Thursday, December 28, 2006

Ulus (Ankara)'ta olup da çarşı pazara karışmamak olmaz dedik ve Boğaziçi Lokantası'ndaki öğle yemeğinden sonra alışverişe çıktık biraz :=) Ulus'ta bayram koşuşturması yeni yıl heycanının önüne geçmiş uzak ara. Öyle olması da beklenmedik birşey değil zaten. Esnaf'ın yeni yılla ilgili heycanla bekledikleri tek şey 1 Ocak günü yapacakları sayım. Ben de çok net hatırlıyorum babam yılbaşı gecesi ne kadar geç yatarsa yatsın ne kadar çok içerse içsin sabah 8 olmadan "tükkan"a gider akşam geç saatlere kadar dönmezdi. Neyse çocukluk anıları bir yana biz de kapıldık bu bayram telaşına biraz da gönüllü olarak. Artık eskisi gibi yaşamasak da bayramları ( ki ben de hatırlamıyorum nasıldı o eski bayramlar) biraz nostalji fena olmaz sanırım.
Önce Eyüp Sabri Tuncer'e gidildi, 1923 yılında ilk açtıkları atölye kadar eski olmasa da Ulus'taki yerleri de en az 50 senelik. İçerisi ana baba günü 20 m2 lik dükkanda ayakta durmak mümkün değil. 5 tane satış elemanı masmavi tertemiz önlüklerini giymiş, yetişmeye çalışıyor telaşlı Ankaralıların zor anlaşılan isteklerine. Envai çeşit kolonya, lavanta ve koku var içeride, renk renk her boydan. Biz şaşmıyoruz klasik kolonyamızdan tabiki...
Ordan çıkıp eski Ulus halinin yanında geçip (içeri girmek olanaksız çünkü iğne atsanız yere düşmüycek dedirtecek cinsten bir kalabalık), esli Ulus çarşısına giriyoruz. İstanbul'un Kanyonu varsa bizim de Ulus Çarşımız var. Şaka bir yana gerçekten değerlerimize sahip çıkamama konusunda üzerimize yok. Avrupa ülkelerinden birinde olsa o çarşı restore edilir, nostaljik havası daha fazla vurgulanarak kültür mirası olarak sunulur kültür mirası arayan binlerce turiste. Bizde ise 70 sene önce kurulduğu hali neyse şimdi de aynı eminim. Camlar pencereler dökülüyor, baskı sistemi gelmeden önce elle yazılmış tabelalar var dükkanların üzerinde. Bu kargaşadan ve pazar havasından kendini kurtaran iki tane dükkan var çarşıda biri daha önce bahsettiğim Akman Pastanesi (değerini ve posizyonunu tam bir klasik olduğu izlenimini vererek yaratıyor. Gerçekten bir klasik) diğeri ise Şekerlemeci Ali Uzun....

Burasının da kuruluş yılı 1935. İçerisi şaşırtmayacak derecede kalabalık (daha azını beklemiyordum gerçekten). Benim gibi tatlıyı ve çukulatayı seven birinin içeri aç girdiği takdirde hayatının en büyük hatalarından birini yapacağına karar veriyorum girer girmez. Nefsimi köreltmek için azcık çukulata alma fikri bir anda hummalı bir toptan tatlı alışveriş seromonisine dönüşüyor. Fıstık ezmesi, badem ezmesi, fıstıklı korkan, çukulata......

Dayanamadım hemen yedim krokanları :) Çok güzeldi

Wednesday, December 27, 2006


Okul hayatı boyunca bir kere bile ciddi bir problem olmayan sabah erken kalkma olayı nedense işe girdikten sonra tam bir baş belası oldu. Okulda dalga geçerdim telefonlarının alarmını defalarca erteleyip yataktan bir türlü kalkamayan arkadaşlarıma. Şimdi ben de aynı durumdayım maalesef :=) Tabi sabah erken kalkmayı işkence haline getiren en önemli değişkenlerden biri de traş olma faslı. Ben bu birbirini izleyen sıralı işkence seanslarının yıldırıcı etkisini gidermek için banyoma küçük ve çok eski bir radyo koydum. Duş alıp, traş olmak için bezgin gözlerle aynaya bakmadan önce mutlaka dokunuyorum düğmesine. Tabi kanal kaydetme gibi bir lüksüm de olmadığı için döndüre döndüre arıyorum istasyonları. İşte bu sabah NTV radyo inat etmeyip de radyoyu açar açmaz çıksaydı karşıma cızırdamadan, belki de hiç farkında olmayacaktım Metin Altıok'un bu şiirinden:

Kendine yük haline gelince
koru kendini asıl kendinden
kekik bile kendince kokarken
bir tortu kalmıştı geriye
ben bildiğin o senden
sen de saygılı ol kendine, yola bir sabah erkenden
ya hiç bir yerde görünme
ya da geç aynı anda üç yerden

2 Temmuz 1993 günü yaşadığımız vahim Sivas katliamı kurbanlarında biri olan Metin Altıok'u tanıyordum ama bu şiirine hiç rastlamamıştım. Bir araba firması reklamında kullanmıştı bu şiiri... İnternette dolaşırken bu reklam kampanyasının aslında hiç de yeni olmadığını fark ettim. Milliyet gazetesinin 31 Ağustos sayısının ekonomi bölümünde bahsediliyordu bu reklam kampanyasından. Sonra da Can Dündar'ın şu yazısına denk geldim 2 eylül 2006 tarihli. Benim içimdeki merak şiirin içeriğine yönelikti aslında ama Can Dündar farklı açıdan bakmış olaya, "şiirlerin popülist bir şekilde böyle reklamlarda kullanılması uygun mudur?" şeklinde. Kesin yargısını da vermemiş konuyla ilgili ama sanki onaylamıyor gibi...

