Friday, November 24, 2006
Is this the real life,
is this just fantasy
Caught in a landslide,
no escape from reality
Open your eyes,
look up to the skies and see
I'm just a poor boy,
I need no sympathy
Because I'm easy come, easy go, little high, little low
Anyway the wind blows, doesn't really matter to me, to me
Mama, just killed a man, put a gun against his head,
Pulled my trigger now he's dead
Mama, life had just begun
But now I've gone and thrown it all away
Mama oooh... Didn't mean to make you cry
If I'm not back again this time tomorrow
Carry on, carry on, as if nothing really matters
Too late, my time has come, sends shivers down my spine
Body's aching all the time
Goodbye everybody,
I've got to go
Gotta leave you all behind and face the truth
Mama oooh (any way the wind blows)
I don't want to die,
I sometimes wish I'd never been born at all
I see a little silhouetto of a man
Scaramouche, scaramouche, will you do the Fandango
Thunderbolt and lightning, very very frightening thing
Galileo (Galileo)Galileo (Galileo)Galileo figaro (Magnifico)
But I'm just a poor boy and nobody loves me
He's just a poor boy from a poor family
Spare him his life from this monstrosity
Easy come, easy go, will you let me go
Bismillah! No, we will not let you go, let him goBismillah!
We will not let you go, let him goBismillah!
We will not let you go, let me go
Will not let you go, let me go
Will not let you go let me go
No, no, no, no, no, no, no
Mama mia, mama mia, mama mia let me go
Beelzebub has a devil put aside for me, for me, for me
So you think you can stone me and spit in my eye
So you think you can love me and leave me to die
Oh baby, can't do this to me baby
Just gotta get out, just gotta get right out of here
Nothing really matters, anyone can see
Nothing really matters, nothing really matters to me
Any way the wind blows.
Fredie Mercury 24.11.1991
http://queenonline.com/fmercury.html
Son söz: Öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü" kutlu olsun
Monday, November 20, 2006


Friday, November 10, 2006
* Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, sehirde gördügü büyük binaları isaret ederek sormuş :
- bu köşk kimin ?
- kirkor'un...
- ya su koca bina ?
- yorgo'nun
- ya su ?
- salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :
- onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :
- biz mi nerede idik ? Biz Yemen’de, tuna boylarında, balkanlarda Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk pasam...
Atatürk'ün nükteleri-fikraları-hatıraları, sh 18
* Cumhuriyet
Atatürk, Mudanya yolu ile bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanıdın mi oğul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine ise almamış..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oğlunu almadılar mı? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İste cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta coşku dolu bir sesle:
- iste cumhuriyetten beklediğimiz netice... Diyordu.
Köymen, Hulusi; "Atatürk’ü Anmak" kitabından, s. 260
*Satı Kadın
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaslısı, ihtiyari köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seğirtti, kimi ayran , bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ataya uzattı:
- bir soğuk ayran içermişiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata'sı, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormuştu
Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman doğdun?
- 1919'da Atatürk Samsun’a çıktığı zaman doğdum.
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yasında olması lazım gelirdi. Halbuki karsısındaki kadın 25 yaslarında görünüyordu tekrar sordu :
- nasıl olur
- evet , nasıl olurdu .bu Satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
- evet paşam,ondan evvel yasamıyordum ki !
Bu espri Ata'yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz Satı kadını büyük millet meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.
"Yazılmayan yönleriyle Atatürk", S. Arif Terzioğlu sayfa 22-23
*Atatürk’ün bir hediyesi
Bir gün Konya’da Behiç bey’in evinde Mustafa Kemal general Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç bey, muhtar bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa kemal misafirine dedi ki:
-” biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum” diyerek elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak generale dedi ki :
-”bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir ingiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır.bu subay’ın ailesini arattımsa da bulamadım. Ingiltere’ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum” diyerek generale teslim etti.
"Anekdotlarla Atatürk" Emekli Tümg. Muzaffer Erendil
Monday, November 06, 2006
Thursday, November 02, 2006
Ayşe yazmış bugün blogunda http://aysesworld.blogspot.com/2006/11/davet.html
4 Kasım'da hep beraber bu ülkenin sahipsiz olmadığını gösterelim.
Sevgimizin bir tanesiydin müjgan. saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür, elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti. ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü. öyle bir sevdim ki müjgan’ı, dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim, evleniriz gibi geldi bana. evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi. sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık. sonrada çarşılara giderdik. eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya nikah resimlerimizi de çektirdik. sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık. ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden. meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine. müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar. öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim. müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum. bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler. senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler. zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende. hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum
Thursday, October 19, 2006
Tuesday, October 10, 2006

Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın, Kapalı çarşının ve Ulu caminin hemen altında.... böyle olmaz derseniz alın size açık adres: Fevzi Çakmak Caddesi, Nane Sokak No: 4 Santral Garaj BURSA
Arka bahçesini şiddetle tavsiye ediyorum
Tuesday, October 03, 2006

Yaklaşık 2 haftadır Bursa'da kalıyorum. Kaldığım otelin hemen yanıbaşındaki muhteşem konağın ne olduğu düşünerek yanından geçtiğim geçen cumartesi günü, üstünde yazan yazıyı görünce bir saniye bile düşünmeden daldım içeri. Atatürk Müzesiydi burası..
Bu konak Mustafa Kemal Atatürk'e aitmiş kendisi hayattayken, son kez bursaya geldiği (yanlış hatırlamıyorsam) 1933 tarihinde bu konağı ve Çelik Palas otelini Bursa Belediyesi'ne bağışlamış, zaman içerisinde de bu konak müze haline getirilmiş. İnanılmaz güzel ve keyifli bir yer. Aslında oldukça küçük 2 katlı girişte sağda büyük bir salon solda ise yemek odası, üst katta banyolar, yatak odası ve yaver için hazırlanmış bir oda. En üst kat ise depo olarak kullanılmış. Konak son derece sadece ama inanılmaz zevkli döşenmiş. Aslında Konak'tan da güzel olan bir şey var burada o da, konağın yer aldığı bahçe..
Thursday, September 28, 2006
Dediği gibi şairin;
O telaşla, bırakın Paris yolunda ılık
Rüzgârlara taratmayı saçlarımızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz...
Gözümüz saatte söyleştik hep,
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık.
Hep yetişilecek bir yerler vardı
Aranacak adamlar, yapacak işler...
Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı;
Başkalarının hayatı, bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine;
Kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
Ha babam erteledik.
20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını, 30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere... Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize...
Doyasıya söyleşmek,
Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda,
Söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor
Yanınızda...
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda,
Bir de bakıyorsunuz ki,
Tedavülden kalkmış.
Kesin olmamakla beraber Erel Bleda'nın olduğu sanılıyor......
Friday, September 22, 2006
Friday, September 15, 2006


Yanda ise Avanostaki Saç Sergisi'nden bir fotoğraf var. Gözlerime inanamadım gerçekten, kocaman bir oda düşünün duvarlara asılı olan saçlardan duvar rengi görünmüyor. Her milletten insan saçından bir tutam kesip bir kağıda ismi ve adresi ile beraber asmış. Gerçekten hayret vericiydi..

Evet burası da Göreme açıkhava müzesi, ilk hristiyanların yerleştiği yerler buralar. Tamam ülkemizin kültürel mirası korumak yatırım yapmak para kazanmak lazım ama biraz da mantıklı olmak lazım garip uygulama yapmışlar girişte: Giriş 10 YTL, bununla beraber içeride Kara Kilise var. Tam giricem görevli durdurdu, " Ücret 5 milyon dedi" kulaklarıma inanamadım. Kapıda verdiğimiz 10 ne oluo dedim. Burası özel burdan da 5 alıyoruz dedi. Resmen şok oldum :)

Yandaki resimde de ortahisar kalesinden bir resim var. Ben sanatsal çalışayım dedim olmadı :)

Burada da yine Ortahisardaki Kızılçukur vadisinden bir görüntü var

Tanıştırayım....
Kiremitte pastırmalı yumurta

Antep'in baklavasının eline su dökemez ama idare ettik işte ne yapalım :)
Sunday, September 10, 2006

