Wednesday, December 31, 2008

Hayat yolculuğu süresince çeşit çeşit kararlar veriyoruz. Bazısı kendimizce önemli, bazısı ise oldukça önemsiz. Ne olursa olursa bu kararların sonuçları ve getirdikleri, karar aşamasında o karara atfedilen önemle aynı doğrultuda olmayabiliyor çoğu zaman. Bu kararların (sosyal algılanma açısından) sanırım birincisi ve en önemlisi üniversite seçimi, aslında burada tabiki seçim doğrudan üniversite için yapılmıyor, ancak iyi bir üniversiteye gitme kararının verilmesi sonucu deliler gibi çalışılmasının bir çıktısı olarak iyi bir üniversite tercih edilmiş oluyor aslında. Peki sonuç iyi mi olmuş oldu şimdi.

Bilemiyorsunuz, çünkü hayat bir oyun değil, kapatıp istediğiniz yerden yeniden başlayamıyorsunuz. Keşkelerle de yaşanmıyor, keşkeye neden olan seçimin seçilmemiş sonuçları öngörülemediği ve hiçbir zaman bilinemeyeceği için... Küçükken interaktif kitaplar okuduğumu hatırlıyorum. İnteraktiften kasıt, kitabın belirli yerlerinde karşınıza bir takım seçenekler çıkıyor: "gizemli ve ürpertici bir şatonun kapısında duruyorsunuz, a) işte heycan der içeri girerim (sayfa 76'ya gidiniz) b) aman ne işim olur gizemle falan (sayfa bilmem kaça gidiniz)"..... gibi. Ben kitabı bütün alternatifleri ile birlikte okumaya çalışır, ilk yol ayrımında 3 sonraki yol ayrımlarında ise muhtemelen 9'a ve daha fazlasına bölünmüş bir halde bulurdum kendimi. Bütün seçimlerimin sonuçlarını merak ederdim. Bunun bir kitapta bile olamayacağını öğrenmiş olmak sanırım çok da kolaylaştırmıyor hayatı.

Daha önce bu film hakkında yazıp yazmadığımı hatırlamıyorum. Ancak bende en çok iz bırakan ilk 5 film arasına girer kesinlikle: "Run Lola Run" (diğer 4 film ne?, onu da bilmiyorum ama sanki böyle bi cümle iyi gider gibi geldi buraya). 3 senaryo var filmde, konu aynı, ancak mini minnacık ayrıntılar, değişiklikler ve zamanlama farklılıkları nedenyile 3 senaryo da tamamen farklı şekilde bitiyor. Yani aslında karar anında, verilen karar son derece önemsizmiş gibi gelse de bize, nasıl ki küçük bir açı sonsuzlukta büyük bir sapma yaratır, belki de bu kararın getirileri hayatımızı kökünden değiştirecek sonuçlara gebedir. Asla öğrenemeyiz değil mi? O yüzden genel olarak, uygulamada çok da başarlı olamasam da hayat felsefem: "aslında hayatın tam da şu anda başladığı ve sadece önümüzdeki olaylara hükmedebileceğimizdir."

Neden bilmiyorum, geçen hafta antrenman çıkışı Hüseyinle biraları hızlı hızlı yudumlarken bütün bunlar geçti aklımdan çabucak....

Monday, December 22, 2008


Küçükken, muhtemelen ortaokulda olamayacak kadar minik, fakat ilkokula başlamamış olamayacak kadar büyük iken,
yapılan doğum günü partilerinde
doğum günü sahibi,
pastanın üzerinde doldurulan değil de içine girilen yaş sayısı kadar sıralanmış mumları,
aklında kendisine alınacak bir sonraki commoder 64 oyunu ya da GI JO adamcığını hayal ederek üflerken,

partiye belki de sadece parti kalabalık biraz da eğlenceli olsun diye çağırlan sınıfın hınzır ve yaramaz çocukların
bunu neden yaptıklarını dahi bilmeden;
uzata uzata söylenen "iyki doğdunnnnnn ahmettttttt"
nakaratını "niye doğdunnnnnnn ahmettttt"
diye değiştirdikleri geldi aklıma
kendi mumlarımı üflediğim fotoğrafa bakarken...

Beni seven ve benim sevdiğim insanlar olduğu için çok şanslıyım....


Friday, November 21, 2008

İnsan hafızasının bir sınırı var mıdır? Mantıklı olarak değerlendirildiğinde kesinlikle bir sınırı olmalı. Farz edelim bu sınır 100.000.000.000.000.000.000..... hafıza birimi olsun (hb). Ve yine farz edelim mesela bir insanın hafızasındaki bilgilerin tamamı "2x2:4" işlemindeki kadar basit bilgilerden oluşsun ve yine farz edelim bu ütopik dünyada insan hafızası bu işlem kadar basit bilgilerle tamamen (ağzına kadar) dolmuş olsun. Yani bir birim bile yer kalmadı. Buna rağmen bu varsayımsal dünyadaki varsayımsal insanın gündelik hayatı devam ediyor ve karşısına daha önce öğrenmediği, 1+1=2 bilgisi geliyor. Hafızanın tamamen dolu olduğu göz önüne alındığında;

1) bu yeni bilgi öğrenilemez mi?
2) bu bilgi hafızaya alınırsa hafızadan çıkacak ilk bilgi hangisi olur?

Bu aralar inanılmaz derecede ezber yapyorum. Beynim patlayacak. Sanırım sürmenaj oluyorum. Aklıma gereksiz sorular geliyor....

Tuesday, November 11, 2008

Bu aralar zamanımızın çoğu sinemada geçiyor. Hani koltuklara isim veriyorlar ya tiyatrolarda belli bir bağış karşılığında; sinema salonlarının da isimlerimizi koltuklara vermesini talep ediyorum. Ciddi bir finansör olduk yani şu salon bolluğunda. Son zamanlarda gidilen 6 tane film hakkındaki görüşlerim şöyle efendim. Beğeni sırasına sondan başa doğru bir sıralama yapmam gerekirse... (Neden gereksin di mi?)


Zor karar: Aman tanrım nasıl böyle bir hata yaptık. Yarın bi gün televizyonlara düşerse, sizin de yapacak hiç bir işiniz yoksa, bütün kitaplar bitmiş, bütün sporlar yapılmış, bütün içkiler içilmiş ve söylenecek bütün sözler bitmiş olsa bile izlemeyin. Nikolas Cage amca bile kurtaramamış filmi. Zamanınıza yazık...

Mustafa: Can Dündar'ın iç yüzünü bir defa daha açıkça ortaya serdiği bir yapım olmuş. Her tarafından bir eğretilik akıyor. İnanılmaz kopuk, ne anlatmaya çalıştığı belli değil gibi bir izlenim veriyor (aslında belli de...). "Atatürkle ilgili olumsuz ne varsa alalım, aman canım bir bütünlük oluşturmasa da olur" düşünce yapısına sahip bir film. Her tarafından art niyet akıyor. Neymiş bütün bu devrimler adamın küçükken yediği bir tokat yüzündenmiş. Can Dündar şimdi de psiko-analize soyunmuş anlaşılan. Seyretmeyin, çocuklarınıza izlettirmeyin....

Mükemmel Bir Gün: "Karşı Pencere"den daha çok sevdim daha bir gerçekçi geldi sanki bana. "Saturno Contro"ya kıyasla çok daha kötü dersem yeterli olur mu? Yanlış anlaşlmasın Saturno contro yu çok sevmiştim.
Issız adam: Keşke ilahi bir güç devreye girseydi de filmin sonunu seyretmeseydim. Sonuna gelene kadar "vay beee 10 numara, harika" diye düşündüğüm film, sondaki zorlama çabayla malesef resmen rezil olmuş. Film aslında çok iyi başlıyor, içine sürüklüyor insanı, düşündürüyor. 2 insanın ilişkisinin daha önce bu şekilde ele alındığını zannetmiyorumbir türk yönetmen tarafından. Muhabbetler, hareketler, düşünceler, kaygılar. Çok iyi yakalamış yönetmenimiz :) İnanılmaz yaratıcı. Amaaaa... Filmin sonu tam bir love story edasında. (Seyretmeyenler okumaya devam etmesin lütfen, çünkü okurlarsa seyretmek zorunda kalmayacaklar) %100 ağlatmaya programlanmış bi son. Tek amaç bu, gayet net. Yahu tamam her şeyi bi kenara bırakıyorum. Siz birbirinize deli gibi aşık olmuşsunuz. Aradan 4 sene geçmiş aşkınızı unutmamışsınız. Birbirinizi görünce dağıldınız. Buraya kadar her şey eyallah da, yahu: canım "ada"m sen evlenmişsin kızın konuşmaya koşmaya başlamış, daha hala o buğulu iç sesinle kocama her sarıldığıma sana sarılıyorum diyosun. Çüş derler adama. Niye? çünkü sayın okuyucu dikkati çekerim bu ilişkinin süresi taş çatlasa 1,5 ay, ya insana gülerler 1,5 ayda birbirinizi nasıl tanıdınız? ne kadar çok ortak anı yarattınız ve birbirinize nasıl bu kadar aşık oldunuz? Bırak iç seslerle gereksiz itiraflarda bulunmayı aradan geçen zamandan sonra birbirinizi tanıyamazsınız bile yahu :) Hatırlatıyorum ilişkinin süresi 1,5 ay. 4,5 yıl değil. Biliyorum çok geçirdim, belki de ada yı çok sevdiğimden üzüldüm haline; lavuk ıssız adama sinirlendim. Kim bilir, bunun tahlilini en iyi psikoloğumuz Can Dündar yapar aslında ama o da aramızda yok.