Bana da önce haklı gibi göründü açıkçası, ama sonra düşündüm: Metin Altıok'un hiç bilmediğim bir şiiri çıkıyor karşıma, şiiri bulmak için internette dolaşırken çok azını bildiğim ve çoğunu daha önce hiç görmediğim onlarca şiirini okuyorum, bir kısmını çok beğenip bir yerlere kaydediyorum. Belki yazımı okuyan sizlerle çarpan etkisi artıyor....
AMA reklam veren firma ismi yok aklımda. Çok da kötü olmamış diyorum içimden, iyi ki böyle bir reklam yapmış ismini bile hatırlamadığım reklamveren....

Son söz: Şiiri çok beğendim
İlk son sözün aslında gerçek son söz olmadığını gösteren son söz: Saygıyla anıyorum Metin Altıok'u...

Friday, December 22, 2006

Üstünel Köftecisi
Aslında Bursa’dayken yaptığım gibi tipik bir “Bugün leziz mi leziz harika bir köfte yedim” yazısı olabilirdi bu post. Yalnız bu sefer köfteler de her ne kadar üzerlerine yazı yazılacak kadar güzel olsalar da burada bu cuma öğleden sonrası yarı hastalıklı halimle beni yazmaya iten şey köfteden ziyade köfteye arkadaşlık eden yeşillikler....

Yaptığım iş gereği haddinden fazla geziyorum: şehir içi şehir dışı. Son birkaç aydır ve herhangi bir sürpriz olmazsa önümdeki birkaç ay boyunca Ankara’da olacağım. Geçen sefer bahsettiğim gibi Ulus’tayım bu aralar, dedemden çok dinlesem de kendim etraflıca gezme fırsatı bulamamıştım bu zamana kadar. Fırsat bu fırsat her öğlen başka bir yerde yemek yiyoruz sonra da uzun yürüyüşler yapıyoruz.

Sabah Suat bey, yakındaki iki iş arkadaşımızla yemek yesek nasıl olur dedi bana? Böyle fırsat kaçar mı atladım hemen. Bu iki kişiden biri MR. TGM olduğu için tabiki :) Kazım Karabekir Caddesi üzerinde sanayi sitesinin içerisinde, tam da sanayi sitelerinde görmeye alıştığımız cinsten bir köfteci var: Üstünel Köfte. İki katlı küçük kendi başına yeten bir baraka burası. İçerde 15-20 masa var. Masa dediysem de 4 kişinin yanyana oturması mümkün olmayan üzerinde yemek yemek için tabureye ihtiyacınız olan masalar. Büyük olasılıkla 4 tane sandalye yan yana sığmaz çünkü. Ben daha önce çok kereler tekrarladığım gibi köfte olayına bayılırım. Buraya ilk defa geliyor olmama iş arkadaşlarım mı daha çok şaşırdı ben mi daha çok şaşırdım bilmiyorum, ama masadaki manzarayı en çok benim sevdiğim açıktı.


Aysberg, marul, roka, nane, taze soğan, kırmızı soğan, pancar, çeri domates, söğüş domates, ızgara sarımsak ve daha bir sürü yeşillik geldi sırasıyla masaya yalnız bunlar tabakta servis edilmedi çoğumuzun alışık olduğu cafe restaurant konseptine tezat olarak. Bunların hepsi üzerine kağıttan masa örtüsü serilmiş masanın üzerine boca edildi itina ile. Boca edilmek ve itina kelimeleri yanyana gitmiyor gibi görünse de gerçekten boca edilen bir şeyin nasıl olup da bu kadar özenli bir şekilde dağıldığını anlamak zor. Sanki garsonlar ressam, servis yaptıkları boya, masa da tuval bizler de bu sanatın yapılışını izlemeye gelen sanatseverler....

Akşam şimdilik yapacak ilgi çekici bir planım olmadığı için (ki olsa da sanırım dayanamazdım) ızgara sarımsaklara hayır diyemedim ne yalan söyleyeyim. Domatesler bal gibi zaten. Tam bir ziyafet.... derken köfteler geldi. Onlar da güzeldi ama bu sefer büyük ödül başrol oyuncusuna değil de yardımcı oyuncu yeşilliklere gönderildi benim tarafımdan.

