Sunday, May 18, 2008

Pazar gecesi, teknik olarak saat 00:15, pratik olarak uykudan önce. Uzun zamandır yapmayı çok istediğim, ama bir türlü fırsat bulamadığım bir şeyi yapıyorum. Kafam çok iyi; ben, ayşe, hüseyin, şahika beraberce rakı balık yaptık. Balıkçılar konusunda pek de fazla alternatife sahip olmayan ankarada daha önce bir kere denediğimiz bozcaada yemekleri yaptığını iddaa eden "Tenes" balıkçısını gittik. Burda esas amacın bu balıkçı hakkında yazmak değil ama madem ismi geçti mezeler balıklar bir tarafa; tatlılar mükemmeldi. Fırında helva ve Çanakkaleye özgü peynir tatlısı.... Gerçekten lezizdi.
Gelelim asıl konumuza, aslında 4 kişiye bir büyük rakı gayet makul gibi görünse de bayanlar 1'er duble(???) içince bize baya bir rakı kaldı içecek. Karşımda da dünyanın en iyi kalpli insanı Huseyin olunca içmenin keyfi bi başka oldu benim için. Huseyin "Cundalı". Geçen sene tatilde evinde ağırladı bizi sağ olsun. Annesi harika yemekler yaptı. Tam bir deniz çocuğu...Çok özeniyorum evi memleketi deniz kenarında olanlara. Deniz, rüzgar, su.... Bunlar benim hayatım. Neyse konuyu fazla dağıtmayalım. Güzel gecenin devamında ve sonunda 2 şey, bana yaşadığımı hissettirdi. Neden bilmiyorum, biri 2 günlük sakallarım. Gecenin sonlarına doğru elimi yüzüme götürdüm ve hafif uzamış sakallarıma deydi parmaklarım. çork farklı bir duyguydu. Tam olarak var olduğumu hissettim. Sonra hesap ödendi. arabaya binildi eve doğru yola çıkıldı. İşte o anda "derinlik" duygusu aldı beni benden. Düşünsenize çalıştığınız süre bounca ofiste baktığınız en uzak nokta karşınızdaki duvar, gözlerinizin ufku 3 meterde. Oysa arabada ayı gördüm, kilometrelerce uzakta, ve yaşadığımı hissettim. Bir yanım eksikti nedense, denizsizliğe bağladım..........

Çok içtim. Umarım çok saçmalamamışımdır :)

Wednesday, May 07, 2008

bugün adli sicil kaydı ya da halk arasındaki deyimi ile, "temiz kağıdı" almak için Ankara Adliye Sarayına gittim. Buraya en son 2003 yılının temmuz ayında hala çalışıyor olduğum işyerine giriş aşamasında bu belgeyi almak için gelmiştim.

O zaman, yani yaklaşık 5 sene önce ilgili masaya dilekçe ve nüfus cüzdanı ile başvurduktan sonra yaklaşık 1 veya 1,5 saat boyunca beklediğimi hatırlıyorum. O esnada başvurusunu yapıp temiz kağıtlarını almak için bekleyen insan sayısı da kum saatinin tabaninda toplanan taneler gibi artıyordu. Sonra bi noktada artik kumlar yeterince biriktiği için midir bilemiyorum, elinde bi kağıtla bir adam çıktı ve teker teker belgeleri hazır olanların isimlerini okudu. Ne şans benim ismim de vardı. Toplam işlem süresi 2 saati geçmeden muradıma ermiştim.

Bugun yaklaşık 2 senedir sırf bu adli sicil kağıdını almaktan üşendiğim için gerçekleştiremediğim bir işimin zaman aşımına uğramaması için yine sicil belgesi almaya gittim. Sabah erkenden uyandım. Ne de olsa uzun bi maraton bekliyordu beni.