3 Maymun: Görüntüler tek kelime ile mükemmel. Hatice Aslan'ın oyunculuğu da öyle. Renklerin soluk olmasına rağmen fotoğraf sergisi gibi film olmuş. Yalnız bir arkadaşımın söylediği gibi "yarım saate sığacak filmi biraz fazla uzatmış" galiba.....

Aşk Tutulması: Evet biliyorum, filmden sinemadan sanattan anlamıyorum; ama ben bu filme bayıldım. Bir kere esas ablayı saymazsak oyuncular resmen döktürmüş. Biraz sitcom havasında sanki; ama belki benim de fenerbahçeli olmam ve etrafımda filmdeki kadar deli insanlar olması nedeniyle resmen gülmekten koltuktan düşecektim bazı sahnelerde. Tamam sanat anlamında pek bir şey ifade etmiyor ama ben zaten "halk için sanat" ilkesini benimseyenlerdenim. İyi vakit geçireceğinizi garanti edebilirim.

Thursday, October 30, 2008

Konuşkan olduğum söylenemez, beni yakından tanıyanlar zaman zaman ketum olduğumdan da bahsederler. Ama ben bu yoruma katılmıyorum. Etrafımdaki insanlardan daha fazla ketum değilim. Yalnız bu aralar biraz çenem düştü sanırım. Az konuşmanın ne büyük bir erdem olduğunu tekrar hatırlasam iyi olacak galiba. Gereğinden fazla konuşmak sadece sorun çıkarıyor çünkü....
şşşşşhhh

Saturday, October 25, 2008

Herkesin konuştuğu herkesin üzüldüğü şey benim de aklımdan çıkmıyor. İşyerimde ktunnel'dan girmeye çalıştım önce, maalesef işyerimden o siteye de giremediğimi öğrendim. Yani artık daha seyrek dolaşmak zorunda kalacağımı anladım alem-i blog'da. İçim cız etti. Bu kadar da olabilir mi dedim. Bu kadar da olabilir mi? Bugün cumartesi evdeki bilgisayardan girdim. İçim derin bi kaybetmişlik duygusu ve hırsla dolu. Biz bu durumlara layık mıyız. Atatürk'ün kurduğu bu güzel ülke...

Din kisvesi altında tarihin en büyük dolandırıcılıklarından biri yapıldı almanyada. Bir ayağı da burda şerefsizlerin. ülkede çıt yok. Rtük başkanı ciddi şüphe altında, 10 yaşındaki çocuğun kendini savunacağı anlamsız savlarla kurtarmaya çalışıyor paçayı, yine çıt yok. Dünya çalkalanıyor, önümüzdeki 5 yıl belki de dünyanın yaşadığı en kötü 5 yıl olacak. Yine ses yok. Neden, çünkü başımızdakiler atatürkçülerin peşinde cavı avına çıkmış, sisiyi de alıyorlar, eruyguru da... Sıra bize de gelirse şaşırmayalım.

Bitti bu ülke...

Tuesday, October 14, 2008

Birkaç gün önce CNBC-E'de, senelerce önce sanırım orta okuldayken sinemada izlediğim Groundhog Day filmine denk geldim. Filmin başını kaçırmış olmam, duyduğum heyecanda en ufak bir azalmaya neden olmadı. Filmde hava durumu sunucusu rolündeki "Phil" karakterini canlandıran Bill Murray bilinmeyen bir sebeple zamanda bir güne takılıp kalıyor ve sanırım 1-2 sene boyunca (filmin sonunda kaç gün geçtiğini söylüyordu ama unuttum) aynı günü yaşıyor. Etrafındaki insanlar bu durumdan haberdar değil, daha doğrusu sanki bir önceki gün hiç yaşanmamış da tekrar aynı günü yaşıyorlar. Bu tekrarları hafızasında tutabilen daha doğrusu bu lanete (???) maruz kalan tek kişi ise kahramanımız Phil. Filmin sonu insanı çok fazla germeden güzel bir mesaj verme gayretinde. Verilen mesajdan etkilendiğim ve tekrar "vay beee" dediğim için galiba başarılı da sayılabilir.

Sanırım yaklaşık 14-15 sene önce, en yakın arkadaşım Engin ile afişini beğenip girmiştik filme. Film Engin'e çok bir şey ifade etmemiş olacak ki, frigolarımızı almak için beklediğimiz sırada aklına aniden "aslında akşam evde olması gerektiği, hemen eve dönmezse annesinin kendisini öldüreceği" geldi. Biraz, o zamanlar da aynı şimdi olduğu gibi başladığım şeyleri yarıda bırakmaktan hoşlanmamam; biraz da tekrar tekrar yaşanılan birbirinin aynı olması beklenen fakat kahraman sayesinde değişik bir hal alan günlerin sonunun nereye varacağını merak etmem nedeniyle, Enginle beraber çıkmamış ve filmin ikinci yarısını seyretmiştim.


Nasıl ki senelerce sonra okunan bir kitap okuyanına hiç düşünmediği şeyler hissetirebiliyor ya da verebiliyorsa, bu film de bana ilk seyrettiğim zamana kıyasla çok farklı şeyler düşündürdü. Aslında dürüst olmak gerekirse 15 sene önce filmi boşa izlemişim :) Andie Mac Doweel'a, daha doğrusu Rita karakterine aşık oldum: vakur, kendinden emin ve zarif duruşuna. Bir de Phil'in aynı durumlarda ortaya koduğu onlarca farklı davranış biçimlerini izlemek çok keyifliydi.

Mesela bugünü (14 Ekim 2008) ele alalım. Sabah yataktan kalktım, aynı kahvaltıyı ettim, giydiğim 3-5 takımdan birini giyip, aynı arabaya binip aynı işe gelip, devamlı gittiğim 5-10 lokantadan birinde öğlen yemeği yedim. Aslında düşünsenize, yapabileceğim ve yaşayabileceğim binlerce onbinlerce belki milyonlarca farklı şey varken ben sadece aynı şeyi yapıyorum. Ne büyük bir kayıp. Ertesi günün ve takip eden günün ve onu da takip edenin de yine 14 Ekim olduğunu düşünün yine aynı şeyleri yapar mısınız? işe gider misiniz? bir kitapçıya girip tüm kitapları mı okursunuz, tüm filmleri mi izlersiniz, yoksa bir günde gidilebilecek tüm yerlere mi gidersiniz? İşte film de biraz bununla ilgili.....

IMDB listesinde 174. sırada yer alan bu filmi izlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim....

Monday, October 06, 2008

6 Ekim 2008

Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.


Salı sabahı kahvaltımı ettikten sonra arabaya atlayıp İstanbul’a doğru yola çıktım. Aşık olduğum beni heyecanlandıran şehire doğru... Aslında yalnız başıma uzun yol yapmayı sevmem. Belki de bir ömre yetecek kadar yol yaptığım için, belki de sadece yalnız olmayı sevmediğim için, bilmiyorum. Çok hızlı gitmeden, yavaş yavaş geldim İstanbula. 3 gün kaldım. O kadar hızlı geçti ki zaman. Yapmak istediklerimin çoğunu yapamadım. Birazını yapabildim ama zaten listenin uzunluğu göz önünde bulundurulduğunda sanırım tatmin edici bir sonuç sayılabilir. Yapmak isteyip de yapamadıklarım: Oyuncak müzesini gezemedim, Eminönü’ne gidip mısır çarşısı ve kapalı çarşıda dolaşamadım. Kuzenim selinle görüşemedim (bu konuda suçun çoğu kendisinde). Nişantaşı’nda bulunan adını bile doğru dürüst söylemediğim, gidip şarap içip peynir yediğin gurme dükkanında keyif yapamadım.
Ama yine de yaşadıklarım güzeldi: Daha çok televizyonda dizilerde ve sinemada gördüğüm aslında oynadığı karakterleri pek de beğenmediğim bir oyuncuyla tanıştım, tanışmakla kalmadım kendisi ile içip sarhoş oldum. Boncuk’a gidip Mehmet amcanın eşliğinde harika bir gece geçirdik. Tam saymadım ama sanırım 50’ye yakın şarkı söylemiştir o gün Mehmet amca masamızda. Boncuk’un keyfi bir başkaydı. İnatla bildiğim ender şarkılardan olan “senede bir gün”ü istedim yine. Bir gün harika bir boğaz manzarası eşliğinde İstanbul Modern’de oldukça lezzetli bir akşam yemeği yedik.


