Monday, October 06, 2008

6 Ekim 2008

Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.


Salı sabahı kahvaltımı ettikten sonra arabaya atlayıp İstanbul’a doğru yola çıktım. Aşık olduğum beni heyecanlandıran şehire doğru... Aslında yalnız başıma uzun yol yapmayı sevmem. Belki de bir ömre yetecek kadar yol yaptığım için, belki de sadece yalnız olmayı sevmediğim için, bilmiyorum. Çok hızlı gitmeden, yavaş yavaş geldim İstanbula. 3 gün kaldım. O kadar hızlı geçti ki zaman. Yapmak istediklerimin çoğunu yapamadım. Birazını yapabildim ama zaten listenin uzunluğu göz önünde bulundurulduğunda sanırım tatmin edici bir sonuç sayılabilir. Yapmak isteyip de yapamadıklarım: Oyuncak müzesini gezemedim, Eminönü’ne gidip mısır çarşısı ve kapalı çarşıda dolaşamadım. Kuzenim selinle görüşemedim (bu konuda suçun çoğu kendisinde). Nişantaşı’nda bulunan adını bile doğru dürüst söylemediğim, gidip şarap içip peynir yediğin gurme dükkanında keyif yapamadım.
Ama yine de yaşadıklarım güzeldi: Daha çok televizyonda dizilerde ve sinemada gördüğüm aslında oynadığı karakterleri pek de beğenmediğim bir oyuncuyla tanıştım, tanışmakla kalmadım kendisi ile içip sarhoş oldum. Boncuk’a gidip Mehmet amcanın eşliğinde harika bir gece geçirdik. Tam saymadım ama sanırım 50’ye yakın şarkı söylemiştir o gün Mehmet amca masamızda. Boncuk’un keyfi bir başkaydı. İnatla bildiğim ender şarkılardan olan “senede bir gün”ü istedim yine. Bir gün harika bir boğaz manzarası eşliğinde İstanbul Modern’de oldukça lezzetli bir akşam yemeği yedik.


Bir sabah erkenden kalkıp yarım saat sıra bekleyip (ki bu sıra erken kalktığımız için bu kadar kısa zamanda alınabildi) dahi Dali’nin sergisine gittik. Resimden çok da anladığım söylenemez. Üniversiteye girdiğim sene rehberlik yapan amcam ile beraber gittiğim İspanya’da tanışmıştım resim ve heykel ile. 3 gün boyunca bu konularda oldukça bilgili olan amcam ile takılmış ve gezmedik sergi ve müze bırakmamıştık. O gezilerde ben de en çok iz bırakan sanatçı da Miro olmuştu. Zaten Dali de Miro ile aynı ekolden sayılır. O yüzden büyük bir heyecan ve hayranlıkla gezdim sergiyi. Atlı köşke daha önce hiç gitmemiştim. Sadece girişte bulunan atın aslında çok kısa bir süredir o köşke ait olduğunu, karşı tarafa taşınmadan önce yıllarca Moda semtinde bir evin bahçesini süslediğini biliyordum. Dali inanılmaz bir adam, dolu dolu yaşamış hayatını, en çok mutlu olacağı ve en çok inandığı şeyi yapmış bir ömür boyu. Daha 20 li yaşlarına bile gelmeden yazdığı günlükte şu cümleler var: “ileride çok büyük bir dahi olacağım”. Bu nasıl bir özgüven böyle? Çok da kısa sayılmayacak ömründe çoookk fazla eser vermiş. Çoğu; insanı şaşırtan, düşündüren, meraklandıran şeyler. Örnek aldığı, fikirlerini dayandırdığı kişinin Freud olduğunu söylesem çok da bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırım. Kendimi asla yaratıcı biri olarak görmedim. Ama sanata büyük bir sevgi sanatçılara da büyük saygı duyarım. Dali’ye ise özendim. Zevk aldığı ve çok iyi yaptığı bir şeyin peşinden gidip aynı zamanda tarihe de imzasını attığı için...
Etrafımdaki insanlardan çok sevdiğim bazıları (bir kaçı veya biri) biraz muhafazakar, biraz da aileme fazlaca düşkün olduğumu söyler(ler). Ben de bu yakıştırmayı haklı çıkaracak şekilde bir gün arabayı Kabataş’ta bırakıp motorla karşıya geçip, Caddebostan’a yeni taşınan teyzemi ve ona ziyarete giden dünyanın en iyi kalpli insanı anneannemi görmeye gittim. İstanbul’a (Anadolu yakası) her gittiğimde mutlaka uğradığım Beyaz Fırın’da bayram üstü ne bulduysam aldım bu ziyaretten önce. Valla sayın İstanbullular, yok böyle bir lezzet diyorum. Henüz Beyaz Fırın’dan her hangi bir tatla tanışmamış olanınız varsa da şiddetle öneriyorum burayı. Yalnız bir şeyin daha farkına vardım. Bu İstanbul ulaşım düşünüldüğünde, çekilecek dert değil. Saat 15:45 te Kabataş’tan bindim tekneye (adı her neyse), karşıya geçip sadece bir saat oturup geri döndüğümde ise saat 20:00 di. Karşı tarafta gidişte taksiyi, dönüşte ise iki vesait dolmuşu kullandım. Ve iki seferde boğazı deniz yolu ile geçtim. Neyse her şeye rağmen sırf o deniz sesi ve kokusu için bile değdi çektiklerime.


Son gün ise uzun zamandır görmediğim diğer kuzenim Deniz ile görüşme fırsatım oldu (zorlayarak yarattım). 2 senedir göremiyordum kendisini. Çok özlemişim, çok güzelleşmiş....

Cuma günü döndük Ankara’ya, yol beklediğimden kolay geçti. Geldiğimiz gibi eski arkadaşlarımızla kebapçıya koştuk ve kıtlıktan çıkmış gibi yedik.

10 günlük tatil özeti, ya da son söz: sevilen insanlarla hayran olunan bir şehirde keyifli bir tatil.

Sonrası: zor ve stresli günler...







5 comments:

etipuf said...

bu fotoğrafları gizlicemi çektin..çünkü picasso'da yasaktı foto çekmek

dodo said...

yoo, flaş kullanmadığın sürece video kamera ile bile çekim yapılmasına izin veriyorlardı. Zaten komik de bi görüntü oluşuyor bi yerden sonra, herkes resimlerin önüne geçmiş en iyi açıyla fotoğraf çekmeye çalışıyordu.

etipuf said...

istanbul'a ben de aşığım ...
ama sanırım sadece orada yasamayanlar aşık olabılıyorlar oraya...
yani uzun zaman kalınca çekilebilir dert mi bilmiyorum ama ben uzaktan çok seviyorum İSSSTANBUL'u...

dodo said...

sen istanbulda yaşamıyor musun yahuuu :) yoksa evlenince gurbete mi gidiyorsun ?

Selin said...

En sevdiğim kuzenim sürekli çalışıyordu; ondan onu göremedim yazmayı unutmuşsum :)