Hayrettir korktuğum başıma gelmedi :) Bu ülkede son beş yıl içinde somut olarak geliştiğini gördüğüm bir kurum oldu sonunda. Sağ olsun devlet büyüklerimiz bilgi işlem teknolojileri nimetlerinin farkına varmış. Binaya girmemle, belgeyi alıp çıkmam sadece 5 dakika sürdü. Önce daha önceden hazırlamış olduğum dilekçeyi önümde iki kişinin beklediği bankoya verdim. Tam 10 saniye sonra arkasına gerçekten temiz olduğumu söyleyen bir yazı yazıldı. Hemen yandaki bankoya geçip 5 YTL ödedim ve karşılığında bir mühür ve bir imza alarak mutlu mutlu adliyeden ayrıldım.

Thursday, April 24, 2008

Eskilerin deyimi ile "bugun bir yasima daha girdim". Ne kadar komik di mi bir yasina daha girmis olmak. Yani zaman zaten acımasız. Yıllar geride olduğunuz bir futbol maçının son dakikalarında olduğu gibi hızla geçiyor. Zaten durdurmak bir yana git gide daha da hızlanıyor. Bir de "bir yaşıma daha girdim" cümlelerini ekleyince sanki daha bir hızlı geçiyor zaman. Ben bu deyimi çok fazla kullanmam. Ya da daha önce ne zaman kullandığımı hatırlamıyorum. Ama "Bugün bir yaşıma daha girdim". Derin bir araştırma yapmadım ama sanırım halk arasında bu deyim çok hayret verici daha önce örneği olmayan bir durumla karşılaşıldığında ya da çok değişik yeni bir bilgi edinildiğinde kullanılıyor.

Kolay mutlu olabildiğimi düşünüyorum. Bi kere her şeyin başında büyük hayallerim arzularım ve hırslarım yok. Dolayısıyla Nietche'nin kulakları çınlasın büyük hayal kırıklıkları da yaşamıyorum. Genellikle tutum ve davranışlarım marjinal olmaktan ziyade ortalamalara yakındır. Etrafımda arkadaşlarım ve sevdiklerim olsun, düzenli spor yapayım, haftanın bir iki günü güzel bir yemek eşliğinde içkimi yudumlayıp yeri geldi mi kafayı bulayım, biraz kitap okuyayım, sinema ve tiyatroya gidebileyim..... Aslında temelde bunlar bana yeter. Tabi bu bahsettiklerim genel olarak memnun ve huzurlu olmanın kriterleri. Bunun dışında insan psikolojisini etkileyen bazı mikro faktörler de var. Bu faktörlerin sosyolojik yönlerine girmeyeceğim (aslında ilgi alanıma girmekle beraber sosyal psikoloji ayrı bir post konusu olur). Nedir bu yan mikro faktörler: küçük olan, aslında devamlı bizimle beraber olmasına rağmen insan hayatının akışında ciddi bir yer bulamayan faktörler. Mesela, şu anda gayet mutluyum çünkü yarın cuma, çünkü akşam biraz yüzüp gün içinde topladığım stres kırıntılarından kurtulacağım, çünkü uzun zamandır görmediğim bir arkadaşım arayıp akşam antrenmana geleyorum dedi. Bir adım yukarıya çıkarsam, mutluyum çünkü yıllık iznimin bir bölümünü kullanmama çok az kaldı, mutluyum çünkü bahar, mutluyum çünkü bu sene sadece 2 ay turneye çıkacağım. Postun oldukça karışık bir kaç satır üstte yer alan girizgah çabalarımda da bahsettiğim gibi, en üst seviyede de mutlu olmak için bazı sebeplerim var: Mesela sağlıklıyım, genel olarak sevdiğim ve vakit geçirmekten mutlu olduğum insanlarla beraberim.

Bu arada küçük bir not; Hayata biraz sığ bakmakla eleştirildiğim olmuştur kimi zaman......