Bir sabah erkenden kalkıp yarım saat sıra bekleyip (ki bu sıra erken kalktığımız için bu kadar kısa zamanda alınabildi) dahi Dali’nin sergisine gittik. Resimden çok da anladığım söylenemez. Üniversiteye girdiğim sene rehberlik yapan amcam ile beraber gittiğim İspanya’da tanışmıştım resim ve heykel ile. 3 gün boyunca bu konularda oldukça bilgili olan amcam ile takılmış ve gezmedik sergi ve müze bırakmamıştık. O gezilerde ben de en çok iz bırakan sanatçı da Miro olmuştu. Zaten Dali de Miro ile aynı ekolden sayılır. O yüzden büyük bir heyecan ve hayranlıkla gezdim sergiyi. Atlı köşke daha önce hiç gitmemiştim. Sadece girişte bulunan atın aslında çok kısa bir süredir o köşke ait olduğunu, karşı tarafa taşınmadan önce yıllarca Moda semtinde bir evin bahçesini süslediğini biliyordum. Dali inanılmaz bir adam, dolu dolu yaşamış hayatını, en çok mutlu olacağı ve en çok inandığı şeyi yapmış bir ömür boyu. Daha 20 li yaşlarına bile gelmeden yazdığı günlükte şu cümleler var: “ileride çok büyük bir dahi olacağım”. Bu nasıl bir özgüven böyle? Çok da kısa sayılmayacak ömründe çoookk fazla eser vermiş. Çoğu; insanı şaşırtan, düşündüren, meraklandıran şeyler. Örnek aldığı, fikirlerini dayandırdığı kişinin Freud olduğunu söylesem çok da bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırım. Kendimi asla yaratıcı biri olarak görmedim. Ama sanata büyük bir sevgi sanatçılara da büyük saygı duyarım. Dali’ye ise özendim. Zevk aldığı ve çok iyi yaptığı bir şeyin peşinden gidip aynı zamanda tarihe de imzasını attığı için...
Etrafımdaki insanlardan çok sevdiğim bazıları (bir kaçı veya biri) biraz muhafazakar, biraz da aileme fazlaca düşkün olduğumu söyler(ler). Ben de bu yakıştırmayı haklı çıkaracak şekilde bir gün arabayı Kabataş’ta bırakıp motorla karşıya geçip, Caddebostan’a yeni taşınan teyzemi ve ona ziyarete giden dünyanın en iyi kalpli insanı anneannemi görmeye gittim. İstanbul’a (Anadolu yakası) her gittiğimde mutlaka uğradığım Beyaz Fırın’da bayram üstü ne bulduysam aldım bu ziyaretten önce. Valla sayın İstanbullular, yok böyle bir lezzet diyorum. Henüz Beyaz Fırın’dan her hangi bir tatla tanışmamış olanınız varsa da şiddetle öneriyorum burayı. Yalnız bir şeyin daha farkına vardım. Bu İstanbul ulaşım düşünüldüğünde, çekilecek dert değil. Saat 15:45 te Kabataş’tan bindim tekneye (adı her neyse), karşıya geçip sadece bir saat oturup geri döndüğümde ise saat 20:00 di. Karşı tarafta gidişte taksiyi, dönüşte ise iki vesait dolmuşu kullandım. Ve iki seferde boğazı deniz yolu ile geçtim. Neyse her şeye rağmen sırf o deniz sesi ve kokusu için bile değdi çektiklerime.


Son gün ise uzun zamandır görmediğim diğer kuzenim Deniz ile görüşme fırsatım oldu (zorlayarak yarattım). 2 senedir göremiyordum kendisini. Çok özlemişim, çok güzelleşmiş....

Cuma günü döndük Ankara’ya, yol beklediğimden kolay geçti. Geldiğimiz gibi eski arkadaşlarımızla kebapçıya koştuk ve kıtlıktan çıkmış gibi yedik.

10 günlük tatil özeti, ya da son söz: sevilen insanlarla hayran olunan bir şehirde keyifli bir tatil.

Sonrası: zor ve stresli günler...







Tuesday, September 23, 2008

Popüler blog kültürünün önde gelen neferleri arasında yer almadığım kesin, o yüzden ayşe sayesinde bilgi sahibi olduğum "sitemeter" olayı da çok da faydalandığım bir uygulama değil. Yok günde kaç kişi gelmiş siteme yok kaç kişi okumuş beni, kaç kişi kaç saniye kalmış, hangi siteden gelip hangisine gitmiş.... genellikle ilgili çekmiyor bu soruların cevapları. Belki çok de çok popüler olmadığı içindir bu sayfa. Ama bu konular benim kesinlikle dert ettiğim şeyler değil çünkü bu işe "kendim için yazmak" amacıyla başladım. Lakin, az da olsa devamlı okuyucularım olması da tabiki mutlu ediyor beni :) :) :)

Bu aralar işlerim çok da yoğun olmadığı için daha önce hiç ilgilenemediğim şeylere vakit harcamaya başladım. Sitemeter da bunlardan biri oldu. Özellikle kimin hangi google lamayla bana düştüğünü görmek gerçekten çok komik oluyormuş. Bir kaç tane örnek var aşağıda son bir kaç günde not ettiğim :))

Mr. Whooper Araba: yok böyle bişey kandırmışlar seni arkadaşım

Gördüklerim karşısında nutkum tutuldu: Hayır ne gördüğünü bilmiyorum ama bu blogda yok öyle şeyler maalesef

Yediğimiz yiyecekler neden mideye saray vermiyor : Ne diyceğimi bilemiyorum, çünkü arkadaşın ne demek istediğinden kendisinin bile haberi olmadığından eminim

Adanadaki silah dükkanları: ama gözünü seveyim burda olmaz öyle şeyler, adana güzel eyvallah ama hiç hoşlanmam silahlardan.

Göker abi: Göker, abi herkes seni arıyor..... nerdersin yeter artık sesss ver

Dodo pastanesi: Nasıl bi pastane o yaaa??

Dodo nerede : Hah tam üstüne tıkladın. Burda işte...

Döner dükkanı iç dizayn: Yani bu kadar mı umutsuzsun be hocam, alt tarafı döner dükkanı, biraz hayalgücü birazcık.

en sevdiğin arkadaşların beni üzdüğü zaman ne yapmalıyız: şimdi aslında bu arama ile ilgili hem cümle yapısını hem de esas amacı değerlendirmeye yönelik bir tez çalışması bile yapılabilir ama cümlenin bozuk olmasından bu aramayı bir çocuğun yaptığına inanmak istiyorum. Bu arada ciddi üzüldüm yavrucağa...

koyu fenerbahceli ne demek: işte aradığını bulan ender googlecılardan biri, tam olarak beni arıyosun....

havana yemek yedir: yorumsuz ????

lokanta olabilecek kiralık dükkan: dükkan kalmamış bu sayfayı versek...

ceketi alıp çıkıcam: umarım bu konuda beni örnek almazsın çünkü henüz başarıya ulaşamadım. Gelecekte bir gün belki...

günün yemeyi: güzide ülkemin hangi güzel ilçesinde acaba bu çaresiz ev hanımı çok merak ettim doğrusu...

KKM nasıl bir derstir: Bence boşa vakit harcama doğrudan hayata atıl....

ev yemekleri dükkanı açmak için ne tür belgeler gerekli: Bu konuda ayrıntılı bilgiye ulaşmak için: Ayşe


Bu arada beni en çok şaşırtan şey de sayfama gelenlerin yarıdan fazlası geçen sene haziran ayı içerisinde Adana'daki çalışma sürem boyunca bolca ziyaret ettiğim "Gönül Kebap" ile ilgili yazdığım yazı nedeniyle geliyor. Amma popüler olmuş bu mekan. Hakkediyordu yalnız...

