Wednesday, September 03, 2008
Monday, August 25, 2008
2 sene önce tatilde aşina olduğum blog alemine izin dönüşü büyük bir heves ile ben de dahil olmuştum. 2 yıl sonra 2. blogumun 2. yaşını doldurup 2 hafta tatile çıktım. Tatili anlatmaya gerek yok sanırım. İnsani sınırların üzerinde çalışan herhangi birinin tatilin nasıl geçerse benimki de öyle geçti: Harika. Denize, güneşe, rüzgara, yemeye, içmeye, tavlaya, kinge, akrabalara, arkadaşlara, sevdiklerime, kaşarlı pideye, kumruya, balığa doydum geldim desem de sanırım kendimi kandırmakta öteye geçemez bu çaba. Çünkü tatile doyulmaz, doyulamaz. Tadı tamağımda döndüm memlekete. Öğlen bir sebeeple kullanmak durumunda kaldığım metroda maruz kaldığım görüntüler son 2 hafta gördüklerimden çok farklıydı. Bir şeyler yapmalı ama ne? Alıp başımı gitsem? Nereye kadar....
Sunday, August 03, 2008
Sanırım burada daha önce hiç çalışmadığım kadar yoğun çalıştım. Şöyle bir baktım da tam 21 gün olmuş, ne haftasonu tatile ne de başka bir şey. 2005 yılında Denizli-Isparta ikilisinde aralıksız çalışılan 6 hafta ile karşılaştırıldığında hiçbir şey gibi gelebilir ama o zaman ki sorumlulukları ve iş yükü düşünüldüğünde kendi durumumu bitmiş olarak tanımlayabilirim şu anda. Neyse ki az kaldı. Önümüzdeki Cuma yıllık izne çıkıyorum bir aksilik olmazsa (bu arada zaten aksilik olmaması şaşılası bir durum olur). Etrafımdaki herkes olmasa da bazı kişiler çok şikayet ettiğimi bazıları ise nasıl olur da bu kadar az şikayet ettiğimi merak ederler. Umarım bunlar şikayete girmiyordur.
Her ne kadar kafayı yeme noktasına gıdım kalana kadar çalışmış olsam da, Uşak genel olarak keyifli geçti. Bizim için en önemli şey bulunduğun şehirde bir iş arkadaşının olması senle aynı zamanda. Neyseki burada Mr. TGM ile denk geldik. Gündüz şehrin farklı ilçelerinde çalışıp, gece ise şehrin merkezinde buluşuyoruz. Kader midir kısmet mi artık bilmiyorum, ben mi ona iyi geliyorum yoksa o mu bana onu da bilmiyorum ama, makul sayılabilecek rakamların üzerinde denk geldik kendisi ile farklı şehirlerde. 2 defa Bursa, 1 defa Antep, Denizli-Aydın yolundaki karşılaşmayı da saymıyorum hani :) Aslında normal şartlarda yapılacak uzun yürüyüşlerin aksine burada kendimizi PES (Play Station Pro Evolution Soccer) oyununa verdik. Bundan 2 ay önce biri beni karşısına alsa ve “Doruk Uşak’a gidip saatlerce PES oynayacaksın” deseydi sanırım oturma organımla gülerdim kendisine, zira psikopata yakın derecedeki hareket düşkünlüğüm beni o tarz oyunların başında bırakın 1 saat 10 dakika bile oturmakta alıkoyar. Ama nasıl olduysa işte bir kereden bişey olmaz dedik. Deyiş o deyiş, resmen bağımlısı olduk. İnanması zor ama 2 haftada sol baş parmağım bildiğiniz nasır bağladı. Ben de kendimi avutuyorum olsun hareket olsun da baş parmağa olsun diye...
Hani zaten baştan kabulleniyor bizim işte yalnızlık, ama böyle yakın bir arkadaşınız düştü mü yanınıza o da harika bir lütuf halini alıyor insan için. Dün Ankara’dan Marmaris’e geçerken Uşak’a MR. TGM’in yanına ailesi uğrayınca bana yalnız geçen günleri yad etmek düştü.
Saat 6 ya doğru çıktım,
yarım saatlik araba yolculuğu sonrası şehre vardım,
arabayı otelin park yerine bırakıp,
yürümeye koyuldum.
