Tuesday, June 19, 2007



Havadan Sudan

Geçen sefer gereksiz bin tane muhabbete girdiğimiz için adını sayıkladığım Gönül Kebaba ilişkin ayrıntılara girememiştim. Gelelim işin lezzetli kısmına :) Şimdi bizim hayatın önemli bir bölümü anadolu topraklarını arşınlamakla geçtiği için ve aynı organizasyonda bu işi yapan 100 den fazla insan olduğu için hele hele bir de gittiğiniz şehir büyük bir şehirse, ki adana bu tanıma haydi haydi uyuyor; o zaman sizden daha önce o bölgeye gitmiş arkadaşlarınızdan resmen tavsiye bombardımanı yağıyor üzerinize :) işte bu sebeple adanada ilk bir hafta içerisinde sanırım 4 farklı kebapçıya toplam 6 defa gitme fırsatı bulduk. Park Zirve, Elem Kebap, Şehmuz'un yeri ve Gönül Kebap. Bu kebapçılar Ankarada olsa ve beni kebap yemeye götürseler, bilgisayarın başına oturunca yapacağım ilk iş "aman tanrım ankarada muhteşem kebap yedim" başlıklı yazı yazmak olurdu sanırım. Ama 4 farklı kebap yazısı yazıp siz değerli okuyucuları baymaktansa aralarında en fazla beğendiğim "Gönül kebap" hakkında yazmak istiyorum. Belki de en çok resmi burada çektiğimdendir :)
Nerden duyduysa artık bizim Gökhan duymuş burayı bizim akranlardan birinden. Sarıçam'ın ara sokaklarından birinde yer bulmuş kendine. Akşam iş çıkışı gittik direk daldık tükkana: yani zaten yemeyi içmeyi seven bi adamım, biraz da baba mesleği, bi de üstüne bu bizim bol gezmeli tozmalı iş eklenince, "burada yemek yenir" iddasında bulunan lokanta, kebapçı, cafe, restaurant vs. daha içeri girer girmez anlarım mekanın yemek lezzeti yaratmadaki başarısını (valla kusura bakmayın bu konuda alçak gönüllülük yapamayacağım). İşte buraya girince de "ahan da budur" dedim içimden. Son derece salaş bi yer, ocak mekanın tam ortasında, taş çatlasa 10 masa var içeride (tabi hepsi dolu). Biz belki de biraz geç gittiğimiz için sıra beklemeden buluyoruz yerimizi. Garson konuşmamıza fırsat vermeden donatıyor masayı: sumaklı söğüş soğan, kızarmış soğan, ezme (hayret ki acısız), salata, lahmacun, küçük pidecikler... Bunlar daha başlangıç. Üstüne aşağıda görmekte olduğunuz kaşarlı mantarlar, takiben yemekten fotoğrafını çekmeye vakit bulamadığım patlıcan kebap (bu kebabın kralını da Birecik'te yaparlar). Bu saydıklarımın hepsi ikram :)) Tabi bizim hafiften pinti Gökhan bunlar masaya geldikçe gerildi hesap şişiyor diye. Ne kadar "olm bunlar kafadan geliyor sıkma canını" desem de dinletemedim. Tuttu kolundan çekti garsonu en son patlıcan kebap geldiğinde, "bunu yemeyiz sen iptal et istersen" şeklindeki sorusuna garson: "olur mu abi ikram bu yiyeceksiniz" diye çıkışınca mutluluk ve huzur içerisinde parçaladı kebabı...

Biz hesabı isteyip kalkmaya niyetlenmişken, meşhur adana kebap geldi masaya (efendim aşağıda görebilirsiniz kendisini). Ben de sizin kadar şaşrıdım masa örtüsü gibi olduğunu görünce kebabın :) Bir seferde indirdik midenin en kuytu köşesine tabi ki. Yanında da o hızla 1 litrelik şalgamı bitirmişiz 2 kişi. Sıra hesaba gelince başladık gökhanla hesabın ne kadar geleceği üzerine tahmin yürütmeye....