Monday, September 15, 2008

Hayat sürprizlerle dolu. Her zaman yeni bir şey veriyor insana. Asla tam olarak “tamam çözdüm bu işi” diyemiyorsun hayatla ilgili olarak. Ben ki etrafıma baktığımda, etrafımdaki insanlarla kendimi karşılaştırdığımda bu işi çözmeye çok yaklaştığımı düşünürüm hep. Hayatı çözmek için önce kendi çözmeli insan. Kim olduğunu, ne istediğini, nerde durduğunu, ne yaptığını, neye inandığını, ne olmak istediğini, ne olmadığını... Bu sorulara verilecek, çok güzel ve çok tutarlı olduğunu düşündüğüm yanıtlarım oldu hep. Zaman zaman gözden geçirsem de bu yanıtları, eski yanıtları beğenmesem de bazen, hiç pişman olmadım eski cevaplardan. Sonuçta istediğiniz yolda giderseniz gidin; siz değilsinizdir artık dönüşteki, cevaplar değişebilir.

Aslında kim olduğuma ilişkin bir çerçevem vardı, kimsin sen sorusuna verilebilecek upuzun bir yanıtım. Hatta zamanında kim olduğumu bile yazmıştım bir kağıda. Kendini anlat deseler ne yazar insan, onları yazdım uzun uzun....

Ne olduysa bilmiyorum, doğru olduğunu düşündüğüm cevaplar yanlış çıktı. Ya da yanlış dediklerim doğru. İyi niyetli olduğum için aldığım kararların aslında iyi kararlar olmadığını, gereken inisiyatifi alamadığımı söylerlerdi hep. Bense gülüp geçerdim. “Hadi canım ordan, benim verdiğim kararlarda iyi niyetim, insancıllığımın olumsuz etkisi olamaz. Herkes hakkettiğini alır”. Sonra bi gün çok sevdiğim iyilik meleği bir arkadaşım çıktı dedi ki: “abi sen benden de yumuşak başlısın hayır diyemiyorsun kimseye”. O anda bir şimşek çaktı beynimde, ya ben gerçekten dedikleri gibiysem. Bunu sorgulamaya başladım ve haklı olduklarını gördüm. Yukarda anlattığım şey aslında bir örnek. Yani belki çok iyi niyetliyimdir belki de değil. Önemi yok. Önemli olan kendimle ilgili düşüncelerimin sarsılması. “Vay be herkes böyle diyorsa demek ki gerçekten öyle” demem önemli olan.

Böyle olunca neyin doğru neyin yanlış olduğuna olan inancım kaybolmaya başladı. Kafam karıştı, tepe taklak oldu inandıklarım. Çok küçük bir şey dahi olsa, mini mini mini mini minnacık bir şey bile olsa, kendinden son derece emin olduğun bir konuda şüpheye düşmek yıkıyor insanın tüm savunma mekanizmasını.

Sanırım en iyisi düşünmemek. Sadece akışına bırakmak hayatı. Anlamaya çalışmak nafile....

Eskiden doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırabilmeyi yeterli sanırdım. Sanırım olması gereken, sadece neyin doğru olduğunu bilmek değil. Doğru olduğuna inandığını yapabilmek aynı zamanda....


Tuesday, September 09, 2008

Bundan tam 6 ay önce, ılık bir bahar gecesinde, ayşegülün ısrarlarına ısrarla karşı geldim ve inat edip ayakta bile duracak halim yokken, yaptığı yol 100.000 km ye dayanan canım arabamın sürücü koltuğuna oturdum. Tüm türk erkeklerinde olduğu gibi ben de çoğu zaman "ammaaann bişey olmaz" deyimini kullanırım gereksiz yere. Ama özellikle alkolün bana etki etmediğini, öyle olsa bile kesinlikle araba kullanmamı etkilemeyeceğini, yakalansam bile polis amcalara istediklerini verip kaçabileceğimi (ki daha önce 2 defa sektim) düşünüyordum. Taa ki 9 Mart gecesine kadar. Maalesef çok salakça yakalandım, hayatım boyunca o kadar salakça yakalanmış olmayı hazmedemeyeceğim sanırım. Hikayeye ayrıntıları ile girmeyeceğim, çünkü çok utanç verici. İlk önce tipik türk erkeği yaklaşımı ile bu işten de olumlu bir taraf çıkarsam da kendime, ("ne bünye varmış beeee, o kadar içtim 0,66 promil çıktı) sonra utandım. Zira övünülecek bi halt değil yani. Neyse efendim, aradan 6 ay geçti ve 9 eylül İzmir'in olduğu gibi ehliyetimin de kurtuluş günü oldu. Oh beeee diyorum sadece.


Bu arada komik bir olay geçti başımdan. Ehliyetimi almak üzere ankara emniyet müdürlüğü trafik tescil .... denen yere gittim. Genelde oldukça kalabalık olduğunu bildiğim için bir nebze de stres barındırıyordu bünye tabi ki. Girer girmez üzerinde kocaman "danışma" yazan bankoya atıldım sevinçle. Elimdeki tutanağı gösterip "Ehliyetimi almaya geldim nerden alabilirim?" dedim.

Polis amca anlamsızca bakıp, "bu ne ki?" dedi.

Afallama sürecini hızlıca geçip, tane tane ve yavaşça anlatmaya başladım: 6 ay önce alkollü araba kullandığım için ehliyetime el konuldu. Ceza süresi bittiği için ehliyetimi geri almaya geldim."

Polis amca affallatma konusunda iddialı: "eeee?" dedi

Ben de "nerden alıcam işte onu sormaya geldim" dedim.

Polis amca ne dese beğenirsiniz? "Bilmem ki" dedi.

Çüş diycektim kendimi tuttum ve aynı devlet dairesine girmiş saygılı ve gariban vatandaş edasıyla: "ama burda danışma yazıyor, ben de size danışmak için geldim" dedim.....


Neyse hikayenin bundan sonraki kısmı pek de komik değil zaten. Meğer benim ehliyetimi başka bi birim aldığı için güzide ankaranın başka bir semtine gitmem gerekiyormuş. Bu arada devamlı etrafı eleştirip bıdı bıdı konuşan insan tiplerini sevmediğim için kendime de bir pay çıkarayım. Aslında tutanağın üstünde yazıyormuş nerden alabileceğim. Tabi ki "ehliyetin teslim edileceği birim" diye bir başlık yok. Ama biraz araştırmayla kolayca bulabilirdim sanırım ben de...

Bu sıcakta resmen dilim damağıma yapıştı ordan oraya gitmekten.


Not: Neden? canım şehrimin canım insanları istanbuldaki vatandaşlarımızın gösterdiği medeniyet seviyesine sıfıra soldan yaklaşan limit gibi yaklaşamıyor da metro ve ankaraydaki yürüyen merdivenlerde yürümek isteyenlere yol vermiyor?. Bunu da anlamış değilim. Tarihe not düşülsün lütfen.

Wednesday, September 03, 2008

Salı akşamları NTV de BBC'nin "the truth about food" isimli belgeseli gösteriliyor. Çok vaktim olmaması, ya da çok fazla televizyon seyretmemem nedeniyle belgeselin farkında olduğum halde taaki geçen haftaya kadar izleme fırsatını bulamamıştım. Ben biraz kurtluyumdur. Sinemada zevkle film seyrederim ama 2 saat aynı yerde oturup aynı şeye bakmak biraz zor geliyor bana. Ama bu belgeseli yaklaşık 1,5 saat gözlerimi bile ayırmadan, hatta ayırmadığım gibi kırpmadan seyrettim. Öyle psikopat manyak hasta tiplerden değilim yiyecek içecek ve sağlık konularında. Yani biraz hassasım ama genelde abartmadığımı düşünüyorum. Biraz konuyu açmak gerekirse: sağlıklı ve faydalı olduğunu düşündüğüm bir yiyeceği sadece sağlık olduğu için yemem, diğer bir deyişle eğer beğenmiyorsam sırf faydalı diye bir şey yemem. Ama sanırım zevklerim bana bu konuda oldukça yardımcı oluyor. Et, kebap vesaire zararlı ve bol yağlı şeyleri genel olarak sevsem de, çok fazla abartamıyorum. Yani öyle 3 öğün 7 gün et ve türevlerini kesinlikle tüketemem. 2. gün yeter derim (bunun tek istinasını antepte yaşadım, 2,5 ay boyunca her gün en az 1 öğün kebap ve baklava yiyip de sıkılmaz mı insan, tatlar süper olursa sıkılmıyormuş). En çok sevdiğim yemek grubu ise sebze ve hamurişleri. Ama elimden geldiğince sebze yemeye çalışıyorum. Aptal bi düşüncem var bu konuda sanki sebze ve meyve yediğim zaman içimin temizlendiğini hissediyorum. Diğer taraftan tatlı, beslenme rejimimde baş köşeye sahip. Askerde beni ziyarete gelen ailemin getirdiği 2 kilo baklavanın 1 kilosunu sabahın köründe boş mideye gümbürdettiğim dün gibi aklımda.