Karun alışveriş merkezi derler bir yer var burada,
yoğun günün ardından kendimi mükafatlandırıp 1 adet büyük boy Whopper Cheese menü aldım (Büyük kola yerine 2 ayran)
hiç acımadan son tanesine kadar bitirdim patatesleri
bir acısos bir ketçap, bir acısos bir ketçap, ne de güzel tamamlıyorlar birbirlerini.
Sonra 19:25 te 1 salonda gösterilecek olan “Wanted”a bir adet bilet aldım,
saate baktım daha 18:35,
radikal aldım, her sayfasını okudum yalnız geçen günlerimdeki gibi,
bir de çay tabi yanında, olmazsa olmaz.
Sonra kaldırdım kafamı kendime baktım: sanki kendim orda kalmış da ben kendime bakıyormuşum gibi. Güldüm kendi kendime, insanoğlu ne enteresan. Ankara’da nerde ankaranın yabancısı olduğu anlaşılan yalnız başına oturan birilerini görsem hüzün çöker içime. Nedenini bilmiyorum. Belki ben de yalnız kaldığım için zaman zaman. Ama yoo nedeni bu olamaz, ben sıkılmam ki yalnızlıktan korkmam ki... peki neden o zaman? Çok düşünmedim soru üstüne
Sinema salonuna girdim, 1 salona, en BÜYÜĞÜNE...
Toplam 5 kişi filmi seyrettik...
Sunday, July 20, 2008
İşim gereği güzelim anadolumun baya bi memleketini gördüm. En küçük esnaf lokantasında taze fasulye, en kral kebapçı da altı ezmeli kebap da yedim ayıptır söylemesi. Daha önce adını bile duymadığım değişik yemekler tattım, birbiriyle hiç gitmeyecek diye düşündüğüm lezzetlerin ne de güzel anlaştıklarına şahit oldum. Eminin gördüklerim görebileceklerimin yanında koca bir hiçtir ama yine de ilk defa bir pidecinin menüsünde "soğansız pide"ye rastladım. Yahu tamam mantıkta da kullanılır, bir şeyi anlatmanın bir yolu da onun ne olmadığını tanımlamaktır.
Ama bu kadarı da olmaz yani; "n-1": her şey olabilir ama soğan asla.......
Wednesday, June 25, 2008
Neyse gereksiz hikaye başı tasvirlerini bırakayım şimdi. Güneydoğudaki çoğu şehri, orta anadoludaki çoğu şehre tercih ederim. Antep olsun, Urfa olsun oldukça köklü bir kültürleri ve bu şehirlerin ve insanlarının. Diyarbakır da bu bölgedeki şehirler arasında antepten sonraki yere oturdu kalbimde.
Diyarbakır gerçekten büyük bir şehir. Kuruluşu Artuklulara dayanıyor galiba emin değilim). Şehirin eski merkezi “Sur İçi” olarak adlandırılan bölgede. Buraya neden sur içi dendiğini tahmin etmek çok da zor değil sanırım. Ama aklınızda öyle İstanbul Bursa Ankara ya da başka bir şehirde gördüğünüz kale surları gelmesin. Bu tamamen başka bir olay. İnsanın nutku tutuluyor surların uzunluğundan ve büyüklüğünden. Yine bana söyleyenlerin yalancısıyım: Dünya üzerinde Çin Seddinden sonraki en uzun yapı diyorlar surlar için. Denemedim ama yürümeyi seven ve çok yürüyen bir insan olarak tahminde bulunmam gerekirse sanırım surların etrafında bir tur atmak 3 saati bulur yürüyerek. Zaten bir google araması yapıp kuş bakışı görünümüne bakmanızı isterim. Bildiğim kadarı ile tane büyük kapısı var surların: Mardin kapı, Urfa kapı, Tek kapı, Çift kapı, Dağ kapı ve saray kapı....
