Monday, August 06, 2007

Hala gelmedik mi?


Enteresan varlık şu insanoğlu, kime sorsanız monotonluktan, tekdüzelikten şikayet eder. Ama yaratılışı gereği oldukça da statükocudur. Kendin etrafında, olabildiğince stres faktörünü dışarıda bırakan ve aynı şekilde kendini olabildiğince huzurlu ve mutlu hissettiren şeyleri içine alan bir daire çizer. Zaman bu daireyi yaratıcısına hissetirmeden önce bir duvara sonra bir kale burcuna çevirir. İşte insanlar statükonun kucağında olduğu halde lafa gelince ondan hoşlanmaz, hayatlarının monoton ve sıkıcı olduğundan dem vururlar dost meclislerinde. Monotonluğu kırmak için çeşitli atraksiyonlar bulur kendine, haftasonu kaçamakları, dans kursları, hobiler ekstrem sporlar vesaire. Ama tüm bu monotonluğu kırma çabalarının temelinde yine o kendi çizdiği kale durur hep. İnsan o kaleyi asla tam olarak terk edemez, etmek de istemez zaten. İşte günün birinde biri gelir de insanın çevresindeki o kale duvarlarını indirirse aşağıya, insan önce panik olur. Hem de hiç olmadığını hissettiği kadar PANİK. Kale yıkılmıştır bir kere, içerdekiler dışarı dışarıdakiler içeri girmiştir. Baştan yapılsa bile kale duvarı asla eskisi gibi olmaz. Elden bir şey gelmez, sıfırdan bir daire çizerek başlar tekrar insan hayatına, ne olacağını kestirememenin verdiği huzursuzlukla. Kiminin görüşünü engelleyen kale duvarları yıkıldığı için ufku genişler, kimi kendi paniğinde eskisinden de kötü bir daire çizer etrafına. Kale duvarları miskinleştirir insanı, kale duvarı olmayanlarınsa sınırı yoktur ufkunun. Sahip olduğu şeyler sadece kale duvarının içindekilerden ibaret olan üzülür o sahip olduklarını kaybedince, herkesten de çok hem de. Oysa kale duvarı olmayan adam alışmıştır kaybedip bulmaya, çünkü aslında asla gerçekten sahip olamaz hiç bir şeye, her şeyi alır eline ama hiçbiri onun olmaz. Kale içi de rahat ve sıcaktır mesela. İçeridekiler garanti sizindir, “aman canım dışarıdakiler de kötü zaten değil mi?”

Neyse efendim bunlar benim naçizane görüşlerim tabi ki.... Bu sosyo-psikolojik görüşlerimden sonra konunun benimle alakasına gelelim değil mi ey sabırlı okuyucu?

Her insan gibi ben de zaman zaman düşünürüm kendim hakkımda. Sanırım benim genlerimde herkesten daha fazla var bu kale arkası sığınıcılığı. Ama gelin görün ki talih bana öyle bir iş verdi ki; liseden sonra etrafımda örmeye başladığım, ancak yıkıldığında varlığından haberdar olduğum kalın duvarı yıktı büyük bir hızla. Ben yaptım o yıktı, ben yaptım o yıktı. Yavaş yavaş duvarsızlığa, bilmiyorum bekli de her seferinde yeni bir duvar örmeye alıştım. Sanırım hala duvarsız yaşayamıyorum ama en azından duvar kalınlaşmadan yıkılıyor tekrar tekrar. En basitinden seninin yarısı Tayfun Talipoğlu’nu kıskandıracak derecede dolaşıyorum. Bir de benim kameramanım asistanım falan da yok üstüne üstlük. Otel denince tüylerim diken diken oluyor artık. O çok sevdiğim araba kullanma seansları bile çekilmez bir hal aldı nerdeyse. Neyse efendim, ben de bu döngüyü kanıksayıp her gittiğim yerde yeni bir duvar örüyorum kendime.