Neyse efendim konuyu her zamanki gibi dağıtmadan sadede giremedik. NTV deki bu belgesel resmen yerime mıhladı beni. Belgeselde ingilteredeki bazı üniversitelerinin aracılığı ile bir takım deneyler yapılıyor. Benim aklımda kalan bir kaç tane deney sonucunu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Bi kere her gün elek gibi litrelerce su içmek sanıldığı gibi çok da faydalı bişey değil. Deney kapsamında, bir çift ikiz alınıyor. İkizlerden biri günlük yeme içme rejimini aynen sürdürüyor, tek bir farkla o gün boyunca hiç su içmesine izin verilmiyor. Diğer kardeşe ise, hergünkü rutininin aksine fazladan 2 litre su içmesi söyleniyor. Belirli bir süre sounda, sanırım 2 hafta, ikizlerin ciltleri inceleme altına alınıyor. Bir de ne görsün bilim adamları: deli gibi su içenle, hiç su içmeyen kardeşin verileri neredeyse aynı. Bunun nedeni de, aslında yediklerimizin de büyük bir kısmının sudan oluşması ve bu nedenle su ihtiyacının değişik kanallardan karşılanabilmesi gösteriliyor (mesela bifteğin %66sı suymuş). Beni şaşırtan bir diğer deney ise DETOX deneyi oldu. İki grup alınıyor, bir grup sanırım yine 2 hafta boyunca yediğine ve içtiğine hiç dikkat etmeden yaşıyor. Diğer gruba ise katı bir detox programı uygulanıyor. Bu grup bu süre boyunca sadece taze meyve ve sebze ile besleniyor, sadece su ve bunların suyunu içiyor. Süre sonunda sonuç inanılmaz, detox grubu ile, hayvanlar gibi yiyorum bana ne grubuna ait ingilizlerin kanlarında ve idrarlarındaki "toksin" miktarında neredeyse hiç bir fark yok. Tabi burda bir satır açmak lazım (bu benim yorumum) İnsan vücüdu mükemmel bir dizayn. Zararlı şeylerin etkisini giderme konusunda çok başarılı, öyle olmasasaydı bu kadar içki, bu kadar sigara ve kansorejen madde ile çok fazla yaşayamazdık. Önemli olan yeme rejimini zararlı ve faydalı yiyecekler arasında dengeye koymak. Yani ne sağlık manyaklığı yapmak ne de kendimizi koyverip tamamen sağlıksız bir yaşam sürmek doğru bence. Biraz dikkat etmek yeterli gerisini vücut hallediyor sanırım zaten.

Zamanında bilimsel deneylerin nasıl yürütülmesi gerektiği üzerine ders almış biri olarak bu deneylerin bilimselliğinde bende kuşku uyandırmayan konular olmadı değil, ama sonuçta bu deneyleri yürüten kurumlar da bilimevleri yani üniversiteler. O yüzden deneylerin bilimselliği üzerinde de çok durmadım açıkçası....


Monday, August 25, 2008

Posted by Picasa


2 sene önce tatilde aşina olduğum blog alemine izin dönüşü büyük bir heves ile ben de dahil olmuştum. 2 yıl sonra 2. blogumun 2. yaşını doldurup 2 hafta tatile çıktım. Tatili anlatmaya gerek yok sanırım. İnsani sınırların üzerinde çalışan herhangi birinin tatilin nasıl geçerse benimki de öyle geçti: Harika. Denize, güneşe, rüzgara, yemeye, içmeye, tavlaya, kinge, akrabalara, arkadaşlara, sevdiklerime, kaşarlı pideye, kumruya, balığa doydum geldim desem de sanırım kendimi kandırmakta öteye geçemez bu çaba. Çünkü tatile doyulmaz, doyulamaz. Tadı tamağımda döndüm memlekete. Öğlen bir sebeeple kullanmak durumunda kaldığım metroda maruz kaldığım görüntüler son 2 hafta gördüklerimden çok farklıydı. Bir şeyler yapmalı ama ne? Alıp başımı gitsem? Nereye kadar....

Sunday, August 03, 2008

Diyarbakır’ın sıcağından sonra cennet gibi geldi Uşak’ın havası, hani diyorlar ya kızgın kumlardan serin sulara diye. Aynen öyle işte. Biraz komik gelecek biliyorum ama şehrin havası Ankara’yı çağrıştırıyor bana. Birkaç günlük aşırı sıcaklar dışında gayet yaşanabilir. Akşamlara genellikle esintili ve oldukça serin (şimdi bunu da açıklamak lazım yani tabi ki serin değil, ama ferah diyebiliriz sanırım). Zaten gün içerisinde klimalı ortam, sıcak falan koymuyor adama.

Sanırım burada daha önce hiç çalışmadığım kadar yoğun çalıştım. Şöyle bir baktım da tam 21 gün olmuş, ne haftasonu tatile ne de başka bir şey. 2005 yılında Denizli-Isparta ikilisinde aralıksız çalışılan 6 hafta ile karşılaştırıldığında hiçbir şey gibi gelebilir ama o zaman ki sorumlulukları ve iş yükü düşünüldüğünde kendi durumumu bitmiş olarak tanımlayabilirim şu anda. Neyse ki az kaldı. Önümüzdeki Cuma yıllık izne çıkıyorum bir aksilik olmazsa (bu arada zaten aksilik olmaması şaşılası bir durum olur). Etrafımdaki herkes olmasa da bazı kişiler çok şikayet ettiğimi bazıları ise nasıl olur da bu kadar az şikayet ettiğimi merak ederler. Umarım bunlar şikayete girmiyordur.

Her ne kadar kafayı yeme noktasına gıdım kalana kadar çalışmış olsam da, Uşak genel olarak keyifli geçti. Bizim için en önemli şey bulunduğun şehirde bir iş arkadaşının olması senle aynı zamanda. Neyseki burada Mr. TGM ile denk geldik. Gündüz şehrin farklı ilçelerinde çalışıp, gece ise şehrin merkezinde buluşuyoruz. Kader midir kısmet mi artık bilmiyorum, ben mi ona iyi geliyorum yoksa o mu bana onu da bilmiyorum ama, makul sayılabilecek rakamların üzerinde denk geldik kendisi ile farklı şehirlerde. 2 defa Bursa, 1 defa Antep, Denizli-Aydın yolundaki karşılaşmayı da saymıyorum hani :) Aslında normal şartlarda yapılacak uzun yürüyüşlerin aksine burada kendimizi PES (Play Station Pro Evolution Soccer) oyununa verdik. Bundan 2 ay önce biri beni karşısına alsa ve “Doruk Uşak’a gidip saatlerce PES oynayacaksın” deseydi sanırım oturma organımla gülerdim kendisine, zira psikopata yakın derecedeki hareket düşkünlüğüm beni o tarz oyunların başında bırakın 1 saat 10 dakika bile oturmakta alıkoyar. Ama nasıl olduysa işte bir kereden bişey olmaz dedik. Deyiş o deyiş, resmen bağımlısı olduk. İnanması zor ama 2 haftada sol baş parmağım bildiğiniz nasır bağladı. Ben de kendimi avutuyorum olsun hareket olsun da baş parmağa olsun diye...

Hani zaten baştan kabulleniyor bizim işte yalnızlık, ama böyle yakın bir arkadaşınız düştü mü yanınıza o da harika bir lütuf halini alıyor insan için. Dün Ankara’dan Marmaris’e geçerken Uşak’a MR. TGM’in yanına ailesi uğrayınca bana yalnız geçen günleri yad etmek düştü.
Saat 6 ya doğru çıktım,
yarım saatlik araba yolculuğu sonrası şehre vardım,
arabayı otelin park yerine bırakıp,
yürümeye koyuldum.
Karun alışveriş merkezi derler bir yer var burada,
yoğun günün ardından kendimi mükafatlandırıp 1 adet büyük boy Whopper Cheese menü aldım (Büyük kola yerine 2 ayran)
hiç acımadan son tanesine kadar bitirdim patatesleri
bir acısos bir ketçap, bir acısos bir ketçap, ne de güzel tamamlıyorlar birbirlerini.
Sonra 19:25 te 1 salonda gösterilecek olan “Wanted”a bir adet bilet aldım,
saate baktım daha 18:35,
radikal aldım, her sayfasını okudum yalnız geçen günlerimdeki gibi,
bir de çay tabi yanında, olmazsa olmaz.
Sonra kaldırdım kafamı kendime baktım: sanki kendim orda kalmış da ben kendime bakıyormuşum gibi. Güldüm kendi kendime, insanoğlu ne enteresan. Ankara’da nerde ankaranın yabancısı olduğu anlaşılan yalnız başına oturan birilerini görsem hüzün çöker içime. Nedenini bilmiyorum. Belki ben de yalnız kaldığım için zaman zaman. Ama yoo nedeni bu olamaz, ben sıkılmam ki yalnızlıktan korkmam ki... peki neden o zaman? Çok düşünmedim soru üstüne
Sinema salonuna girdim, 1 salona, en BÜYÜĞÜNE...
Toplam 5 kişi filmi seyrettik...

