Friday, April 04, 2008





Koyu bir Fenerbahçe taraftarıyım. Daha doğrusu son 20 yıllık ruh halimin ortalamasını alınca sanırım buna denk geliyor. Aslında çoğu türk çocuğunun ve gencinin aksine küçükken öyle çok fazla futbolla falan ilgili değildim. Okulda ya da mahallede falan maç yaptığımız zaman ya kaleci olurdum. Ya da “abi aman diyim sana top gelince sakın çalıma falan girme geleni şişir gitsin” uyarıları altında çakılı defans oynardım. Kabiliyet bir yana maç falan da seyretmezdim küçükken. Şimdi bakıyorum yaşıtlarımın kendi aralarında konuşurken telaffuz ettikleri eski futbolcu isimlerinin çoğu hiçbir şey ifade etmiyor bana. Ben uzun süre Rıdvan’ı gerçekten şeytan sandım mesela. Rıdvan’ın aklımda kalan tek görüntüsü topu orta sahadan alıp tek başına attığı goldür. Ulvi, İsmail, Uğur... bunlar gerçekten yaşadı mı şüpheliyim. Ancak çok garip bir şekilde daha kimse Sergen’i tanımıyorken ben tanıyordum. Çocukluğumun yaz ayları babamın akrabalarının yaşıyor olmaları sebebiyle o zamanlar köy görünümündeki Kilyos’ta geçti. Sergen de yelken misali kulaklarının yarattığı sürtünmeye rağmen ipe dizerdi milleti.

Benim bu kayıtsızlığımın aksine babam tam anlamıyla deli olarak nitelendirilebilecek bir Fenerbahçe taraftarıydı o zamanlar. O mülayim, sevecen güler yüzlü adam Fenerbahçe maçlarında tam bir canavara dönüşüyordu (hala durum değişmiş değil). Bana her zaman ağır başlı ve beyefendi olmamı öğütleyen “babam” argo dağarcığıma kelime üstüne kelime ekliyordu. Benim bu ne olacağını bilmez halim Beşiktaşlı olan dayımın iştahını kabartmış olmalı ki, bisikletten başlayıp “arabaya” varan vaatlerle kandırmaya çalıştı devamlı beni Beşiktaşlı olmam için. Babam ve dayım arasındaki bu çekişme, babamın dayımı karşısına alıp “Kamil, bu çocuk Beşiktaşlı olursa külahları değişiriz, yüzüne bakmam senin” uyarısıyla son bulmuştu. Bense naif naif seyrediyordum olanları. Koskoca ülkede, benim gibi topla alakası olmayan bir adamın Beşiktaşlı ya da Fenerbahçeli olması neyi değiştirecekti ki.

Daha sonra, yaşıtlarımızın futboldan başka sosyalleşme aracı olmadığı ortaokul yıllarında, her tenefüs yapılan maçlar, her ders muhabbeti yapılan futbolcular nedeniyle oluşan sosyal baskıya boyun eğdim ve yavaş yavaş azılı bir Fenerbahçe taraftarı olmaya başladım. Futbol oynamaya da başlamıştım artık. Her zaman forvette duran sınıf takımımızın iyi oyuncuları artık ayağıma top geldiğinde nefeslerini tutmamaya başlamışlardı. Fenerbahçe kazandığı zaman havalara uçuyor kaybedince sinirden ağlamaya falan başlıyordum. Bu durum üniversite yıllarına kadar sürdü. Kız arkadaşımla buluşacağım zaman Fenerbahçe maçı denk gelirse nasıl kıvırtıp maçı seyrederim diye yapmadığım şaklabanlık kalmıyordu o zamanlar. Daha sonra okul bitirildi, işe girildi. İşe girdiğim ilk sene içerisinde farklı dönemlerde eğitim nedeniyle yaklaşık toplam 5-6 aylık bir süre İstanbul’da yaşadım. Babam benim İstanbul’da kalmamı istiyordu. Bunu sağlamak içinde elinden gelebilecek iki kozdan birini kullandı ve 2003-2004 sezonu için Fenerbahçe maçlarına kombine bilet aldı (Ankara’da yaşıyor olmasına rağmen halen hiçbir maçı kaçırmaz. Sabah otobüse veya uçağa atlar, akşam da aynı usulde geri döner maçtan sonra). Artık maçları stadyumdan izleyebiliyordum. Şimdi farkına varıyorum, aslında hayatımın dönüm noktalarından biriymiş, çünkü stadyum ortamında gerçekten psikopatlığın sınırlarına yaklaşmaya başlıyordum yavaştan. Sonra hayatımı değiştiren bir şey oldu. Fenerbahçe maçının olduğu bir pazar günü, kız arkadaşımla buluştum caddede. Aklım maçta, nasıl kaçarım planlarını yapıyorum. Maç başladı, bendeki kurtlanma seviyesi tavan yaptı tabi. Bunun anlaşılması da uzun sürmedi, kavga dövüş derken maçın 60. dakikasında girdim stada. İşte o an gördüğüm tablo şok etti beni. Bir araya gelmiş yaklaşık 40.000 civarında adam, orada yapılan şeyin bir spor olayı olduğunu unutmuş kendilerinden geçmiş küfür ediyor, bağırıyor, saldırıyorlar etrafa. Bıraksalar sahaya inip linç edecekler rakip takım oyuncularını. İnanamadım gözlerime, kendimi yabancı hissettim bütün olan bitene. Demek ki maçı zamanında gelip seyretmeye başlasam, yavaş yavaş artan tempo içerisinde sonunda ben de etrafımdaki bu kendini kaybetmiş insanlardan biri olacaktım. Bunu düşündüm kalan 30 dakika ve o an içimden bir şeyler koptu gitti.