Sur içi, şehrin en eski bölgesi, hemen hemen bütün camiiler kiliseler hanlar vb eski yapılar burada. Biz de bu eski yapıların tamamına yakınını gittik gördük. Müslümanlar arasında en kutsal 5. mekan olarak gösterilen ve zamanında kiliseden dönüştürülen Ulu cami, 4 ayaklı minare, Süryani kilisesi ve Diyarbakır merkez kilise bunlardan sadece bir kaçı. Ben ortalama bir insanımdır. Sevinçlerim hüzünlerim hayretlerim hep ölçülüdür. Ama öyle bir yer var ki bu şehirde içine girince heyecandan nutkum tutuldu. Beni benden aldı başka yerler götürdü. Sadece bir 400 sene önce de burda olmak istedim. Bahsettiğim yer Hasan Paşa hanı. Yolunuz düşerse asla görmeden gitmemeni gereken yerler arasında birinci sırada. İçerisi küçük eşya incik boncuk kumaş ve daha bir sürü renkli şeyle dolu ortada sanki eski zamanlardan kopup gelmiş bir kahve (cafe) var. Hanın hemen girişinde eskiden 500 atın aynı anda barınabildiği bölme, lokanta haline getirilmiş.Tek kelimeyle nefes kesici.
Bunun dışında şehre geldiğinizde uğramadan gitmemeniz gereken 2. yer ise Gazi Köşkü. Mardin kapıdan çıkıp birkaç km gittiğinizde şehrin hemen hemen tek yoğun yeşilliğe ve ormana sahip bölümünde Dicle’ye tepeden bakan bir yamaca kurulmuş Gazi Köşkü. Atatürk 1937 yılında sanırım Hatay meselesi için bu taraflara geldiğinde kalmış. Bu nedenle gazi köşkü deniyor. Bir teras ve terasta bir manzara var ki akıllara ziyan. Keşke 70 sene öncesi olsa, keşke bu ılık rüzgar yine esse, keşke yine böyle alacakaranlık olsa ve keşle atamla oturup da iki duble atabilseydim diyorum içimden. Güzel bir kebapçı var şimdi buranın bahçesinde, lezzetler unutulmaz ama maalesef içki yok. O yüzden yetim kalıyor biraz yemekler.
Şehrin eski bölgelerinin yanında daha yeni ve sosyal anlamda zengin semtleri de var. Çoğu kişinin bildiği “Ofis” semti bunlardan en çok rağbet göreni. Biraz ileride iki tane AVM kurulmuş, onlar da yavaş yavaş hayat veriyor şehre. Ama şehrin aklında kalan en büyük özelliği neydi diye sorsanız hiç tereddüt etmeden, özellikle sur içinde adım başı karşınıza çıkan çocuklar. Her yerde çocuk var her yerde, çıplak ayaklı, deli dolu küçücük çocuklar. Yani 3-4 yaşında çocuk bile var sokakta. Merak ediyor insan nerde bunların anası babası. Benim 4 yaşında tek başıma karşıdan karşıya bile iznim yoktu. Bunun yanında en fazla 6 yaşındaki kız çocuğu henüz yeni yürümeye başlayan kardeşini karşıdan karşıya geçirebiliyor burada. Onun dışında hiçbir yerde görmediğim daha doğrusu küçük ilçelerde ve köylerde çokça olmasına rağmen hiçbir şehirde görmediğim garip bir kolektivizm var şehirde. Öyle ki mesela dolmuşta Migrosa gittiğim bir gün, yaşlı bir kadın ile 3 çocuk bindi dolmuşa. Ne kadar verdi bilmiyorum ama eksik olduğu anlaşılan ücreti muavine uzatıp, “yavrum kusura bakma bu kadar çıktı” dedi. Bu hareketin olası sonucu Ankara veya İstanbulda hakaret olabilir ve büyük ihtimal “kardeşim paran yoktu neden bindin” derler adam. Ama muavin en ufak bir bozulma sinyali vermeden gülerek parayı kabul etti ve her tarafından içtenlik akan bir ses tonu ve jestle “canın sağ olsun” dedi. Şok oldum ama daha çok mutlu oldum.
Şehrin en önemli lezzeti kaburga dolması. Açıkçası et sevmeme rağmen çok da bana hitap eden bir yemek değil. En ünlü kaburgacılarından olduğu için Selim Amca’da yediğim ama buranın yerlileri tarafından bu davranışım nedeniyle çok eleştirildiğim için olabilir belki de. Çünkü burada en kral kaburga dolmasını “Özler Lokantası” yaparmış dediklerine göre. Ve yine dediklerine göre Selim amcada yediğim için beğenmemem gayet normalmiş. Tabi bu anlatılanlar ikinci bir deneme yapmam için hiç de yeterli değildi.