Bizim üstat bu kadar yemeğe en az 35-40 YTL hesap geleceğini iddia etti, ben tahmini söylemiyim bir kaç posta yetecek ukalalık yaptım zaten :) Adam yuvarlak 20 YTL dedi hesaba. Biz mideye bayram ettirmiş olmanın mutluluğu ile 5 kağıdı da bahşi atarak ayrılırken "Gönül Kebap"tan,

garson koşturdu arkamızdan: "Kusura bakmayın abiler bahşiş alınmaz bizim mekanda......"
kavga dövüş verdi elimize 5 lirayı
Posted by Picasa

Thursday, June 14, 2007

Gönül Kebap

Öyle çok fazla telefon değiştiren tiplerden olmadım hiç, ilk cep telefonumu akademiyi  kazandığım zaman dayım vermişti bana. Almıştı demiyorum çünkü kendi kullandığı telefonu bana verip kendisi yeni bir telefon kullanmaya başladı. Erikson 688’di çok net hatırlıyorum. Şu anda kullandığım telefonumu almadan önce en fazla 1-2 defa değişiklik yapmışımdır telefonumda. Geçen sene.... yooo daha spesifik olabilirim. 29.05.2007 tarihinde iç sıkıntıları içerisinde yine ve yeni bir turne hazırlanma süreci içerisinde insanların fotoğraf çeken, hareketli görüntü kaydedebilen, internete giren, msn’e bağlanan vs. binbir türlü telefonu varken benim telefonum renksiz mi renksiz mavi desen değil gri desen hiç değil ekranı ile bana baktığını fak ettim. Sonra fark ettim ki bundan önceki sıkıcı turne günlerimin en keyifli ???? anlarını görüntülemek için bir tane bile makinem yoktu. Hadi doruk artık değişiklik zamanı diyerekten şimdi kullanmakta olduğum telefonu aldım. Aslında dikkat çekici, amacı insanların birbirleri ile iletişim kurması olan bir aleti esas amacının çok dışında bir sebebe hizmet etsin diye alıyorsunuz. Yani madem turneye çıkarken yanımda fotoğraf makinesı olsun diye kasıyosun be adam neden sebep gidip bir tane telefon alıyorsun. Neyse bu konuyu çok irdelemeden turnenin vermiş olduğu eblehlikten herhalde diyerek sıyrılalım konudan...

Gelelim postumuzun esas sebebine: İşte ben bu telefon ile geçen sene 5 ay boyunca kendimce güzel sayılabilecek çok sayıda fotoğraf çektim. Antep, Kayseri, Bursa, Nevşehir, İstanbul... Bu postta yer alan tüm fotoğraflar bu telefondan çıkmadır. Efendim bu sene de bu gereksiz turne olayından kurtulamadığımıza göre artık bol bol anadolumun ücra köşelerinden kareler diye düşünürken, ciddi bir handikapla karşılaştım. Şimdi geçen sene turnede kalabalık bir ekiple geziyordum ve kuşun böceğin yemeğin içeceğin resimlerini çekerken çok da göze batmıyordum. Bir de İmam Çağdaş’ın harika Ali Nazik’ini fotolarken kimse garipseyen gözlerle bakmıyor size. Turnenin ilk günü “Müdür” dediğimiz bizi mutlu ettirmek için palyaçoları kıskandıracak binbir şaklabanlık yapaktan geri durmayan “zat” ile gerçekten sinekli bakkal tabi edilebilecek bir lokantaya gidip de lokantanın o halini çekmek için elimi telefona götürdüğümde resmen paralize oldum !!! Müdürle karşı karşıya oturmuşsunuz, bi de size müfettiş diyorlar yani bi ağırlığınız var  müdür tanıştırmış ilçenin ileri gelenleri ile, siz orda turist gibi fotoğraf çekmeye başlıyorsunuz... Kendimi bu filmin başrolünde bulunca dehşetle çektim elimi telefonumdan. İlk şoku atlattıktan sonra farklı farklı bahanelerle birkaç tane foto almış olsam da çıkk tatmin edici değildi kesinlikle.

Şimdi gelelim bir önceki paragrafta aslında çoktan gelmiş olmamız gereken konuya: “işte bu yüzden sırf bu yüzden” o sosyal baskıyı bertaraf edememiş olmam sebebiyle yalnız başıma ya da yakın bir ilçedeki Gökhan ile beraberken fotoğraf çekme işini devam ettirmeye karar verdim, en azından Kozan için . İşte Gökhan’la yediğimiz akşam yemeklerinden birinden daha doğrusu yemek yediğimiz yerlerin birinden bahsetmek istiyorum size yani “GÖNÜL KEBAP”tan.....

Ya aslında çok konuşkan bir adam değilimdir. Hele hele yazma konusunda hiç başarılı değilimdir ama çenem fazla düştü. Bu Gönül Kebabı başka bir yazıya bırakalım artık.