Bu noktada genel olarak çoğu insanı mutlu edeceğini düşündüğüm bazı şeyler de vız gelir tırıs gider bana. Mesela biri gelse al abi sana BMW 3,20 kapıda duruyor senin bu araba dese (arabalardan çok anlamam aklıma gelen en iyi arabalardan biri bu) inanın mutluluk endeksimde çukulatanın yarattığı etkinin yakınına bile gelemez. Ya da aman aman benim olmuyor dünyalar Fenerbahçe her galatasarayı yendiğinde.

Hayatımda mutsuzluklar da yok mu, tabi ki var. Ülkedeki gidişat çok az şeyin beni üzdüğü kadar mutsuz ediyor beni, ya da babamın suratında son bir kaç aydır gördüğüm derin endişe, git gide daha fazla tükenmesi. Şehrimdeki gereksiz alt geçitlerden geçerken mutsuz oluyorum, erdoğanın pişkin konuşmalarından mutsuz oluyorum. Aslında bu listeyi de mutluluk listesinden bile uzun bir hale getirebilirim.

Kanımca, en üst noktada bir insan ya mutludur, ya da değil. Aslında mutlu olmak da değil tam kelime; kendisi ile barışık olmak ve huzurlu olmak. Demiyorum ki bir insan ya bu söylediklerimdir ya da değil. Tabi ki insanın kendisi gibi çevresindekiler de değişiyor. Dolayısıyla bir insan doğumundan bilincini kaybeden kadar mutlak mutlu veya mutlak huzursuz olamaz. Ama bu ruh halleri genel olarak uzun aralıklarda gösterir kendini. Biraz daha açık olmaya çalışayım: Farz edelim 1 yıllık tuh halinize her gün 10 üzerinden not vereceksiniz. İstatistik biliminin de öngördüğü üzere ve "BENCE" de bir kişinin 1 yıl için kendisine verdiği notların tümü genel olarak bu notların ortalamasına yakın bir görünüm çizer. Yani farz edelim ortalamanınız "5" çıktı. Bu ortalamayı oluşturan notların %50 si "0" dan ve %50 si de "10" dan oluşamaz. Maddenin doğasına aykırıdır. Büyük ihtimal verilen notların çoğu bir kaç istisna dışında 3-7 bandındadır.

Şimdi gelelim sadede: Benim ruhsal durumum yukarıda bahsettiğim gibi bir bütünlük arz eder. Yani genel olarak kendimi iyi hissediyorsam. Yani iş hayatı genel olarak stressiz ve rahat gidiyorsa, iş aradaşlarım astlarım ve üstlerimle iyi geçinebiliyorsam bu durum benim ilişkilerime de yansır. Yani o gün kız arkadaşıma daha bir sevecen ve pozitif yaklaşırım mesela. Ve bu ruh hali en azından kısa vadede bir kaç saatte değişmez.

İşte bugun "bir yaşıma daha girdim" çünkü yıllarca herkesin kendim gibi olduğunu düşünüyordum.

Wednesday, April 16, 2008

TUNALI'da BIR GUN

Cumartesi sabahı erken kalktım. Saat 9:30 civarıydı. Ritüelin aksine Cuma gecesi (çok fazla) içmediğim için hiç zorlanmadım kalkmakta. Hatta son derece güzel bir rüya gördüğüm için de inanılmaz derecede mutlu kalktım. Bir dilim kek’e bir bardak da süt eşlik etti günün 1. kahvaltısında. Saat 10 da ODTU stadyumda buluştuk bizimkilerle. Önceki cumartesilerin aksine havanın son birkaç gündür iyi olmasına güvenip “Yalıncak”a çıktık koşmak için. ODTU yü bilenler hatırlayacaktır hemen okulun içinde bildiğiniz cennettir burası. Dimdik ve upuzun rampanın sonunda harika bir manzara ve küçük şirin bir çeşme karşılar sizi. Rivayet odur ki bir de Yalıncak köyü vardır ancak ben bu köyün sakinleri olabilecek insanları görsem de köyün nerde olduğunu bilemedim hiç.