Diyarbakırdaki çalışmayarak geçirdiğim ender zamanlarımın çoğunu yine yürüyüş yaparak geçirdim. Hazır sıralama hevesine girmişken, diyarbakırı da en çok yürünesi şehirler arasında Bursa ve Antep’ten sonra hiç düşünmeden 3. sıraya yazarım.
Dağ kapıdan çıkıp yürünür parka doğru, parkı geçip Ofis’e girilir. Ofiste koca bir tur atıldıktan sonra caddenin ortasında duran nur yüzlü, gülümsemesi insanın içini ısıtan yaşlı mı yaşlı teyzeden bir sakız daha alınır odadaki sakız dağına eklemek üzere...
Sunday, May 18, 2008

Çok içtim. Umarım çok saçmalamamışımdır :)
Wednesday, May 07, 2008
O zaman, yani yaklaşık 5 sene önce ilgili masaya dilekçe ve nüfus cüzdanı ile başvurduktan sonra yaklaşık 1 veya 1,5 saat boyunca beklediğimi hatırlıyorum. O esnada başvurusunu yapıp temiz kağıtlarını almak için bekleyen insan sayısı da kum saatinin tabaninda toplanan taneler gibi artıyordu. Sonra bi noktada artik kumlar yeterince biriktiği için midir bilemiyorum, elinde bi kağıtla bir adam çıktı ve teker teker belgeleri hazır olanların isimlerini okudu. Ne şans benim ismim de vardı. Toplam işlem süresi 2 saati geçmeden muradıma ermiştim.
Bugun yaklaşık 2 senedir sırf bu adli sicil kağıdını almaktan üşendiğim için gerçekleştiremediğim bir işimin zaman aşımına uğramaması için yine sicil belgesi almaya gittim. Sabah erkenden uyandım. Ne de olsa uzun bi maraton bekliyordu beni.
Hayrettir korktuğum başıma gelmedi :) Bu ülkede son beş yıl içinde somut olarak geliştiğini gördüğüm bir kurum oldu sonunda. Sağ olsun devlet büyüklerimiz bilgi işlem teknolojileri nimetlerinin farkına varmış. Binaya girmemle, belgeyi alıp çıkmam sadece 5 dakika sürdü. Önce daha önceden hazırlamış olduğum dilekçeyi önümde iki kişinin beklediği bankoya verdim. Tam 10 saniye sonra arkasına gerçekten temiz olduğumu söyleyen bir yazı yazıldı. Hemen yandaki bankoya geçip 5 YTL ödedim ve karşılığında bir mühür ve bir imza alarak mutlu mutlu adliyeden ayrıldım.
Thursday, April 24, 2008
Kolay mutlu olabildiğimi düşünüyorum. Bi kere her şeyin başında büyük hayallerim arzularım ve hırslarım yok. Dolayısıyla Nietche'nin kulakları çınlasın büyük hayal kırıklıkları da yaşamıyorum. Genellikle tutum ve davranışlarım marjinal olmaktan ziyade ortalamalara yakındır. Etrafımda arkadaşlarım ve sevdiklerim olsun, düzenli spor yapayım, haftanın bir iki günü güzel bir yemek eşliğinde içkimi yudumlayıp yeri geldi mi kafayı bulayım, biraz kitap okuyayım, sinema ve tiyatroya gidebileyim..... Aslında temelde bunlar bana yeter. Tabi bu bahsettiklerim genel olarak memnun ve huzurlu olmanın kriterleri. Bunun dışında insan psikolojisini etkileyen bazı mikro faktörler de var. Bu faktörlerin sosyolojik yönlerine girmeyeceğim (aslında ilgi alanıma girmekle beraber sosyal psikoloji ayrı bir post konusu olur). Nedir bu yan mikro faktörler: küçük olan, aslında devamlı bizimle beraber olmasına rağmen insan hayatının akışında ciddi bir yer bulamayan faktörler. Mesela, şu anda gayet mutluyum çünkü yarın cuma, çünkü akşam biraz yüzüp gün içinde topladığım stres kırıntılarından kurtulacağım, çünkü uzun zamandır görmediğim bir arkadaşım arayıp akşam antrenmana geleyorum dedi. Bir adım yukarıya çıkarsam, mutluyum çünkü yıllık iznimin bir bölümünü kullanmama çok az kaldı, mutluyum çünkü bahar, mutluyum çünkü bu sene sadece 2 ay turneye çıkacağım. Postun oldukça karışık bir kaç satır üstte yer alan girizgah çabalarımda da bahsettiğim gibi, en üst seviyede de mutlu olmak için bazı sebeplerim var: Mesela sağlıklıyım, genel olarak sevdiğim ve vakit geçirmekten mutlu olduğum insanlarla beraberim.