Gelelim şimdiki duvarıma: Nazilliye 15 km mesafede Sultanhisar’da kalıyorum. Harika bir otel var burada millet tatile falan geliyor: Nysa Hotel. Sultanhisar 5.000 nüfuslu küçük ama oldukça şirin bir ilçe, insanlar civar ilçelere göre daha muhafazakar nedense, belki ilçenin küçüklüğünden. Otel ilçenin yaslandığı dağın eteğinde, hava en az Adana kadar sıcakken dahi püfür püfür esiyor bu dağ eteği. Sabah kalkıyorum, ova manzarasıyla kahvaltımı ediyorum. Tercihim fazla Amerikanvari belki ama mısır gevreği, o gün keyfim yerindeyse bir tane de tahinli çörek yiyorum. Arabama atlıyorum, çıkıyorum yola, radyoda 96.7 de nasıl çektiğini hala anlayamadığım pop müzik çalan Yunan radyosu, Atça ilçesi geliyor karşıma yol üzerinde. Girişinde aynen şöyle yazıyor: “The capital of France is Paris, Turkey’s Paris is Atça” gülüyorum. Ama abartıldığı için değil yaratıcılık için. Çünkü gerçekten güzel yer Atça. Çalıştığım yere varıyorum. Bilgisayarımı açıp çalışıyorum gün içerisinde, ya da çalışmaya çalışıyorum. Öğlen yemek yeniyor müdür beyle ilçenin güzel lokantalarında. Yemekten sonra az şekerli bir türk kahvesinin de tutamaz yerini hiçbir şey. Akşam üstü, dondurma ya da incir, büyük ihtimal çay ile bisküvi. Normalde ilk birkaç hafta yani hastalık derecesinde çalışmaz iken (kesinlikle şimdi değil) Saat 7 den sonra çıkıyorum. Batıya doğru gidiyorum, yine güneş gözümün içine giriyor. Otele varıyorum. Otelin, küçük ama kesinlikle yüzmeye elverişli bir havuzu var, inanılmaz bir manzarası var hem de havuzun. Tüm ova ayaklar altında. Başlıyorum yüzmeye. Eminim “kim bu hasta ruhlu herif” diyorlardır benim için, dolap beygiri gibi yüzüyor bir aşağı bir yukarı. Ama hiçbirinin henüz Perihan Maden’in “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne” isimli kitabını okumadığından emin, Jandarma henüz çalmadı kapımı çok şükür. Hatta bugün havuzu temizleyen çalışanlardan biri İtalyanca bir şeyler konuşmaya çalıştı benimle, yüzüne HÖNK atışı bırakınca da “yaaa siz Türk müsünüz” dedi bana, sanki Türkler yüzemezmiş gibi. Hareket kesinlikle hayat tarzı benim için. Sporsuz bir yaşam düşünemiyorum. Brrrrr kabus gibi. Neyse efendim havanın kararmasıyla çıkıyorum havuzdan. Sonra yine o günkü haleti ruhiyeme göre Aydına veya Nazilliye gidiyorum yemek yemeye, Aydında Mc Donalds var, bazen orda yiyorum bazen de gözüm nereyi keserse, Nazillide Marla Lezzet evi (Fırın Sütlacı mükemmel) ya da Dilek Lokantası, kebap tercih edilecekse ki genellikle bu olmuyor. Sonra akşamların değişmezi, müziğimi kulağıma takıp başlıyorum yürümeye, yürüyorum yürüyorum yürüyorum. Taa ki “çüş saat kaç oldu” diyene kadar. Atlıyorum tekrar arabaya, yolda mutlaka Jandarmanın asayiş kontrolu geçiliyor. En az 10 kere geçtim bu kontolden nerdeyse isimlerini öğrenicem adamların ama onlar hala ilk günkü “hah bu sefer kesin terörist yakaladım” edasıyla arıyorlar beni. “Tüh yine çıkmadı ekmek”. Neyse efendim, otele vardığımda saat erkense kitap okuyorum. Değilse biraz Tv’ye bakıp uyuyorum hemen.

İşte benim son duvarım. Yakında yıkılacağı için hiçbir rahatsızlık duymadım sizinle paylaşmaktan :)




Bu dosyaları devirdim


Bozdağan, küçük cennet


Bu treni bekledim hemzemin geçitte



Sultanhisar


Yolda



Kahvaltı sofrasından


Akşam eve (otel) dönüş

Nazilli











Posted by Picasa

3 comments:

etipuf said...

DODO,HI HI SEN ÇOK GEZMİOSUN:))
BU ARADA YAZI ÇOK GÜZELDİ...

DUVARLAR...BENIM DE DUVARLARIM YOK..CESARET Mİ BU BİLMİYORUM DA SURLAR ÇEKMEYİNCE YAĞMALAMAK İSTEYENLER OLABILIYOR...GÜÇLÜ DURMAKTA BOYNUNUN BORCU OLMUŞSA BİR KERE TALAN EDİL DUR ..AMA HEP DİK DUR.... ARTIK ZORLANIYORUM...

Herbert said...

vallahi süper yazmışsın hocam. kendimi buldum resmen (spor hariç tabi :)

sık dişini 2 kale kaldı derdim ama boşver sıkma, sıka sıka diş kalmadı

dodo said...

Butejoy,

teşekkür ederim, bu duvar ustası tadındaki yazıyı beğenmene sevindim. Eğildikçe daha çok gelirler insanın üstüne, hep dik durmak gerek o nedenle :)

Herbert,

Hüühühühühüh
ağlamak itiyorum

Bilmiyorum ironiyi yakalayan oldu mu?