Not: Aslında bugün de yazabilirdim ama neden sebep salak blog resim eklememe izin vermiyor. Dolayısıyla bu aksaklığın giderileceğini (benim gideremeyeceğim kesin) umarak bir sonraki buluşmamıza erteliyorum bu kebapçı faslını.. Yalnız çok kral adana yedik “onu da sonra anlatırım”.

Thursday, June 07, 2007


Geldik mi?


İki aydan fazla olmuş hiç bir şey yazmamışım diye başlamayı planlarken bu cümle için mişli geçmiş zamanın pek de uygun olmadığına karar verdim. 2 aydan fazla oldu hiçbir şey yazmadım. Neden? Sebepler çok; kafa karışklıkları, yoğun çalışmalar, yoğun çalışmalar, yoğun çalışmalar olabilir mesela. Herkesi de ikna etmeye yeterli olurdu sanırım. Ya da yazmadıkça daha bir uzaklaşıyor sizden klaye, sanki orda zamanında birileri bir şey yazmış da o sen değilmişsin, hareketsiz kaldıkçe iyice güçleşiyor kıpırdamak. Belki de yeterince yazmazsam kadim okurlarım (ki kendi sayıları bir elin parmaklarını geçme konusunda yarışır) benden umudu keser de yüz yüze anlatma fırsatını bulduğum şeyleri bir de benden okumak zorunda kalmaz diye düşünmüş olabilirim. Aslında burayı kapatıp yeni bir mekanda devam etmeyi de düşünmedim değil. Düşencesi bile saçmaydı zaten.

İki ay boyunca zaman zaman istifa ettim, zaman zaman işime geri döndüm. Sonuçta işimdeyim, patronlarım çok iyi her istifa edişimde geri aldılar beni işe... Uzun bir yolculuğa çıktım, ben ve çevremdekiler tarafından turne diye adlandırılan, ancak çevremde olmayan azımsanmayacak çoğunluğun sadece şarkıcıların yaptığını düşündüğü, ya da "2 aylık kısa bir turne, paraları topluyoruz, geliyoruz gözleri çizdiriyoruz" dedirten oluşum. Kozan'dayım şimdilik: Aslında Adana'ya bağlı olup da kendini Osmaniye'ye bağlı hisseden, anadolunun silah tükkanı adedi cep telefonu tükkanı adedi ile yarışmayı başarabilen, aynı şekilde akranı ilçeleri kıskandıracak kadar yeme-içme mekanına sahip olup da hiç biri bi halta benzemeyen ender ilçelerinden biri. TGM güzel ifade etti bu duyguyu: daha önce bu yoldan yürümemiş olsaydık tam anlamıyla kabus dedirtecek yer aslında Kozan.

Yiğidi öldür hakkını yeme (ya ben bu lafı çok seviyorum, yiğit olduğumu düşündüğüm için mi? hakkımın yendiğini düşündüğüm için mi? yoksa çoktan öldüğüm için mi bilmiyorum). İyi yanları da var bu memleketin, bi kere adana havaalanına 75 km. Ne demek bu? Haftasonları evime dönmek için saatlerce direksiyon sallamak zorunda kalmamak demek, miyop gözlerimle gece karanlığında sollama yaptığım esnada karşıdan gelen arabanın mesafesini kestirmeye çalışmamak demek. Sonra çalıştığım mekan çok ferah, sonra başımda bin tane şey buyuran "şef" derdi yok, sonra sonraaaa....


Sonra yalnızlık var....


Evreka


Buldum galiba neden yazmaya başladığımı....




Wednesday, March 28, 2007

Takdire layık insandır Mirkelam. Daha önce "müteaddit kereler" :) söyledim: Ukala adam sevmem sevenle işim olmaz. Mirkelam alçak gönüllü, çok kaliteli iş çıkarıyor. "Unutulmaz" albümü gibi albüm zor üretilir bi daha bu ülkede. O zaman öğrenciydim. Küçük bi arabam vardı. ABS si, kliması zartı zurtu olmayan bir araba.... Ama kaset çaları vardı. O zaman Mirkelamı koşan adam olarak bilirdik. Konsevatuvardan Levent, okuldan Ceyhun ve Ceyhun'un mahalle arkadaşı Mehmet içerken beraber "Net Piknik"'te Levent bahsetmişti yeni albümünden. Aldım dinledim, hayret niyeyse ilk seferinde bayıldım (ender bi durum). İşte o araba teybinin en fazla çaldığı kasetlerden biriydi sanırım benim için. Neyse son albümünü de gittim aldım hemen. Aynı tadı vermedi tabi ama yine de adam Türkiye'nin üstünde iş çıkarıyor bence. Özellikle "Asuman" harika olmuş....