Sunday, July 20, 2008


İşim gereği güzelim anadolumun baya bi memleketini gördüm. En küçük esnaf lokantasında taze fasulye, en kral kebapçı da altı ezmeli kebap da yedim ayıptır söylemesi. Daha önce adını bile duymadığım değişik yemekler tattım, birbiriyle hiç gitmeyecek diye düşündüğüm lezzetlerin ne de güzel anlaştıklarına şahit oldum. Eminin gördüklerim görebileceklerimin yanında koca bir hiçtir ama yine de ilk defa bir pidecinin menüsünde "soğansız pide"ye rastladım. Yahu tamam mantıkta da kullanılır, bir şeyi anlatmanın bir yolu da onun ne olmadığını tanımlamaktır.

Ama bu kadarı da olmaz yani; "n-1": her şey olabilir ama soğan asla.......
Posted by Picasa

Wednesday, June 25, 2008

Pazartesi günü Diyarbakırdaki 4 haftamı doldurmuş olacağım ve Salı günü de burayı mumla arayacağıma emin olduğum iç batı anadolunun küçük bir şehrinin küçük bir ilçesine doğru yola koyulacağım. Bizimkiler buraya geleceğimi duyunca ilk çok tedirgin oldular. Zaten biliyordum yersiz olduğunu bu kaygıların ama daha uçaktan inerken kanım kaynadı şehre. Anadolu Jet sağ olsun ucuza geldi bu Anadolu seyahatleri (sanki ben veriyorum cebimden). Oldukça memnunum ben bu hizmetten, zaten çok adetim değildir uçakta adet yerini bulsun dostlar alışverişte görsün diye yapılan ikramdan nasiplenmek. Bir de Diyarbakır uçağının günün ilk seferi olması da önemli bir avantaj sağladı. Zira pilot ve hosteslerin gecikmesi dışında rötar olasılığı yok. Beklendiği gibi oldu tam vaktinde kalktı uçak. Zaten uykusuzum, daha tekerler havalanmadan uykuya dalıp uçak tekerleri yere vurduğunda açtım gözlerimi...

Neyse gereksiz hikaye başı tasvirlerini bırakayım şimdi. Güneydoğudaki çoğu şehri, orta anadoludaki çoğu şehre tercih ederim. Antep olsun, Urfa olsun oldukça köklü bir kültürleri ve bu şehirlerin ve insanlarının. Diyarbakır da bu bölgedeki şehirler arasında antepten sonraki yere oturdu kalbimde.

Diyarbakır gerçekten büyük bir şehir. Kuruluşu Artuklulara dayanıyor galiba emin değilim). Şehirin eski merkezi “Sur İçi” olarak adlandırılan bölgede. Buraya neden sur içi dendiğini tahmin etmek çok da zor değil sanırım. Ama aklınızda öyle İstanbul Bursa Ankara ya da başka bir şehirde gördüğünüz kale surları gelmesin. Bu tamamen başka bir olay. İnsanın nutku tutuluyor surların uzunluğundan ve büyüklüğünden. Yine bana söyleyenlerin yalancısıyım: Dünya üzerinde Çin Seddinden sonraki en uzun yapı diyorlar surlar için. Denemedim ama yürümeyi seven ve çok yürüyen bir insan olarak tahminde bulunmam gerekirse sanırım surların etrafında bir tur atmak 3 saati bulur yürüyerek. Zaten bir google araması yapıp kuş bakışı görünümüne bakmanızı isterim. Bildiğim kadarı ile tane büyük kapısı var surların: Mardin kapı, Urfa kapı, Tek kapı, Çift kapı, Dağ kapı ve saray kapı....

Sur içi, şehrin en eski bölgesi, hemen hemen bütün camiiler kiliseler hanlar vb eski yapılar burada. Biz de bu eski yapıların tamamına yakınını gittik gördük. Müslümanlar arasında en kutsal 5. mekan olarak gösterilen ve zamanında kiliseden dönüştürülen Ulu cami, 4 ayaklı minare, Süryani kilisesi ve Diyarbakır merkez kilise bunlardan sadece bir kaçı. Ben ortalama bir insanımdır. Sevinçlerim hüzünlerim hayretlerim hep ölçülüdür. Ama öyle bir yer var ki bu şehirde içine girince heyecandan nutkum tutuldu. Beni benden aldı başka yerler götürdü. Sadece bir 400 sene önce de burda olmak istedim. Bahsettiğim yer Hasan Paşa hanı. Yolunuz düşerse asla görmeden gitmemeni gereken yerler arasında birinci sırada. İçerisi küçük eşya incik boncuk kumaş ve daha bir sürü renkli şeyle dolu ortada sanki eski zamanlardan kopup gelmiş bir kahve (cafe) var. Hanın hemen girişinde eskiden 500 atın aynı anda barınabildiği bölme, lokanta haline getirilmiş.Tek kelimeyle nefes kesici.

Bunun dışında şehre geldiğinizde uğramadan gitmemeniz gereken 2. yer ise Gazi Köşkü. Mardin kapıdan çıkıp birkaç km gittiğinizde şehrin hemen hemen tek yoğun yeşilliğe ve ormana sahip bölümünde Dicle’ye tepeden bakan bir yamaca kurulmuş Gazi Köşkü. Atatürk 1937 yılında sanırım Hatay meselesi için bu taraflara geldiğinde kalmış. Bu nedenle gazi köşkü deniyor. Bir teras ve terasta bir manzara var ki akıllara ziyan. Keşke 70 sene öncesi olsa, keşke bu ılık rüzgar yine esse, keşke yine böyle alacakaranlık olsa ve keşle atamla oturup da iki duble atabilseydim diyorum içimden. Güzel bir kebapçı var şimdi buranın bahçesinde, lezzetler unutulmaz ama maalesef içki yok. O yüzden yetim kalıyor biraz yemekler.

Şehrin eski bölgelerinin yanında daha yeni ve sosyal anlamda zengin semtleri de var. Çoğu kişinin bildiği “Ofis” semti bunlardan en çok rağbet göreni. Biraz ileride iki tane AVM kurulmuş, onlar da yavaş yavaş hayat veriyor şehre. Ama şehrin aklında kalan en büyük özelliği neydi diye sorsanız hiç tereddüt etmeden, özellikle sur içinde adım başı karşınıza çıkan çocuklar. Her yerde çocuk var her yerde, çıplak ayaklı, deli dolu küçücük çocuklar. Yani 3-4 yaşında çocuk bile var sokakta. Merak ediyor insan nerde bunların anası babası. Benim 4 yaşında tek başıma karşıdan karşıya bile iznim yoktu. Bunun yanında en fazla 6 yaşındaki kız çocuğu henüz yeni yürümeye başlayan kardeşini karşıdan karşıya geçirebiliyor burada. Onun dışında hiçbir yerde görmediğim daha doğrusu küçük ilçelerde ve köylerde çokça olmasına rağmen hiçbir şehirde görmediğim garip bir kolektivizm var şehirde. Öyle ki mesela dolmuşta Migrosa gittiğim bir gün, yaşlı bir kadın ile 3 çocuk bindi dolmuşa. Ne kadar verdi bilmiyorum ama eksik olduğu anlaşılan ücreti muavine uzatıp, “yavrum kusura bakma bu kadar çıktı” dedi. Bu hareketin olası sonucu Ankara veya İstanbulda hakaret olabilir ve büyük ihtimal “kardeşim paran yoktu neden bindin” derler adam. Ama muavin en ufak bir bozulma sinyali vermeden gülerek parayı kabul etti ve her tarafından içtenlik akan bir ses tonu ve jestle “canın sağ olsun” dedi. Şok oldum ama daha çok mutlu oldum.