Evden çıktığımızda saat 4’tü, Ufuk’un piskopata yakın sürüşüyle saat dört buçukta Esanboğa’daydık. Uçak 10 dakika rötar yapmıştı zaten, akşam saat 6.30 gibi havaalanındaydım. Hemen taksiye atladım ve saat tam 7’de Ortaköy Feriyedeydim. Her ne kadar düğün saat 18:30 da başlasa da Pınar nikahın tam 19:30 da olacağını dolayısıyla o saati kesinlikle kaçırmamamı söylemişti. Tam zamanında ordaydım işte :)
Pamuk prenses derdim ona hep, simsiyah uzun dalgalı saçları vardı o zaman şimdi olduğu gibi, açık tenli ve elma yanaklıydı aynı pamuk prenses gibi.... Orta okulda tanıştık ilk, şimdi 6. sınıf diyorlar. O zamanlar onluk not sistemi bile vardı galiba :) En yakın arkadaşlarımdan biriydi, aslında 6-7 kişilik bir grubumuz vardı hep beraber dolaşan, biz de bu grubun üyeleriydik işte... Kader üniversitede de aynı okula ve aynı bölüme düşürdü bizi. Çoğu kez aynı proje grubunda çalıştık, çoğu kez ona yıktım tüm işleri onun sayesinde geçtik çoğu dersi kazasız belasız, beraber yeni türkü şarkıları söyledik şenliklerde, beraber içtik beraber sarhoş olduk, beraber güldük beraber ağladık....
Okuldan sonra yollarımız ayrılsa da ara vermedik hiç dostluğumuza, fırsat buldukça görüştük ayrı şehirlerde olsak da. İşte koştur koştur nefes nefese geldiğim onun düğünüydü galiba, kafam karışıktı biraz. Sonra tam söylediği saatte görüldü kapıda Emrah’la beraber. Mutlu olduğu belliydi, nikahları kıyıldı karı koca oldular......

Hem lise hem de üniversite arkadaşlarımı görme fırsatı buldum: Tarkana benzeyen Pınar,
Kanadalı Aylin, kardiolog Nihan... Bizim lise tayfası eğlenmeyi bilirdi de üniversite tayfası “BÜYÜK” adam olmanın verdiği ağırlıkla eğlenmemekte ısrarlıydı. Hepsini yavaş yavaş ısıtan şey düğün boyunca shot bardaklarında yapılan “sex on the beach” servisi oldu. Garson gençle tesis edilen iyi ilişkiler neticesinde eleman bardakları doldurduğu gibi bize geliyordu. En son 10. bardağımı içtiğimi hatırlıyorum. O sırada herkes hep bir ağızdan bağırıyordu: “Binlerce Dansöz vaaaaaaaaarrrrrrrrrrr” Yaşlar küçükte ama herkesin hayatından bir dansöz geçmişti galiba :) Saatime baktım tam olarak 22:30 du, bir an durdum ve düşündüm, saat 23:40 daki Kayseri uçağını kaçırırsam tam on saatlik otobüs yolculuğu yapmak zorunda olmak bir yana bir de mesaiyi kaçıracaktım, hemen Pınar’ın yanına gittim, annesi de oradaydı. Çok üzüldü kadıncağız düğünün şaklabanı gidiyordu :)
Taksiye bindiğimde saat 22:40’tı. Havaalanına geldim check inimi yaptım, otobüse bindim, otobüsten indim, uçağa bindim, kapılar kapandı ve uçak havalandı........
Ne geceydi ama işte uçaktaydım, kafam iyiydi. Hemen uyudum.
Umarım hep mutlu olursun Pamuk prenses
Monday, September 04, 2006

İşte Başak ve Ayşe'nin elinden çıkan leziz mi leziz "poğaça"lar... Bi şey yer misin diye sorduklarında bir an durakladım aslında. Ne ikram edeceklerdi bana ?? "Tam istediğimiz gibi olmadı ama idare ediceksin artık..." dediklerinde ben de "tamam hapı yuttuk" dedim içimden ne yalan söyleyeyim :)
Nerden bilebilirdim poğaçaların küçük birer lezzet şahaseri olacaklarını...
Öyle kolay kolay beğenmem aslında ben, hele ağız tadıma çok düşkünümdür. Mesela antepten sorna kebap olayına bir süre ara verdim çünkü ne Ankara'da ne İstanbul'da yediğim kebapların hiçbiri o tatların yerini dolduramadı. Neyse konuyu dağıtmayalım. Bi oturuşta götürdüm hemen 3 tanesini.
Yola çıkıcaktım Kayseriye doğru; arabamda yolculuk için gerekli olan her türlü araç gereç mevcuttu: Mp3'lerim, bi kaç tane elma, bi o kadar şeftali, 2 küçük su, güneş gözlüğüm... ama poğaçalar da katılınca yolculuk tam bir keyif oldu benim için :)
Öyle zevkli yedim ki sanırım dayanamadılar bir 3 tane de yolda yersin diye yanıma verdiler. Ama ben bu şölenin erken bitmesine razı olamazdım. Bir tanesi yolun başında dayanamayıp lüp diye mideme indirsem de diğerlerinin infazını geciktirdim azcık. Vanilla Sky 'daki pleasure delayer consepti gibi yani, ya da Ahmet Haşim'in "Merdiven" şiirinde bahsettiği gibi ağır ağır çıkmalıydı bu merdivenleri. 3 tane poğaçadan biri anında mideye inmişti bile. Ama kalan iki taneye daha çok zaman ayırmalıydım. Öyle de yaptım zaten. Akşam 9 gibi Kayseri Hilton'daki odama yerleştim. Önce poğaçaların içinde olduğu kabı açıp baş köşeye yerleştidrim, sonra onlar gözümüzün içine bakarken yavaş yavaş bavulumu açıp eşyalarımı yerleştirmeye başladım. Eşyalar raftaki, takım elbiselerim de askıdaki yerlerini bulunca poğaça kutusunu elime alıp televizyonun karşısındaki koltuğa yerleştim, televizonu açtım; ama hala zamanı vardı onların. Bu şölene uygun bi müzik bulmalıydı :) tatil keyfimizin vaçgeçilmez kanalı powerturku açtım ve kalan iki poğoçdan bir tanesini yavaş yavaşş mideme gönderdim :)
Sonuncusu var gücüyle çağırsa da beni onu sabaha bıraktım. Kahvaltıda ayrı bir keyifli olmalıydı mutlaka. Tahmin ettiğim gibi olmuştu en tatlı gelen sonuncusu oldu gerçekten :) Düşünün 3 küçük poğaça nelere kadir? Küçük bi deneme bile yazdırdılar adama...
Teşekkürler Başak ve Ayşe
bu harika ziyafet için...
Monday, August 28, 2006