Müzik olayına girmesi de şans eseri olmuş Mirkelam'ın, galiba (emin değilim) Mimar Sinan Güzel Sanatlar'da okurken bir sınavda karakalem bi çizim yapması istenmiş sınıfın. Kendisi çizim yaparken Hocası gelmiş ve resmine bayılmış, tabi bizim koşan adam zevkten dört köşe çizimi verip çıkmış sınavdan. Sonuçlar açıklandığında sınavı geçemediğini öğrenmiş. Gidip sormuş her mantıklı insanın yapacağı gibi, "hocam hayırdır?". Cevap kısa olmuş, "modeli çok iyi çizmişsin de yanındaki vazoyu unutmuşsun". O günden sonra bırakmış bu "güzel sanat" işini. Başlamış koşmaya.

Monday, March 12, 2007


Bira ile patates kızartması ne güzel yakışırmış birbirine unutmuşum :)

Tarih: Geçen hafta
Amaç: İçmek
Mekan: Random
Akran: Kaptan

Friday, February 16, 2007

KARTALKAYA
Haftasonu atladık Kartalkaya'ya gittik. Ben tek başıma yola çıktım İstanbul'dan geleceklerle buluşmak için (dejavu), eski gibi gaz olmadığımız için daha horozlar kalkmadan kargalar kahvaltı etmeden çıkmayalım dedik bu sefer yola. Güya 9:00 da buluşacaktık Kartalkaya sapağında ama nerdeeee, ben gittim Sarıalan yaylasındaki Özcan Pansyona yerleştim. yoldan 2,5 km ormana doğru giriyorsunuz, pistlere 10-12 km mesafede. Tamamen bakir bir doğa, geçen seneye kadar elektrik bile yokmuş kaldığımız yerde. Odalar sobayla ısınıyor aydınlatma gaz lambalarıyla sağlanıyomuş. Telefonlar falan çekmiyor zaten. Düşürmeyi başarabilirseniz bir tane sabit hat var :) Senenin yarısı zaten haddinden fazla çile çeken bünye yeni yapılan elektrikli ve kaloriferli odalardan bir yer kapabilme konusunda gereken iradeyi kendisinden beklenen çeviklikle gösterdi :)))) Bizimkiler gelene kadar vurdum kafayı yattım. Sağolsunlar çok bekletmediler, 12:00 da pistteydik.
Her zamankinin aksine daha az piyasa olan Kartal Otel'in pistleri tercih edildi, şansımıza güneş öyle güzel gösterdiki yüzünü inanılmaz keyifli kaydım Cumartesi. Yalnız herzamanki mallığımla yine olabildiğince ince giyindim sırf terlememek için, güneş devrilmeye titreme krizleri gelmeye başlayınca döndük otele. Küçük avluda yemek saatini konuşurken Özcan'da rakı olmadığını öğrendik. Hiç olacak iş mi? Üşenmedik Özcana 3 km mesafedeki kadim dostumuz Baysal otele gittik utana sıkıla "niye bizde kalmıyorsunuz bakalımmmm" diye sormayacaklarını umarak. Gece inanılmaz keyifliydi, soba ateşi sırttan vuruyor yavaştan, yemekler leziz mi leziz. Çok yorulduk diye mi bu kadar güzel geliyor acaba, kesinlikle değil :) 4 duble banamısın demedi dağ havasında.
Gecenin bombası helvalı elma oldu ya da elmalı helva :) Hayatımda hiç böyle bişey görmedim, nasıl girmiş yahu o helva elmanın içine, Otel sahibi "bizim buraların elmasının içinde helva vardır, ağaçtan böyle toplarız" diye işi şakaya vurup vermedi sırrını, ama olsun inanılmaz bi lezzet: şiddetle tavsiye ediyorum

Vurduk kafayı yattık saatler 23:00 ı bile göstermeden :) Ben ki hatırlamıyorum en son ne zaman bu kadar erken yattım. Sabah kahvaltı biraz kayak ve eve dönüş....