Bu arada küçük bir not; Hayata biraz sığ bakmakla eleştirildiğim olmuştur kimi zaman......
Bu noktada genel olarak çoğu insanı mutlu edeceğini düşündüğüm bazı şeyler de vız gelir tırıs gider bana. Mesela biri gelse al abi sana BMW 3,20 kapıda duruyor senin bu araba dese (arabalardan çok anlamam aklıma gelen en iyi arabalardan biri bu) inanın mutluluk endeksimde çukulatanın yarattığı etkinin yakınına bile gelemez. Ya da aman aman benim olmuyor dünyalar Fenerbahçe her galatasarayı yendiğinde.
Hayatımda mutsuzluklar da yok mu, tabi ki var. Ülkedeki gidişat çok az şeyin beni üzdüğü kadar mutsuz ediyor beni, ya da babamın suratında son bir kaç aydır gördüğüm derin endişe, git gide daha fazla tükenmesi. Şehrimdeki gereksiz alt geçitlerden geçerken mutsuz oluyorum, erdoğanın pişkin konuşmalarından mutsuz oluyorum. Aslında bu listeyi de mutluluk listesinden bile uzun bir hale getirebilirim.
Kanımca, en üst noktada bir insan ya mutludur, ya da değil. Aslında mutlu olmak da değil tam kelime; kendisi ile barışık olmak ve huzurlu olmak. Demiyorum ki bir insan ya bu söylediklerimdir ya da değil. Tabi ki insanın kendisi gibi çevresindekiler de değişiyor. Dolayısıyla bir insan doğumundan bilincini kaybeden kadar mutlak mutlu veya mutlak huzursuz olamaz. Ama bu ruh halleri genel olarak uzun aralıklarda gösterir kendini. Biraz daha açık olmaya çalışayım: Farz edelim 1 yıllık tuh halinize her gün 10 üzerinden not vereceksiniz. İstatistik biliminin de öngördüğü üzere ve "BENCE" de bir kişinin 1 yıl için kendisine verdiği notların tümü genel olarak bu notların ortalamasına yakın bir görünüm çizer. Yani farz edelim ortalamanınız "5" çıktı. Bu ortalamayı oluşturan notların %50 si "0" dan ve %50 si de "10" dan oluşamaz. Maddenin doğasına aykırıdır. Büyük ihtimal verilen notların çoğu bir kaç istisna dışında 3-7 bandındadır.
Şimdi gelelim sadede: Benim ruhsal durumum yukarıda bahsettiğim gibi bir bütünlük arz eder. Yani genel olarak kendimi iyi hissediyorsam. Yani iş hayatı genel olarak stressiz ve rahat gidiyorsa, iş aradaşlarım astlarım ve üstlerimle iyi geçinebiliyorsam bu durum benim ilişkilerime de yansır. Yani o gün kız arkadaşıma daha bir sevecen ve pozitif yaklaşırım mesela. Ve bu ruh hali en azından kısa vadede bir kaç saatte değişmez.
İşte bugun "bir yaşıma daha girdim" çünkü yıllarca herkesin kendim gibi olduğunu düşünüyordum.