Sabah sporunun ardından bizimkilerle kahvaltı ettik okulda. Bu kahvaltı 2., eve gidip duş alındıktan sonra yapılan kahvaltı da 3. kahvaltısı oldu günün.

Bütün gün, suya bırakılmış da serseri serseri dolaşan boş su şişesi misali evde takıldım, kitap okudum (emre kongar), TV seyrettim (alien sanırım 4. bölüm). Sonra akşama doğru, henüz güneş daha kaybolmamışken ufuktan, uzun süredir Tunalıya gitmediğimi düşündüm.


Kendimi tam bir Tunalı bebesi diye nitelendirilebilirim aslında. Doğduğum (mecazi anlamda kullanılmıştır, aslında hastanede doğdum) ve 17 yaşıma kadar yaşadığım ev ankaranın aşağı ayrancı semtindeydi. Aslında o zamanlar yürümekten hoşlanmadığım söylenemezdi ama nedense evimiz Tunalıya son derece yakın olmasına rağmen, nadiren yürüyerek gidip geldiğimiz olurdu kardeşimle. Sonuç olarak kendimi bildim bileli Tunalıda ve ara sokaklarında yürüdüm, koştum, bisiklete bindim, top oynadım. O zamanlar ne Mc. Donald’s, ne burger king ne Karum ne Beymen ne de bu kadar trafik vardı. Tadım pizzanın açılışını bile hatırlıyorum inanır mısınız bilmem. “Tivoli”ydi en kral burgerci. Karum ilk inşa edildiğinde en üst kata çıkar paraşütlü ciyaycolarımızı aşağı atar sonra yarışırdık en hızlı inmek için. Ben o zaman sanırım ilk okuldaydım. Sonra bir ara Pazar günleri trafiğe kapadılar tunalıyı. O da kısa sürdü ama.... İt kopuğun doluşması uzun sürmemişti.

İşte cumartesi günü cadde üzerinde yürümeye başladığımda bunları geçirdim aklımdan. Babamın yanına uğradım. Kardeşim de oradaydı. Üçümüz oturduk kahve içtik. Biraz konuştuk, dertleştik, keyiflendik.... Sonra onları işleri güçleriyle bırakıp kendimi Tunalının kalabalığına bıraktım. Tadım pizzanın önünden geçtim. Mc. Donalds’ın önünde tekerlekli sandalyesiyle kendimi bildim bileli milli piyango bileti satan adam da oradaydı. O zamanlar sim pastanesinin önünde dururdu. Ne zaman Mc Donaldsın önüne geldi hatırlamıyorum. Sim kapanınca mı.... MC açılınca mı? İlk başlarda eski bir tekerlekli sandalye ile gelirdi. Sanırım satıp biriktirdiği biletlerin parasıyla olacak, sonra sonra otomatik bir sandalye aldı kendine. Kendisinden bilet almayı bırakalı çok oldu benim için. Bir kere bir amorti bile isabet etmez mi canım. Sonra onu geçer geçmez gözleri görmeyen mendil satıcısı amcanın yanında buldum kendimi. Bu amca, piyango bilet satıcısının aksine ben çok çok küçükken Tunalıda değildi. O zamanlar kızılayda dolaşırdı bir aşağı bir yukarı, son derece yavaş hareketlerle. O kadar yavaş ki zannedersiniz kendisi duruyor dünya altından akıp geçiyor. Mendil alasım geldi. Utandım nedense....

Sonra Kuğulu Parkta buldum kendimi. Bu park çok çok çok eskiden, (hatta o kadar eskiden ki annem hala o dönemleri hatırlayamayacağımı çünkü 2 veya 3 yaşımda olduğumu söyler) Polonya büyük elçiliğinin devamı şeklindeydi. Şimdilerde içinden yol geçen yerde kocam bir köprü vardı hatta. İşte bunları anlatmam bile o dönemi hatırladığımın bir kanıtı olmuyor bizimkiler için. Kesin bir fotoğrafta görmüşsündür yaftasını yiyorum.