Öğleden sonranın uykuyla geçeceğini bile bile çektiğimiz ziyafet esnasında etrafımızda oluşan kalabalığın farkına varmamıştık tabiki. İnsanlar masaların arasına serpiştirilmiş ayakta sıra bekliyorlardı. Zaten sahipleri de farkında olayın çay, kahve, tatlı, çorba hiç bir şey yok masadaki ortalama konaklama süresini uzatacak. Çoğu atölye şeklinde çalışan usta mekanların aksine haftanın 7 günü açık bu köfteci. Yolunuz düşerse tavsiye ederim. Cafeler caddemiz Arjantin’deki konforu bulamayabilirsiniz ama oradaki çoğu lezzetten daha fazlasını bulacağınız kesin....

Monday, December 18, 2006

Akman Pastanesi
Geçen perşembe günü önümüzdeki 2 ayımızı geçireceğimiz Çıkrıkçılar'a geldik. Ankara'yı bilenler bilir burayı Ulus semtinin göbeğinde pazarı, hali ve yokuşu ile ünlü bir semt. Ankara'nın en eski ticaret merkezlerinden biri konumunda. Eski canlılığından çok da bir kayıp vermemiş. Öğlen Tapi Tavukta yemek yedikten sonra biraz dolaşalım dedik. Eski mi eski binaların bulunduğu sokaklarda yürürken Suat bey, "Doruk Akman Pastanesinin ilk yeri burasıdır deyip Ulus Çarşısının içerisine soktu beni. Kocaman bi avlu içerisinde sıra sıra dizilmiş tükkanlar :), şekerlemeci Ali Uzun ve avlunun tam ortasında konumlanmış Akman Pastanesi.

İçeri girer girmez o tarihi hava hemen hissettiriyor kendini, az buz eski değil hani. 1936 yazıyor kuruluş yılı için. Ankara için gerçekten eski yani :=) İçeri girdik. Ulus eski havasını yitirmiş genelde yukarı mahalle çocuklarının çok da uğramak istemedikleri yerlerden biridir aslında İstanbul'daki isimdaş kardeş semtinin aksine. İçeride gördüğüm tablo tam anlamıyla dumura uğrattı beni. İnanılmaz bi mozaik. Tam önümdeki masada Balzac'ın hangi kitabını okuduğunu tam olarak göremediğim bir kadın okuduğu kitabın bir hayli iç karartıcı olduğunu göstermek istercesine derin derin sigara içiyor. Yalnız başına; önünde çayı saymazsak tabi.. Yan masamızda muhtemelen PTT çalışanları, giyimleri özenli fakat gelirimiz bu kadar napalım dercesine giyinmiş. Hemen arkamızdaki masada ise tipik orta anadolu şivesiyle konuşan 3 tane orta yaşlı kadın. 2 tanesi tam türban değil de başörtüsü bu dercesine başlarını örtmüş, diğeri sazı eline almış zaten çoktan: "şingi ben o gunden sonra sıggı sıggı tembihliyomm bizim bebelere otobuste dolmusta gozlerini apacıg dutsunlar diyeee...."

Garson ne içersiniz diye sorduğunda aklımdan "boza" demek geçmedi değil aslında. Hava da "bu nasıl Ankara havası" dedirtmek istercesine soğumadığı için inatla; Sahlep fikri ilk başta çok çekici gelmedi. Ama Suat beyin tavsiyesine uyarak Sahlep istedik iki tane. Tam "Dondurmam Gaymak" repliği gibiydi sahlep :) Sahlepin hası yani, süt tozu, şeker aroması, nişasta falan yok yani içinde. Ya da bana öyle geldi :) Kalaylı ağzımla daha Suat bey yarısına gelmeden bitirdim sahlepimi. Tadı hala damağımda.. umarım havalar çabucak soğur da bir an evvel giderim tekrar....

Monday, December 04, 2006

Uzun zamandır yazmıyorum. Çok da okurum yok ama okuyan bir kaç kişiyi çok da merakta bırakmamak için bişeyler çizittiriyim dedim. Çok sevdiğim çok da eski olmayan ama çoğu eski arkadaşımdan daha fazla şey paylaştığım bir arkadaşım gönderdi bugün bu şiiri. Herhangi bir anlamı yok sadece beğendiğim için koyuyorum. Unutulmasın diye....
Göker, abi kaçak dövüşüyoruz kusura bakmıycan artık :)

ÇİNCE

ayrıldık ya, ateşini söndürdüm, uçuçböceklerini yaktım
içim cız etmedi mi, etti, allah kahretsin
gözlerime uçaklar düşmedi mi,
düştü, allah kahretsin
gül yapraklarını tuvalet kağıdı yaptım,
yıldızların bodrumda
nuh'un gemisi sırtımda paramparça
cami kedilerinin yalnızlığından geçindim
ve daha bilmem nelerden
seni unutmak istedim bunca kıskançlığımla
ezogelin çorbanı, arapsaçını sigara külünü unutmak istedim
unuttum mu, unutamadım,
allah kahretsin ayrılık taş duvar ayrılık çin seddi aramızda
çin seddi ne kadar uzun,
allah kahretsin

Akgün Akova