Wednesday, April 16, 2008
Cumartesi sabahı erken kalktım. Saat 9:30 civarıydı. Ritüelin aksine Cuma gecesi (çok fazla) içmediğim için hiç zorlanmadım kalkmakta. Hatta son derece güzel bir rüya gördüğüm için de inanılmaz derecede mutlu kalktım. Bir dilim kek’e bir bardak da süt eşlik etti günün 1. kahvaltısında. Saat 10 da ODTU stadyumda buluştuk bizimkilerle. Önceki cumartesilerin aksine havanın son birkaç gündür iyi olmasına güvenip “Yalıncak”a çıktık koşmak için. ODTU yü bilenler hatırlayacaktır hemen okulun içinde bildiğiniz cennettir burası. Dimdik ve upuzun rampanın sonunda harika bir manzara ve küçük şirin bir çeşme karşılar sizi. Rivayet odur ki bir de Yalıncak köyü vardır ancak ben bu köyün sakinleri olabilecek insanları görsem de köyün nerde olduğunu bilemedim hiç.
Kendimi tam bir Tunalı bebesi diye nitelendirilebilirim aslında. Doğduğum (mecazi anlamda kullanılmıştır, aslında hastanede doğdum) ve 17 yaşıma kadar yaşadığım ev ankaranın aşağı ayrancı semtindeydi. Aslında o zamanlar yürümekten hoşlanmadığım söylenemezdi ama nedense evimiz Tunalıya son derece yakın olmasına rağmen, nadiren yürüyerek gidip geldiğimiz olurdu kardeşimle. Sonuç olarak kendimi bildim bileli Tunalıda ve ara sokaklarında yürüdüm, koştum, bisiklete bindim, top oynadım. O zamanlar ne Mc. Donald’s, ne burger king ne Karum ne Beymen ne de bu kadar trafik vardı. Tadım pizzanın açılışını bile hatırlıyorum inanır mısınız bilmem. “Tivoli”ydi en kral burgerci. Karum ilk inşa edildiğinde en üst kata çıkar paraşütlü ciyaycolarımızı aşağı atar sonra yarışırdık en hızlı inmek için. Ben o zaman sanırım ilk okuldaydım. Sonra bir ara Pazar günleri trafiğe kapadılar tunalıyı. O da kısa sürdü ama.... İt kopuğun doluşması uzun sürmemişti.
İşte cumartesi günü cadde üzerinde yürümeye başladığımda bunları geçirdim aklımdan. Babamın yanına uğradım. Kardeşim de oradaydı. Üçümüz oturduk kahve içtik. Biraz konuştuk, dertleştik, keyiflendik.... Sonra onları işleri güçleriyle bırakıp kendimi Tunalının kalabalığına bıraktım. Tadım pizzanın önünden geçtim. Mc. Donalds’ın önünde tekerlekli sandalyesiyle kendimi bildim bileli milli piyango bileti satan adam da oradaydı. O zamanlar sim pastanesinin önünde dururdu. Ne zaman Mc Donaldsın önüne geldi hatırlamıyorum. Sim kapanınca mı.... MC açılınca mı? İlk başlarda eski bir tekerlekli sandalye ile gelirdi. Sanırım satıp biriktirdiği biletlerin parasıyla olacak, sonra sonra otomatik bir sandalye aldı kendine. Kendisinden bilet almayı bırakalı çok oldu benim için. Bir kere bir amorti bile isabet etmez mi canım. Sonra onu geçer geçmez gözleri görmeyen mendil satıcısı amcanın yanında buldum kendimi. Bu amca, piyango bilet satıcısının aksine ben çok çok küçükken Tunalıda değildi. O zamanlar kızılayda dolaşırdı bir aşağı bir yukarı, son derece yavaş hareketlerle. O kadar yavaş ki zannedersiniz kendisi duruyor dünya altından akıp geçiyor. Mendil alasım geldi. Utandım nedense....
Sonra Kuğulu Parkta buldum kendimi. Bu park çok çok çok eskiden, (hatta o kadar eskiden ki annem hala o dönemleri hatırlayamayacağımı çünkü 2 veya 3 yaşımda olduğumu söyler) Polonya büyük elçiliğinin devamı şeklindeydi. Şimdilerde içinden yol geçen yerde kocam bir köprü vardı hatta. İşte bunları anlatmam bile o dönemi hatırladığımın bir kanıtı olmuyor bizimkiler için. Kesin bir fotoğrafta görmüşsündür yaftasını yiyorum.
O zamanlar Kuğular vardı. Anneanneme bütün Tunalı kendimi (zi) taşıtır koşarak oyun parkında bulurduk kendimizi. O zamanlar bu şehir İ. Melih’e mahkum değildi.....