O zamanlar Kuğular vardı. Anneanneme bütün Tunalı kendimi (zi) taşıtır koşarak oyun parkında bulurduk kendimizi. O zamanlar bu şehir İ. Melih’e mahkum değildi.....


Friday, April 04, 2008





Koyu bir Fenerbahçe taraftarıyım. Daha doğrusu son 20 yıllık ruh halimin ortalamasını alınca sanırım buna denk geliyor. Aslında çoğu türk çocuğunun ve gencinin aksine küçükken öyle çok fazla futbolla falan ilgili değildim. Okulda ya da mahallede falan maç yaptığımız zaman ya kaleci olurdum. Ya da “abi aman diyim sana top gelince sakın çalıma falan girme geleni şişir gitsin” uyarıları altında çakılı defans oynardım. Kabiliyet bir yana maç falan da seyretmezdim küçükken. Şimdi bakıyorum yaşıtlarımın kendi aralarında konuşurken telaffuz ettikleri eski futbolcu isimlerinin çoğu hiçbir şey ifade etmiyor bana. Ben uzun süre Rıdvan’ı gerçekten şeytan sandım mesela. Rıdvan’ın aklımda kalan tek görüntüsü topu orta sahadan alıp tek başına attığı goldür. Ulvi, İsmail, Uğur... bunlar gerçekten yaşadı mı şüpheliyim. Ancak çok garip bir şekilde daha kimse Sergen’i tanımıyorken ben tanıyordum. Çocukluğumun yaz ayları babamın akrabalarının yaşıyor olmaları sebebiyle o zamanlar köy görünümündeki Kilyos’ta geçti. Sergen de yelken misali kulaklarının yarattığı sürtünmeye rağmen ipe dizerdi milleti.

Benim bu kayıtsızlığımın aksine babam tam anlamıyla deli olarak nitelendirilebilecek bir Fenerbahçe taraftarıydı o zamanlar. O mülayim, sevecen güler yüzlü adam Fenerbahçe maçlarında tam bir canavara dönüşüyordu (hala durum değişmiş değil). Bana her zaman ağır başlı ve beyefendi olmamı öğütleyen “babam” argo dağarcığıma kelime üstüne kelime ekliyordu. Benim bu ne olacağını bilmez halim Beşiktaşlı olan dayımın iştahını kabartmış olmalı ki, bisikletten başlayıp “arabaya” varan vaatlerle kandırmaya çalıştı devamlı beni Beşiktaşlı olmam için. Babam ve dayım arasındaki bu çekişme, babamın dayımı karşısına alıp “Kamil, bu çocuk Beşiktaşlı olursa külahları değişiriz, yüzüne bakmam senin” uyarısıyla son bulmuştu. Bense naif naif seyrediyordum olanları. Koskoca ülkede, benim gibi topla alakası olmayan bir adamın Beşiktaşlı ya da Fenerbahçeli olması neyi değiştirecekti ki.