Keyifli bi haftasonuydu

Wednesday, February 14, 2007

Geçen hafta içerisinde (yoksa iki hafta oldu mu?) Ulus'ta bulunan ilk meclis binasıda gösterime açılan "Atatürk'ün Özel Eşyalarından Yansıyan Anılar" Sergisini görmeye gittim.
Ankarada yaşayan biri için aslında çok da ilgi çekici sayılmaz, zira Anıtkabir'de bulunan müzede burda sergilenen eşyaların çeşit açısından daha fazlasını izlemek mümkün. Biraz sergiye olan talebin ne düzeyde olduğuna ve biraz sergilenen eşyalara duyduğum meraktan... Biraz da en son üniversite yıllarında üniversiteler arası münazara yarışması finalinden beri gitmediğim eski meclisin kokusuna duyduğum özlem nedeniyle gittim aslında sergiye.....
Kapıdaki görevli öğrenci, öğretmen veya emekli olmadığımı duyunca bir hayli üzüldü bedava giriş hakkından yararlanamayacağım için ("Öğretmen de mi değilsiniz " diye sordu üstelik büyük ümitle). 2 YTL lik küçük ücreti ödeyerek girdim eski meclise...
Gerçekten de fazla eşyaya yer vermemişlerdi beklediğim gibi: Mustafa Kemal Atatürk'ün 3 takım elbisesi, çokca silah, vesaire. Aslında eşyaların fotoğraflarına daha fazla yer vermek isterdim ama, sergilendikleri camekanlardan bir hayli güneş yansıdığı için görüntüleyebildiğim en net eşya yukarda gördüğünüz üzerinde kendi resmi olan kahve fincanıydı. Takım elbiselerin görüntülerine de yer vermek isterdim aslında.... O KOCAMAN adam bu küçük elbiselerin içine nasıl giriyordu acaba ???

Wednesday, January 31, 2007

Kaptanım B. Swing askerden döner dönmez önemli işlere imza atmaya başladı. Son 4 yılbaşı gecesinin 3'ünü geçirdiğim Paşa plazanın sahibi Korhan ile ilgili olarak çok güzel bir sunu hazırlamış. İkisine de sevgilerimi gönderiyorum. Bu sene ayrı geçti ama olsun.....

Friday, January 26, 2007




Haftasonu Özet:

Gözleri kör etmek pahasına oldukça afili adını hatırlamayamdığım ama rezene nane zencefil nardan oluşan bitki çayı içtim













Kaptan Swing'in askerden dönüşünü sebep sayıp bi güzel yedik içtik. Aşağıda mekanın fotoları var









Burası Karabiber. Balıkçı. Çok küçük ve şirin. Duvarlar sadece Atatürk resimleri ile dolu, müzik kesintisiz Zeki Müren. İki ortak: biri mutfakta diğeri serviste. Sonra da masalarda :) Sipariş yok önünüze gelen direk mideye: Hamsi, tekir, mezgit, istavrit, sarı kanat...
Rakı da olmasına rağmen hesap mutlu edecek derecede hesaplı









Salata harika, yalnız nar ekşisi gitmemiş (O da olmasa mükemmel)

















Şahika'nın doğum günü kutlamaları kapsamında kesilen pastalar....

Thursday, January 25, 2007


Çok ileri bir tarihte
Çok yaşlı olarak
Sessizce ayrılmalıyım
Kimseye pek gözükmeden
Ve kimseyi rahatsız etmeden.
Masamın üzerinde
Dünden kalan isler
Tamamlanmamış yazılar
Okunmayı bekleyen kitaplar
Ve anılar ve umutlar.
Filleri kuyruğundan çekerek
Tepeleri aşırtmakti görevim
Günler bitti filler tükenmedi
Ben elimden geleni yaptım
Gerisini siz tamamlayın.
Boşa geçmedi hayatım
Daha fazlası olabilirdi ama
'Buna da şükür' demeliyim
İşte sevgili dostlar
Ben böyle veda etmeliyim.
İsmail CEM
New York, 1995

Thursday, January 18, 2007


Aslında alıştığım yoğunlukta olmasa da yoğun geçti sayılır geride bıraktığım iki hafta. Cuma (yarın[19.01.2007]) gününü elimdeki işi bitirmek için son tarih olarak belirledim. Sınırları katı katı belirlenmiş bir iş planımız yok, kendi iş planımızı kendimiz çıkartıyoruz. Bu sebeple aslında cuma gününe bu işler yetişecek gibi bir dayatma olmasa da, sonradan daha fazla çalışmamak için böyle bir tarih belirledim kendime.