Friday, April 04, 2008
Koyu bir Fenerbahçe taraftarıyım. Daha doğrusu son 20 yıllık ruh halimin ortalamasını alınca sanırım buna denk geliyor. Aslında çoğu türk çocuğunun ve gencinin aksine küçükken öyle çok fazla futbolla falan ilgili değildim. Okulda ya da mahallede falan maç yaptığımız zaman ya kaleci olurdum. Ya da “abi aman diyim sana top gelince sakın çalıma falan girme geleni şişir gitsin” uyarıları altında çakılı defans oynardım. Kabiliyet bir yana maç falan da seyretmezdim küçükken. Şimdi bakıyorum yaşıtlarımın kendi aralarında konuşurken telaffuz ettikleri eski futbolcu isimlerinin çoğu hiçbir şey ifade etmiyor bana. Ben uzun süre Rıdvan’ı gerçekten şeytan sandım mesela. Rıdvan’ın aklımda kalan tek görüntüsü topu orta sahadan alıp tek başına attığı goldür. Ulvi, İsmail, Uğur... bunlar gerçekten yaşadı mı şüpheliyim. Ancak çok garip bir şekilde daha kimse Sergen’i tanımıyorken ben tanıyordum. Çocukluğumun yaz ayları babamın akrabalarının yaşıyor olmaları sebebiyle o zamanlar köy görünümündeki Kilyos’ta geçti. Sergen de yelken misali kulaklarının yarattığı sürtünmeye rağmen ipe dizerdi milleti.
Benim bu kayıtsızlığımın aksine babam tam anlamıyla deli olarak nitelendirilebilecek bir Fenerbahçe taraftarıydı o zamanlar. O mülayim, sevecen güler yüzlü adam Fenerbahçe maçlarında tam bir canavara dönüşüyordu (hala durum değişmiş değil). Bana her zaman ağır başlı ve beyefendi olmamı öğütleyen “babam” argo dağarcığıma kelime üstüne kelime ekliyordu. Benim bu ne olacağını bilmez halim Beşiktaşlı olan dayımın iştahını kabartmış olmalı ki, bisikletten başlayıp “arabaya” varan vaatlerle kandırmaya çalıştı devamlı beni Beşiktaşlı olmam için. Babam ve dayım arasındaki bu çekişme, babamın dayımı karşısına alıp “Kamil, bu çocuk Beşiktaşlı olursa külahları değişiriz, yüzüne bakmam senin” uyarısıyla son bulmuştu. Bense naif naif seyrediyordum olanları. Koskoca ülkede, benim gibi topla alakası olmayan bir adamın Beşiktaşlı ya da Fenerbahçeli olması neyi değiştirecekti ki.
Daha sonra, yaşıtlarımızın futboldan başka sosyalleşme aracı olmadığı ortaokul yıllarında, her tenefüs yapılan maçlar, her ders muhabbeti yapılan futbolcular nedeniyle oluşan sosyal baskıya boyun eğdim ve yavaş yavaş azılı bir Fenerbahçe taraftarı olmaya başladım. Futbol oynamaya da başlamıştım artık. Her zaman forvette duran sınıf takımımızın iyi oyuncuları artık ayağıma top geldiğinde nefeslerini tutmamaya başlamışlardı. Fenerbahçe kazandığı zaman havalara uçuyor kaybedince sinirden ağlamaya falan başlıyordum. Bu durum üniversite yıllarına kadar sürdü. Kız arkadaşımla buluşacağım zaman Fenerbahçe maçı denk gelirse nasıl kıvırtıp maçı seyrederim diye yapmadığım şaklabanlık kalmıyordu o zamanlar. Daha sonra okul bitirildi, işe girildi. İşe girdiğim ilk sene içerisinde farklı dönemlerde eğitim nedeniyle yaklaşık toplam 5-6 aylık bir süre İstanbul’da yaşadım. Babam benim İstanbul’da kalmamı istiyordu. Bunu sağlamak içinde elinden gelebilecek iki kozdan birini kullandı ve 2003-2004 sezonu için Fenerbahçe maçlarına kombine bilet aldı (Ankara’da yaşıyor olmasına rağmen halen hiçbir maçı kaçırmaz. Sabah otobüse veya uçağa atlar, akşam da aynı usulde geri döner