Posted by Picasa


Tabi olayı abartarak anlattım biraz. Hala Fenerbahçeliyim, hala çok seviyorum takımımı. Ancak eskisi kadar takip etmiyorum maçlarını (yani arada seyretmediğim oluyor :) ), takım kaybedince yerden yere vurmuyorum kendimi. Canım babam bu işi kabullenmiş görünüyor (içten içe, benim ağır bir hastalığa kapılmış olduğumdan şüphelendiğini düşünmüyor değilim). Ama canım kardeşim maalesef hala kabullenemedi bu durumu. Eğer bizim takımın maçı olacaksa o akşam ve benim bir işim varsa, kesinlikle maçtan önce çıkıyorum dışarıya çünkü Ufuk’un ardı arkası gelmeyen tacizlerine maruz kalmam içten bile değil. Ona göre ya Fenerbahçeli değilim ya da “gay” falanım maç seyretmediğim için.....

Bazı şeylerden kolay kolay kopulmuyor gariptir. Ne kadar mantıklı insanlar olsak da nedenini açıklayamadığımız şeyler yapıyoruz. Mesela Ufuk’la beraber seyrettiğimiz hiçbir maçı kaybetmemiş olmamız nedeniyle inanılmaz bir “uğur” ve takıntı haline getirdik bu durumu. Lig maçları neyse ama şampiyonlar ligi maçlarında kesinlikle taviz vermiyor kendisi. 2 gün önceden taciz etmeye başlıyor beni. “Yarın maç var, hiçbir şey anlamam kesin beraberiz” diyor telefonda. ÇELSİ maçını da beraber seyrettik yine, uğur bozulmasın diye aynı yerlere oturur, aynı şeyleri giyer, maç boyunca birbirimize iyi davranır, lavaboya bile gitmeyiz. Heykel gibi nasıl başladıysak öyle bitiririz maçları.

Öyle garip hikayeler var ki bununla ilgili, bir internet sitesinin koyu Fenerbahçeli editörü, uğur yaptığı için kombinesi olmasına rağmen şampiyonlar ligi maçlarını evinde seyrediyormuş okuduğuma göre. Hatta bütün arkadaşları arayıp teker teker kontrol ediyorlarmış gerçekten maça gitmediğini...

Ne kadar karmakarışık bir yapımız var. Okuyoruz, düşünüyoruz vesaire ama sanırım erkek olmamızdan, bazı kısa yoları kesinlikle aşamıyoruz. Varsın olsun, Fenerbahçe kazansın da nasıl olursa olsun.

Bu yazıyı yazmam konusunda bana ilham veren wuthering’e teşekkürlerimi sunarım.
Blogumda yine bir problem var bu aralar, aslında sana link verecektim ama hiç bir şey çalışmıyor. Resimleri bile zor yükledim.

7 comments:

Wuthering said...

dodo asil ben tesekkur ederim, kaale alip da yazdigin icin..

cok severek okudum.. kismen erkek kardesimi gordum yazilarda.. o da baban gibi.. esi bir ara sokakata elini tutarken fenerbahce marsi soylemesinden sikayet etmisti de uzulmustum ama oyle iste.. yani bu anlattigin, bizim evin, kardesin, kuzenlerimin hikayesi.. cok tanidik.. neyse ki sen normal boyutlarda yasiyorsun bu sevgiyi..

yazilarinin devamini bekliyoruz.. :)

tekrar tesekkurler efenim :)

dodo said...

Aman efenim ne demek,
ben de sanırım dürtmeden bişeyler yapamayanlardanım :)

Wuthering said...

acikcasi ben is yogunluguna verdim bu arayi.. :)

dodo said...

İş yoğunlu bitmiyor ki, sadece işe mazeret bulsam hiç yazmamam lazım. Aslında neden yazmadığım ile ilgili olarak bile bir post yazabilirim :) O kadar çok neden var ki....

dodo said...
This comment has been removed by the author.
Wuthering said...

aha! iste bak ne guzel.. yeni yazi icin muhtemel konu belli oldu bile :) yolun yarisi.. :)

aqua / ~~denizbahcesi~~ said...

benım eşimde keşke bı gun senın yasadıklarını yasasa!