Bankalar Birliği'nin 1 günlük "Davranışsal Finans" konulu eğitimine katıldım. Zaten sosyal psikoloji alanı ilgimi çekmiştir hep, master ımı bıraktığım için üzülürüm ara ara. Çoğu bildik şeylerdi, ama benim için en ilginç olanı eğitmenimizin eski borsacılardan olmasıydı. 1986 yılında İMKB nin kuruluşunda bulunmuş, aracı kurumlarda çalışmış, yaşadığı komik olayları anlattı. İlerde zaman olursa onları da anlatırım belki de....

Perşembe günü hastalandım, yeni iyleştim. Dedikleri gibi.... Tam bir "1" hafta.

Çalıştığım fazla kurumsal kurum yeni bir diz üstü bilgisayar gönderdi bana. Eskisini çok seviyordum zor oldu ayrılmak. Ama sevindim bi yandan da DVD player ve wireless connection imkanı oldukça ilgi çekici :)

Çok sevdiğim dostum takım arkadaşım "kaptan" askerden döndü dün. Akşam onu görücem, antrenmanı iple çekiyorum.

Bu arada çok güzel balık yedim, az biraz rakı, ve çokça huzur.....

Arabayı servise götürdüm, motorsiklet parası aldılar :)

Pazartesi toplantım var istanbulda, özledim İstanbulu ve bana yaşattıklarını, iple çekiyorum gitmeyi.


Thursday, January 04, 2007

Reklam Kolajı



Ben sevmem Okan Bayulgen'i, tarzını kişiliğini kendisinin her türlü özelliğini, yıllardır televizyon kanallarında gösterilen programlarını hiç seyretmedim. Arayıp gereksiz bir sürü geyik yapan hatunları da hiç anlamadım. Ama başarılı olduğunu kabul etmek gerek. Türkiye gibi - adam harcama konusunda ağzının suyu akan medyası olan - bir ülkede daha iyisini yapmak herhalde mümkün olmazdı. 29 aralık akşamı da televizyon ekranına yalnız başıma bakıyor olsaydım, şimdi bile adını hatırlamadığım Okan Bayülgen'in sunduğu TV programını seyretmiyor olacaktım büyük ihtimal.

Beni keyiflendiren bir kaç şeyden biri Hakkı Devrim'in kendisine "abartı ve mubalağa kelimelerini aynı cümle içerisinde kullanmasının aynı anlama gelmelerinden ötürü yanlış olduğunu" söyleyen Okan Bayülgen izleyicisine verdiği mükemmel cevaptı. " Sizin gibi toy gençler günün birinde duyarsa şaşırmasın diye kullanıyorum öğrenmiş oldunuz" tarzındaki bir cevap verdi üstat. Bir diğer şey de yukarıdaki reklam kolajıydı. Ağzım açık deli gibi gülerek seyrettim :) Umarım beğenirsiniz

Thursday, December 28, 2006

Ulus (Ankara)'ta olup da çarşı pazara karışmamak olmaz dedik ve Boğaziçi Lokantası'ndaki öğle yemeğinden sonra alışverişe çıktık biraz :=) Ulus'ta bayram koşuşturması yeni yıl heycanının önüne geçmiş uzak ara. Öyle olması da beklenmedik birşey değil zaten. Esnaf'ın yeni yılla ilgili heycanla bekledikleri tek şey 1 Ocak günü yapacakları sayım. Ben de çok net hatırlıyorum babam yılbaşı gecesi ne kadar geç yatarsa yatsın ne kadar çok içerse içsin sabah 8 olmadan "tükkan"a gider akşam geç saatlere kadar dönmezdi. Neyse çocukluk anıları bir yana biz de kapıldık bu bayram telaşına biraz da gönüllü olarak. Artık eskisi gibi yaşamasak da bayramları ( ki ben de hatırlamıyorum nasıldı o eski bayramlar) biraz nostalji fena olmaz sanırım.
Önce Eyüp Sabri Tuncer'e gidildi, 1923 yılında ilk açtıkları atölye kadar eski olmasa da Ulus'taki yerleri de en az 50 senelik. İçerisi ana baba günü 20 m2 lik dükkanda ayakta durmak mümkün değil. 5 tane satış elemanı masmavi tertemiz önlüklerini giymiş, yetişmeye çalışıyor telaşlı Ankaralıların zor anlaşılan isteklerine. Envai çeşit kolonya, lavanta ve koku var içeride, renk renk her boydan. Biz şaşmıyoruz klasik kolonyamızdan tabiki...
Ordan çıkıp eski Ulus halinin yanında geçip (içeri girmek olanaksız çünkü iğne atsanız yere düşmüycek dedirtecek cinsten bir kalabalık), esli Ulus çarşısına giriyoruz. İstanbul'un Kanyonu varsa bizim de Ulus Çarşımız var. Şaka bir yana gerçekten değerlerimize sahip çıkamama konusunda üzerimize yok. Avrupa ülkelerinden birinde olsa o çarşı restore edilir, nostaljik havası daha fazla vurgulanarak kültür mirası olarak sunulur kültür mirası arayan binlerce turiste. Bizde ise 70 sene önce kurulduğu hali neyse şimdi de aynı eminim. Camlar pencereler dökülüyor, baskı sistemi gelmeden önce elle yazılmış tabelalar var dükkanların üzerinde. Bu kargaşadan ve pazar havasından kendini kurtaran iki tane dükkan var çarşıda biri daha önce bahsettiğim Akman Pastanesi (değerini ve posizyonunu tam bir klasik olduğu izlenimini vererek yaratıyor. Gerçekten bir klasik) diğeri ise Şekerlemeci Ali Uzun....