Şehrin en önemli lezzeti kaburga dolması. Açıkçası et sevmeme rağmen çok da bana hitap eden bir yemek değil. En ünlü kaburgacılarından olduğu için Selim Amca’da yediğim ama buranın yerlileri tarafından bu davranışım nedeniyle çok eleştirildiğim için olabilir belki de. Çünkü burada en kral kaburga dolmasını “Özler Lokantası” yaparmış dediklerine göre. Ve yine dediklerine göre Selim amcada yediğim için beğenmemem gayet normalmiş. Tabi bu anlatılanlar ikinci bir deneme yapmam için hiç de yeterli değildi.

Diyarbakırdaki çalışmayarak geçirdiğim ender zamanlarımın çoğunu yine yürüyüş yaparak geçirdim. Hazır sıralama hevesine girmişken, diyarbakırı da en çok yürünesi şehirler arasında Bursa ve Antep’ten sonra hiç düşünmeden 3. sıraya yazarım.

Dağ kapıdan çıkıp yürünür parka doğru, parkı geçip Ofis’e girilir. Ofiste koca bir tur atıldıktan sonra caddenin ortasında duran nur yüzlü, gülümsemesi insanın içini ısıtan yaşlı mı yaşlı teyzeden bir sakız daha alınır odadaki sakız dağına eklemek üzere...
Yaw bu teknolojiye olan yabancılık nedir yaaaaaaaa
20 tane resmi aynı posta koyamadım bu biiirrrr
bi de yazıyı sağa yaslayamadım bu da ikiiiiiii
yardım istiyorum :)












Posted by Picasa

Sunday, May 18, 2008

Pazar gecesi, teknik olarak saat 00:15, pratik olarak uykudan önce. Uzun zamandır yapmayı çok istediğim, ama bir türlü fırsat bulamadığım bir şeyi yapıyorum. Kafam çok iyi; ben, ayşe, hüseyin, şahika beraberce rakı balık yaptık. Balıkçılar konusunda pek de fazla alternatife sahip olmayan ankarada daha önce bir kere denediğimiz bozcaada yemekleri yaptığını iddaa eden "Tenes" balıkçısını gittik. Burda esas amacın bu balıkçı hakkında yazmak değil ama madem ismi geçti mezeler balıklar bir tarafa; tatlılar mükemmeldi. Fırında helva ve Çanakkaleye özgü peynir tatlısı.... Gerçekten lezizdi.
Gelelim asıl konumuza, aslında 4 kişiye bir büyük rakı gayet makul gibi görünse de bayanlar 1'er duble(???) içince bize baya bir rakı kaldı içecek. Karşımda da dünyanın en iyi kalpli insanı Huseyin olunca içmenin keyfi bi başka oldu benim için. Huseyin "Cundalı". Geçen sene tatilde evinde ağırladı bizi sağ olsun. Annesi harika yemekler yaptı. Tam bir deniz çocuğu...Çok özeniyorum evi memleketi deniz kenarında olanlara. Deniz, rüzgar, su.... Bunlar benim hayatım. Neyse konuyu fazla dağıtmayalım. Güzel gecenin devamında ve sonunda 2 şey, bana yaşadığımı hissettirdi. Neden bilmiyorum, biri 2 günlük sakallarım. Gecenin sonlarına doğru elimi yüzüme götürdüm ve hafif uzamış sakallarıma deydi parmaklarım. çork farklı bir duyguydu. Tam olarak var olduğumu hissettim. Sonra hesap ödendi. arabaya binildi eve doğru yola çıkıldı. İşte o anda "derinlik" duygusu aldı beni benden. Düşünsenize çalıştığınız süre bounca ofiste baktığınız en uzak nokta karşınızdaki duvar, gözlerinizin ufku 3 meterde. Oysa arabada ayı gördüm, kilometrelerce uzakta, ve yaşadığımı hissettim. Bir yanım eksikti nedense, denizsizliğe bağladım..........

Çok içtim. Umarım çok saçmalamamışımdır :)

Wednesday, May 07, 2008

bugün adli sicil kaydı ya da halk arasındaki deyimi ile, "temiz kağıdı" almak için Ankara Adliye Sarayına gittim. Buraya en son 2003 yılının temmuz ayında hala çalışıyor olduğum işyerine giriş aşamasında bu belgeyi almak için gelmiştim.

O zaman, yani yaklaşık 5 sene önce ilgili masaya dilekçe ve nüfus cüzdanı ile başvurduktan sonra yaklaşık 1 veya 1,5 saat boyunca beklediğimi hatırlıyorum. O esnada başvurusunu yapıp temiz kağıtlarını almak için bekleyen insan sayısı da kum saatinin tabaninda toplanan taneler gibi artıyordu. Sonra bi noktada artik kumlar yeterince biriktiği için midir bilemiyorum, elinde bi kağıtla bir adam çıktı ve teker teker belgeleri hazır olanların isimlerini okudu. Ne şans benim ismim de vardı. Toplam işlem süresi 2 saati geçmeden muradıma ermiştim.

Bugun yaklaşık 2 senedir sırf bu adli sicil kağıdını almaktan üşendiğim için gerçekleştiremediğim bir işimin zaman aşımına uğramaması için yine sicil belgesi almaya gittim. Sabah erkenden uyandım. Ne de olsa uzun bi maraton bekliyordu beni.

Hayrettir korktuğum başıma gelmedi :) Bu ülkede son beş yıl içinde somut olarak geliştiğini gördüğüm bir kurum oldu sonunda. Sağ olsun devlet büyüklerimiz bilgi işlem teknolojileri nimetlerinin farkına varmış. Binaya girmemle, belgeyi alıp çıkmam sadece 5 dakika sürdü. Önce daha önceden hazırlamış olduğum dilekçeyi önümde iki kişinin beklediği bankoya verdim. Tam 10 saniye sonra arkasına gerçekten temiz olduğumu söyleyen bir yazı yazıldı. Hemen yandaki bankoya geçip 5 YTL ödedim ve karşılığında bir mühür ve bir imza alarak mutlu mutlu adliyeden ayrıldım.

Thursday, April 24, 2008

Eskilerin deyimi ile "bugun bir yasima daha girdim". Ne kadar komik di mi bir yasina daha girmis olmak. Yani zaman zaten acımasız. Yıllar geride olduğunuz bir futbol maçının son dakikalarında olduğu gibi hızla geçiyor. Zaten durdurmak bir yana git gide daha da hızlanıyor. Bir de "bir yaşıma daha girdim" cümlelerini ekleyince sanki daha bir hızlı geçiyor zaman. Ben bu deyimi çok fazla kullanmam. Ya da daha önce ne zaman kullandığımı hatırlamıyorum. Ama "Bugün bir yaşıma daha girdim". Derin bir araştırma yapmadım ama sanırım halk arasında bu deyim çok hayret verici daha önce örneği olmayan bir durumla karşılaşıldığında ya da çok değişik yeni bir bilgi edinildiğinde kullanılıyor.

Kolay mutlu olabildiğimi düşünüyorum. Bi kere her şeyin başında büyük hayallerim arzularım ve hırslarım yok. Dolayısıyla Nietche'nin kulakları çınlasın büyük hayal kırıklıkları da yaşamıyorum. Genellikle tutum ve davranışlarım marjinal olmaktan ziyade ortalamalara yakındır. Etrafımda arkadaşlarım ve sevdiklerim olsun, düzenli spor yapayım, haftanın bir iki günü güzel bir yemek eşliğinde içkimi yudumlayıp yeri geldi mi kafayı bulayım, biraz kitap okuyayım, sinema ve tiyatroya gidebileyim..... Aslında temelde bunlar bana yeter. Tabi bu bahsettiklerim genel olarak memnun ve huzurlu olmanın kriterleri. Bunun dışında insan psikolojisini etkileyen bazı mikro faktörler de var. Bu faktörlerin sosyolojik yönlerine girmeyeceğim (aslında ilgi alanıma girmekle beraber sosyal psikoloji ayrı bir post konusu olur). Nedir bu yan mikro faktörler: küçük olan, aslında devamlı bizimle beraber olmasına rağmen insan hayatının akışında ciddi bir yer bulamayan faktörler. Mesela, şu anda gayet mutluyum çünkü yarın cuma, çünkü akşam biraz yüzüp gün içinde topladığım stres kırıntılarından kurtulacağım, çünkü uzun zamandır görmediğim bir arkadaşım arayıp akşam antrenmana geleyorum dedi. Bir adım yukarıya çıkarsam, mutluyum çünkü yıllık iznimin bir bölümünü kullanmama çok az kaldı, mutluyum çünkü bahar, mutluyum çünkü bu sene sadece 2 ay turneye çıkacağım. Postun oldukça karışık bir kaç satır üstte yer alan girizgah çabalarımda da bahsettiğim gibi, en üst seviyede de mutlu olmak için bazı sebeplerim var: Mesela sağlıklıyım, genel olarak sevdiğim ve vakit geçirmekten mutlu olduğum insanlarla beraberim.

