesinlikle değil :) 4 duble banamısın demedi dağ havasında.
Gecenin bombası helvalı elma oldu ya da elmalı helva :) Hayatımda hiç böyle bişey görmedim, nasıl girmiş yahu o helva elmanın içine, Otel sahibi "bizim buraların elmasının içinde helva vardır, ağaçtan böyle toplarız" diye işi şakaya vurup vermedi sırrını, ama olsun inanılmaz bi lezzet: şiddetle tavsiye ediyorum

Vurduk kafayı yattık saatler 23:00 ı bile göstermeden :) Ben ki hatırlamıyorum en son ne zaman bu kadar erken yattım. Sabah kahvaltı biraz kayak ve eve dönüş....


Keyifli bi haftasonuydu

Wednesday, February 14, 2007

Geçen hafta içerisinde (yoksa iki hafta oldu mu?) Ulus'ta bulunan ilk meclis binasıda gösterime açılan "Atatürk'ün Özel Eşyalarından Yansıyan Anılar" Sergisini görmeye gittim.
Ankarada yaşayan biri için aslında çok da ilgi çekici sayılmaz, zira Anıtkabir'de bulunan müzede burda sergilenen eşyaların çeşit açısından daha fazlasını izlemek mümkün. Biraz sergiye olan talebin ne düzeyde olduğuna ve biraz sergilenen eşyalara duyduğum meraktan... Biraz da en son üniversite yıllarında üniversiteler arası münazara yarışması finalinden beri gitmediğim eski meclisin kokusuna duyduğum özlem nedeniyle gittim aslında sergiye.....
Kapıdaki görevli öğrenci, öğretmen veya emekli olmadığımı duyunca bir hayli üzüldü bedava giriş hakkından yararlanamayacağım için ("Öğretmen de mi değilsiniz " diye sordu üstelik büyük ümitle). 2 YTL lik küçük ücreti ödeyerek girdim eski meclise...
Gerçekten de fazla eşyaya yer vermemişlerdi beklediğim gibi: Mustafa Kemal Atatürk'ün 3 takım elbisesi, çokca silah, vesaire. Aslında eşyaların fotoğraflarına daha fazla yer vermek isterdim ama, sergilendikleri camekanlardan bir hayli güneş yansıdığı için görüntüleyebildiğim en net eşya yukarda gördüğünüz üzerinde kendi resmi olan kahve fincanıydı. Takım elbiselerin görüntülerine de yer vermek isterdim aslında.... O KOCAMAN adam bu küçük elbiselerin içine nasıl giriyordu acaba ???

Wednesday, January 31, 2007

Kaptanım B. Swing askerden döner dönmez önemli işlere imza atmaya başladı. Son 4 yılbaşı gecesinin 3'ünü geçirdiğim Paşa plazanın sahibi Korhan ile ilgili olarak çok güzel bir sunu hazırlamış. İkisine de sevgilerimi gönderiyorum. Bu sene ayrı geçti ama olsun.....

Friday, January 26, 2007




Haftasonu Özet:

Gözleri kör etmek pahasına oldukça afili adını hatırlamayamdığım ama rezene nane zencefil nardan oluşan bitki çayı içtim













Kaptan Swing'in askerden dönüşünü sebep sayıp bi güzel yedik içtik. Aşağıda mekanın fotoları var









Burası Karabiber. Balıkçı. Çok küçük ve şirin. Duvarlar sadece Atatürk resimleri ile dolu, müzik kesintisiz Zeki Müren. İki ortak: biri mutfakta diğeri serviste. Sonra da masalarda :) Sipariş yok önünüze gelen direk mideye: Hamsi, tekir, mezgit, istavrit, sarı kanat...
Rakı da olmasına rağmen hesap mutlu edecek derecede hesaplı









Salata harika, yalnız nar ekşisi gitmemiş (O da olmasa mükemmel)

















Şahika'nın doğum günü kutlamaları kapsamında kesilen pastalar....