Burasının da kuruluş yılı 1935. İçerisi şaşırtmayacak derecede kalabalık (daha azını beklemiyordum gerçekten). Benim gibi tatlıyı ve çukulatayı seven birinin içeri aç girdiği takdirde hayatının en büyük hatalarından birini yapacağına karar veriyorum girer girmez. Nefsimi köreltmek için azcık çukulata alma fikri bir anda hummalı bir toptan tatlı alışveriş seromonisine dönüşüyor. Fıstık ezmesi, badem ezmesi, fıstıklı korkan, çukulata......

Dayanamadım hemen yedim krokanları :) Çok güzeldi

Wednesday, December 27, 2006


Okul hayatı boyunca bir kere bile ciddi bir problem olmayan sabah erken kalkma olayı nedense işe girdikten sonra tam bir baş belası oldu. Okulda dalga geçerdim telefonlarının alarmını defalarca erteleyip yataktan bir türlü kalkamayan arkadaşlarıma. Şimdi ben de aynı durumdayım maalesef :=) Tabi sabah erken kalkmayı işkence haline getiren en önemli değişkenlerden biri de traş olma faslı. Ben bu birbirini izleyen sıralı işkence seanslarının yıldırıcı etkisini gidermek için banyoma küçük ve çok eski bir radyo koydum. Duş alıp, traş olmak için bezgin gözlerle aynaya bakmadan önce mutlaka dokunuyorum düğmesine. Tabi kanal kaydetme gibi bir lüksüm de olmadığı için döndüre döndüre arıyorum istasyonları. İşte bu sabah NTV radyo inat etmeyip de radyoyu açar açmaz çıksaydı karşıma cızırdamadan, belki de hiç farkında olmayacaktım Metin Altıok'un bu şiirinden:

Kendine yük haline gelince
koru kendini asıl kendinden
kekik bile kendince kokarken
bir tortu kalmıştı geriye
ben bildiğin o senden
sen de saygılı ol kendine, yola bir sabah erkenden
ya hiç bir yerde görünme
ya da geç aynı anda üç yerden

2 Temmuz 1993 günü yaşadığımız vahim Sivas katliamı kurbanlarında biri olan Metin Altıok'u tanıyordum ama bu şiirine hiç rastlamamıştım. Bir araba firması reklamında kullanmıştı bu şiiri... İnternette dolaşırken bu reklam kampanyasının aslında hiç de yeni olmadığını fark ettim. Milliyet gazetesinin 31 Ağustos sayısının ekonomi bölümünde bahsediliyordu bu reklam kampanyasından. Sonra da Can Dündar'ın şu yazısına denk geldim 2 eylül 2006 tarihli. Benim içimdeki merak şiirin içeriğine yönelikti aslında ama Can Dündar farklı açıdan bakmış olaya, "şiirlerin popülist bir şekilde böyle reklamlarda kullanılması uygun mudur?" şeklinde. Kesin yargısını da vermemiş konuyla ilgili ama sanki onaylamıyor gibi...

Bana da önce haklı gibi göründü açıkçası, ama sonra düşündüm: Metin Altıok'un hiç bilmediğim bir şiiri çıkıyor karşıma, şiiri bulmak için internette dolaşırken çok azını bildiğim ve çoğunu daha önce hiç görmediğim onlarca şiirini okuyorum, bir kısmını çok beğenip bir yerlere kaydediyorum. Belki yazımı okuyan sizlerle çarpan etkisi artıyor....
AMA reklam veren firma ismi yok aklımda. Çok da kötü olmamış diyorum içimden, iyi ki böyle bir reklam yapmış ismini bile hatırlamadığım reklamveren....