maçtan sonra). Artık maçları stadyumdan izleyebiliyordum. Şimdi farkına varıyorum, aslında hayatımın dönüm noktalarından biriymiş, çünkü stadyum ortamında gerçekten psikopatlığın sınırlarına yaklaşmaya başlıyordum yavaştan. Sonra hayatımı değiştiren bir şey oldu. Fenerbahçe maçının olduğu bir pazar günü, kız arkadaşımla buluştum caddede. Aklım maçta, nasıl kaçarım planlarını yapıyorum. Maç başladı, bendeki kurtlanma seviyesi tavan yaptı tabi. Bunun anlaşılması da uzun sürmedi, kavga dövüş derken maçın 60. dakikasında girdim stada. İşte o an gördüğüm tablo şok etti beni. Bir araya gelmiş yaklaşık 40.000 civarında adam, orada yapılan şeyin bir spor olayı olduğunu unutmuş kendilerinden geçmiş küfür ediyor, bağırıyor, saldırıyorlar etrafa. Bıraksalar sahaya inip linç edecekler rakip takım oyuncularını. İnanamadım gözlerime, kendimi yabancı hissettim bütün olan bitene. Demek ki maçı zamanında gelip seyretmeye başlasam, yavaş yavaş artan tempo içerisinde sonunda ben de etrafımdaki bu kendini kaybetmiş insanlardan biri olacaktım. Bunu düşündüm kalan 30 dakika ve o an içimden bir şeyler koptu gitti.
Tabi olayı abartarak anlattım biraz. Hala Fenerbahçeliyim, hala çok seviyorum takımımı. Ancak eskisi kadar takip etmiyorum maçlarını (yani arada seyretmediğim oluyor :) ), takım kaybedince yerden yere vurmuyorum kendimi. Canım babam bu işi kabullenmiş görünüyor (içten içe, benim ağır bir hastalığa kapılmış olduğumdan şüphelendiğini düşünmüyor değilim). Ama canım kardeşim maalesef hala kabullenemedi bu durumu. Eğer bizim takımın maçı olacaksa o akşam ve benim bir işim varsa, kesinlikle maçtan önce çıkıyorum dışarıya çünkü Ufuk’un ardı arkası gelmeyen tacizlerine maruz kalmam içten bile değil. Ona göre ya Fenerbahçeli değilim ya da “gay” falanım maç seyretmediğim için.....
Bazı şeylerden kolay kolay kopulmuyor gariptir. Ne kadar mantıklı insanlar olsak da nedenini açıklayamadığımız şeyler yapıyoruz. Mesela Ufuk’la beraber seyrettiğimiz hiçbir maçı kaybetmemiş olmamız nedeniyle inanılmaz bir “uğur” ve takıntı haline getirdik bu durumu. Lig maçları neyse ama şampiyonlar ligi maçlarında kesinlikle taviz vermiyor kendisi. 2 gün önceden taciz etmeye başlıyor beni. “Yarın maç var, hiçbir şey anlamam kesin beraberiz” diyor telefonda. ÇELSİ maçını da beraber seyrettik yine, uğur bozulmasın diye aynı yerlere oturur, aynı şeyleri giyer, maç boyunca birbirimize iyi davranır, lavaboya bile gitmeyiz. Heykel gibi nasıl başladıysak öyle bitiririz maçları.
Öyle garip hikayeler var ki bununla ilgili, bir internet sitesinin koyu Fenerbahçeli editörü, uğur yaptığı için kombinesi olmasına rağmen şampiyonlar ligi maçlarını evinde seyrediyormuş okuduğuma göre. Hatta bütün arkadaşları arayıp teker teker kontrol ediyorlarmış gerçekten maça gitmediğini...
Ne kadar karmakarışık bir yapımız var. Okuyoruz, düşünüyoruz vesaire ama sanırım erkek olmamızdan, bazı kısa yoları kesinlikle aşamıyoruz. Varsın olsun, Fenerbahçe kazansın da nasıl olursa olsun.
Bu yazıyı yazmam konusunda bana ilham veren wuthering’e teşekkürlerimi sunarım.
Blogumda yine bir problem var bu aralar, aslında sana link verecektim ama hiç bir şey çalışmıyor. Resimleri bile zor yükledim.