Bu arada küçük bir not; Hayata biraz sığ bakmakla eleştirildiğim olmuştur kimi zaman......

Bu noktada genel olarak çoğu insanı mutlu edeceğini düşündüğüm bazı şeyler de vız gelir tırıs gider bana. Mesela biri gelse al abi sana BMW 3,20 kapıda duruyor senin bu araba dese (arabalardan çok anlamam aklıma gelen en iyi arabalardan biri bu) inanın mutluluk endeksimde çukulatanın yarattığı etkinin yakınına bile gelemez. Ya da aman aman benim olmuyor dünyalar Fenerbahçe her galatasarayı yendiğinde.

Hayatımda mutsuzluklar da yok mu, tabi ki var. Ülkedeki gidişat çok az şeyin beni üzdüğü kadar mutsuz ediyor beni, ya da babamın suratında son bir kaç aydır gördüğüm derin endişe, git gide daha fazla tükenmesi. Şehrimdeki gereksiz alt geçitlerden geçerken mutsuz oluyorum, erdoğanın pişkin konuşmalarından mutsuz oluyorum. Aslında bu listeyi de mutluluk listesinden bile uzun bir hale getirebilirim.

Kanımca, en üst noktada bir insan ya mutludur, ya da değil. Aslında mutlu olmak da değil tam kelime; kendisi ile barışık olmak ve huzurlu olmak. Demiyorum ki bir insan ya bu söylediklerimdir ya da değil. Tabi ki insanın kendisi gibi çevresindekiler de değişiyor. Dolayısıyla bir insan doğumundan bilincini kaybeden kadar mutlak mutlu veya mutlak huzursuz olamaz. Ama bu ruh halleri genel olarak uzun aralıklarda gösterir kendini. Biraz daha açık olmaya çalışayım: Farz edelim 1 yıllık tuh halinize her gün 10 üzerinden not vereceksiniz. İstatistik biliminin de öngördüğü üzere ve "BENCE" de bir kişinin 1 yıl için kendisine verdiği notların tümü genel olarak bu notların ortalamasına yakın bir görünüm çizer. Yani farz edelim ortalamanınız "5" çıktı. Bu ortalamayı oluşturan notların %50 si "0" dan ve %50 si de "10" dan oluşamaz. Maddenin doğasına aykırıdır. Büyük ihtimal verilen notların çoğu bir kaç istisna dışında 3-7 bandındadır.

Şimdi gelelim sadede: Benim ruhsal durumum yukarıda bahsettiğim gibi bir bütünlük arz eder. Yani genel olarak kendimi iyi hissediyorsam. Yani iş hayatı genel olarak stressiz ve rahat gidiyorsa, iş aradaşlarım astlarım ve üstlerimle iyi geçinebiliyorsam bu durum benim ilişkilerime de yansır. Yani o gün kız arkadaşıma daha bir sevecen ve pozitif yaklaşırım mesela. Ve bu ruh hali en azından kısa vadede bir kaç saatte değişmez.

İşte bugun "bir yaşıma daha girdim" çünkü yıllarca herkesin kendim gibi olduğunu düşünüyordum.

Wednesday, April 16, 2008

TUNALI'da BIR GUN

Cumartesi sabahı erken kalktım. Saat 9:30 civarıydı. Ritüelin aksine Cuma gecesi (çok fazla) içmediğim için hiç zorlanmadım kalkmakta. Hatta son derece güzel bir rüya gördüğüm için de inanılmaz derecede mutlu kalktım. Bir dilim kek’e bir bardak da süt eşlik etti günün 1. kahvaltısında. Saat 10 da ODTU stadyumda buluştuk bizimkilerle. Önceki cumartesilerin aksine havanın son birkaç gündür iyi olmasına güvenip “Yalıncak”a çıktık koşmak için. ODTU yü bilenler hatırlayacaktır hemen okulun içinde bildiğiniz cennettir burası. Dimdik ve upuzun rampanın sonunda harika bir manzara ve küçük şirin bir çeşme karşılar sizi. Rivayet odur ki bir de Yalıncak köyü vardır ancak ben bu köyün sakinleri olabilecek insanları görsem de köyün nerde olduğunu bilemedim hiç.

Sabah sporunun ardından bizimkilerle kahvaltı ettik okulda. Bu kahvaltı 2., eve gidip duş alındıktan sonra yapılan kahvaltı da 3. kahvaltısı oldu günün.

Bütün gün, suya bırakılmış da serseri serseri dolaşan boş su şişesi misali evde takıldım, kitap okudum (emre kongar), TV seyrettim (alien sanırım 4. bölüm). Sonra akşama doğru, henüz güneş daha kaybolmamışken ufuktan, uzun süredir Tunalıya gitmediğimi düşündüm.


Kendimi tam bir Tunalı bebesi diye nitelendirilebilirim aslında. Doğduğum (mecazi anlamda kullanılmıştır, aslında hastanede doğdum) ve 17 yaşıma kadar yaşadığım ev ankaranın aşağı ayrancı semtindeydi. Aslında o zamanlar yürümekten hoşlanmadığım söylenemezdi ama nedense evimiz Tunalıya son derece yakın olmasına rağmen, nadiren yürüyerek gidip geldiğimiz olurdu kardeşimle. Sonuç olarak kendimi bildim bileli Tunalıda ve ara sokaklarında yürüdüm, koştum, bisiklete bindim, top oynadım. O zamanlar ne Mc. Donald’s, ne burger king ne Karum ne Beymen ne de bu kadar trafik vardı. Tadım pizzanın açılışını bile hatırlıyorum inanır mısınız bilmem. “Tivoli”ydi en kral burgerci. Karum ilk inşa edildiğinde en üst kata çıkar paraşütlü ciyaycolarımızı aşağı atar sonra yarışırdık en hızlı inmek için. Ben o zaman sanırım ilk okuldaydım. Sonra bir ara Pazar günleri trafiğe kapadılar tunalıyı. O da kısa sürdü ama.... İt kopuğun doluşması uzun sürmemişti.

İşte cumartesi günü cadde üzerinde yürümeye başladığımda bunları geçirdim aklımdan. Babamın yanına uğradım. Kardeşim de oradaydı. Üçümüz oturduk kahve içtik. Biraz konuştuk, dertleştik, keyiflendik.... Sonra onları işleri güçleriyle bırakıp kendimi Tunalının kalabalığına bıraktım. Tadım pizzanın önünden geçtim. Mc. Donalds’ın önünde tekerlekli sandalyesiyle kendimi bildim bileli milli piyango bileti satan adam da oradaydı. O zamanlar sim pastanesinin önünde dururdu. Ne zaman Mc Donaldsın önüne geldi hatırlamıyorum. Sim kapanınca mı.... MC açılınca mı? İlk başlarda eski bir tekerlekli sandalye ile gelirdi. Sanırım satıp biriktirdiği biletlerin parasıyla olacak, sonra sonra otomatik bir sandalye aldı kendine. Kendisinden bilet almayı bırakalı çok oldu benim için. Bir kere bir amorti bile isabet etmez mi canım. Sonra onu geçer geçmez gözleri görmeyen mendil satıcısı amcanın yanında buldum kendimi. Bu amca, piyango bilet satıcısının aksine ben çok çok küçükken Tunalıda değildi. O zamanlar kızılayda dolaşırdı bir aşağı bir yukarı, son derece yavaş hareketlerle. O kadar yavaş ki zannedersiniz kendisi duruyor dünya altından akıp geçiyor. Mendil alasım geldi. Utandım nedense....

Sonra Kuğulu Parkta buldum kendimi. Bu park çok çok çok eskiden, (hatta o kadar eskiden ki annem hala o dönemleri hatırlayamayacağımı çünkü 2 veya 3 yaşımda olduğumu söyler) Polonya büyük elçiliğinin devamı şeklindeydi. Şimdilerde içinden yol geçen yerde kocam bir köprü vardı hatta. İşte bunları anlatmam bile o dönemi hatırladığımın bir kanıtı olmuyor bizimkiler için. Kesin bir fotoğrafta görmüşsündür yaftasını yiyorum.

O zamanlar Kuğular vardı. Anneanneme bütün Tunalı kendimi (zi) taşıtır koşarak oyun parkında bulurduk kendimizi. O zamanlar bu şehir İ. Melih’e mahkum değildi.....