Son söz: Şiiri çok beğendim
İlk son sözün aslında gerçek son söz olmadığını gösteren son söz: Saygıyla anıyorum Metin Altıok'u...

Friday, December 22, 2006

Üstünel Köftecisi
Aslında Bursa’dayken yaptığım gibi tipik bir “Bugün leziz mi leziz harika bir köfte yedim” yazısı olabilirdi bu post. Yalnız bu sefer köfteler de her ne kadar üzerlerine yazı yazılacak kadar güzel olsalar da burada bu cuma öğleden sonrası yarı hastalıklı halimle beni yazmaya iten şey köfteden ziyade köfteye arkadaşlık eden yeşillikler....

Yaptığım iş gereği haddinden fazla geziyorum: şehir içi şehir dışı. Son birkaç aydır ve herhangi bir sürpriz olmazsa önümdeki birkaç ay boyunca Ankara’da olacağım. Geçen sefer bahsettiğim gibi Ulus’tayım bu aralar, dedemden çok dinlesem de kendim etraflıca gezme fırsatı bulamamıştım bu zamana kadar. Fırsat bu fırsat her öğlen başka bir yerde yemek yiyoruz sonra da uzun yürüyüşler yapıyoruz.

Sabah Suat bey, yakındaki iki iş arkadaşımızla yemek yesek nasıl olur dedi bana? Böyle fırsat kaçar mı atladım hemen. Bu iki kişiden biri MR. TGM olduğu için tabiki :) Kazım Karabekir Caddesi üzerinde sanayi sitesinin içerisinde, tam da sanayi sitelerinde görmeye alıştığımız cinsten bir köfteci var: Üstünel Köfte. İki katlı küçük kendi başına yeten bir baraka burası. İçerde 15-20 masa var. Masa dediysem de 4 kişinin yanyana oturması mümkün olmayan üzerinde yemek yemek için tabureye ihtiyacınız olan masalar. Büyük olasılıkla 4 tane sandalye yan yana sığmaz çünkü. Ben daha önce çok kereler tekrarladığım gibi köfte olayına bayılırım. Buraya ilk defa geliyor olmama iş arkadaşlarım mı daha çok şaşırdı ben mi daha çok şaşırdım bilmiyorum, ama masadaki manzarayı en çok benim sevdiğim açıktı.


Aysberg, marul, roka, nane, taze soğan, kırmızı soğan, pancar, çeri domates, söğüş domates, ızgara sarımsak ve daha bir sürü yeşillik geldi sırasıyla masaya yalnız bunlar tabakta servis edilmedi çoğumuzun alışık olduğu cafe restaurant konseptine tezat olarak. Bunların hepsi üzerine kağıttan masa örtüsü serilmiş masanın üzerine boca edildi itina ile. Boca edilmek ve itina kelimeleri yanyana gitmiyor gibi görünse de gerçekten boca edilen bir şeyin nasıl olup da bu kadar özenli bir şekilde dağıldığını anlamak zor. Sanki garsonlar ressam, servis yaptıkları boya, masa da tuval bizler de bu sanatın yapılışını izlemeye gelen sanatseverler....

Akşam şimdilik yapacak ilgi çekici bir planım olmadığı için (ki olsa da sanırım dayanamazdım) ızgara sarımsaklara hayır diyemedim ne yalan söyleyeyim. Domatesler bal gibi zaten. Tam bir ziyafet.... derken köfteler geldi. Onlar da güzeldi ama bu sefer büyük ödül başrol oyuncusuna değil de yardımcı oyuncu yeşilliklere gönderildi benim tarafımdan.

Öğleden sonranın uykuyla geçeceğini bile bile çektiğimiz ziyafet esnasında etrafımızda oluşan kalabalığın farkına varmamıştık tabiki. İnsanlar masaların arasına serpiştirilmiş ayakta sıra bekliyorlardı. Zaten sahipleri de farkında olayın çay, kahve, tatlı, çorba hiç bir şey yok masadaki ortalama konaklama süresini uzatacak. Çoğu atölye şeklinde çalışan usta mekanların aksine haftanın 7 günü açık bu köfteci. Yolunuz düşerse tavsiye ederim. Cafeler caddemiz Arjantin’deki konforu bulamayabilirsiniz ama oradaki çoğu lezzetten daha fazlasını bulacağınız kesin....