İSTİKLAL
Bir ankaralı İstanbul'a gidince nereye gider? Önce boğaza sonra da İstiklal Caddesine galiba. Ben de öyle yaptım. İlk balığımı İstinyeyedeki Takanik'te yedim. Aslında çingene palamutunu çok sevmeme rağmem nedense içimden bi ses Levrek yememi söyledi. Ben de nedense çok güvendiğim o sesi dinledim her zamanki gibi... Hikmet'se palamutta karar kıldı. İyki de dinlemişim içimden gelen o sesi. Palamutlar gerçekten insanın içini parçalıyacak kadar küçüktü. Levrek de tam kıvamındaydı hani, hele o harika bol beyaz peynirli Amasra salatasının yanında tadına doyum olmadı. Bu güzel yemeği tahinli helva ile taçlandırmasak çok ayıp olurdu gerçekten :) Onu da yaptık tabiki.. Böyle yemeye devam edersem maratoncu edasıyla yaptığım sporunda bi anlamı kalmayacak galiba.
Yemekten sonra kahvelerimizi içmek için en uygun yer Bebekti... Starbucks'a karşı olmama rağmen (Amerika kıtasının kahveyle tanışması bizim tanışmamızdan yüzyıllarca sonra gerçekleştiği düşünülürse, kahve konusunda hakimiyetlerini kabul etmemiz son derece saçma geliyor bana) Bebek'teki yerleri çok güzel olmuş. Şanslıysanız ve deniz kenarında yer bulabilirseniz dalgaların üzerinize sıçrattığı boğaz sularını da göze almanız gerekiyor....
İkinci durağımız yukarıda söylediğim gibi İstiklal Caddesi oldu. Ozan ile Nevizadeye gittik. Antepte kebaba doymuş bi adamın İstanbulda yiyeceği tek şey balık olur. Ben de yine balık yedim, yalnız bu sefer öksüz bırakmadım zavallı Çuprayı, kadim dostu rakıyı da yanında baş köşeye yerleştirdim. Önce bir küçük yaş üzüm rakısı, biraz kavun, peynir, kırmızı biber salatası, midye... Kapanışta bi küçük rakı daha. Keyfimize diycek yoktu valla. Hiç nargile içmem ama Çağlayan'ın da bize katılmasıyla gelen Tophane teklifine hayır demek mümkün olamadı. Size tavsiyem rakının üzerine nargile içmeyin. Öyle bir hata yaptıysanız bu hatayı nargilenin üstüne bira içerek hiç perçinlemeyin :) Herşey bi yana tüm cumartesi uymak zorunda kaldım.
Peki balığa doydum mu?
Tabiki hayır. Haftaiçi iş arkadaşlarımızla Kireçburnundaki Pascatore'ye gittik. Hatta son perşembe İstiklaldeki Victor Levi'de bile balık yedim. Kayseri'de başıma gelecekleri tahmin etmiş olmamdan heralde biraz. İstanbulda geçen güzel iki haftanın sonunda cuma günü Ankara'ya dönüp pazar günü de pastırması ve mantısıyla ünlü Kayseri'ye hareket ettim...
Daha alışamadım bu blog işine geriden geliyorum oldukça. Bi dahaki sefere Başak'ın yaptığı harika poğaçalardan bahsedicem :)