Daha sonra, yaşıtlarımızın futboldan başka sosyalleşme aracı olmadığı ortaokul yıllarında, her tenefüs yapılan maçlar, her ders muhabbeti yapılan futbolcular nedeniyle oluşan sosyal baskıya boyun eğdim ve yavaş yavaş azılı bir Fenerbahçe taraftarı olmaya başladım. Futbol oynamaya da başlamıştım artık. Her zaman forvette duran sınıf takımımızın iyi oyuncuları artık ayağıma top geldiğinde nefeslerini tutmamaya başlamışlardı. Fenerbahçe kazandığı zaman havalara uçuyor kaybedince sinirden ağlamaya falan başlıyordum. Bu durum üniversite yıllarına kadar sürdü. Kız arkadaşımla buluşacağım zaman Fenerbahçe maçı denk gelirse nasıl kıvırtıp maçı seyrederim diye yapmadığım şaklabanlık kalmıyordu o zamanlar. Daha sonra okul bitirildi, işe girildi. İşe girdiğim ilk sene içerisinde farklı dönemlerde eğitim nedeniyle yaklaşık toplam 5-6 aylık bir süre İstanbul’da yaşadım. Babam benim İstanbul’da kalmamı istiyordu. Bunu sağlamak içinde elinden gelebilecek iki kozdan birini kullandı ve 2003-2004 sezonu için Fenerbahçe maçlarına kombine bilet aldı (Ankara’da yaşıyor olmasına rağmen halen hiçbir maçı kaçırmaz. Sabah otobüse veya uçağa atlar, akşam da aynı usulde geri döner maçtan sonra). Artık maçları stadyumdan izleyebiliyordum. Şimdi farkına varıyorum, aslında hayatımın dönüm noktalarından biriymiş, çünkü stadyum ortamında gerçekten psikopatlığın sınırlarına yaklaşmaya başlıyordum yavaştan. Sonra hayatımı değiştiren bir şey oldu. Fenerbahçe maçının olduğu bir pazar günü, kız arkadaşımla buluştum caddede. Aklım maçta, nasıl kaçarım planlarını yapıyorum. Maç başladı, bendeki kurtlanma seviyesi tavan yaptı tabi. Bunun anlaşılması da uzun sürmedi, kavga dövüş derken maçın 60. dakikasında girdim stada. İşte o an gördüğüm tablo şok etti beni. Bir araya gelmiş yaklaşık 40.000 civarında adam, orada yapılan şeyin bir spor olayı olduğunu unutmuş kendilerinden geçmiş küfür ediyor, bağırıyor, saldırıyorlar etrafa. Bıraksalar sahaya inip linç edecekler rakip takım oyuncularını. İnanamadım gözlerime, kendimi yabancı hissettim bütün olan bitene. Demek ki maçı zamanında gelip seyretmeye başlasam, yavaş yavaş artan tempo içerisinde sonunda ben de etrafımdaki bu kendini kaybetmiş insanlardan biri olacaktım. Bunu düşündüm kalan 30 dakika ve o an içimden bir şeyler koptu gitti.

Posted by Picasa


Tabi olayı abartarak anlattım biraz. Hala Fenerbahçeliyim, hala çok seviyorum takımımı. Ancak eskisi kadar takip etmiyorum maçlarını (yani arada seyretmediğim oluyor :) ), takım kaybedince yerden yere vurmuyorum kendimi. Canım babam bu işi kabullenmiş görünüyor (içten içe, benim ağır bir hastalığa kapılmış olduğumdan şüphelendiğini düşünmüyor değilim). Ama canım kardeşim maalesef hala kabullenemedi bu durumu. Eğer bizim takımın maçı olacaksa o akşam ve benim bir işim varsa, kesinlikle maçtan önce çıkıyorum dışarıya çünkü Ufuk’un ardı arkası gelmeyen tacizlerine maruz kalmam içten bile değil. Ona göre ya Fenerbahçeli değilim ya da “gay” falanım maç seyretmediğim için.....

Bazı şeylerden kolay kolay kopulmuyor gariptir. Ne kadar mantıklı insanlar olsak da nedenini açıklayamadığımız şeyler yapıyoruz. Mesela Ufuk’la beraber seyrettiğimiz hiçbir maçı kaybetmemiş olmamız nedeniyle inanılmaz bir “uğur” ve takıntı haline getirdik bu durumu. Lig maçları neyse ama şampiyonlar ligi maçlarında kesinlikle taviz vermiyor kendisi. 2 gün önceden taciz etmeye başlıyor beni. “Yarın maç var, hiçbir şey anlamam kesin beraberiz” diyor telefonda. ÇELSİ maçını da beraber seyrettik yine, uğur bozulmasın diye aynı yerlere oturur, aynı şeyleri giyer, maç boyunca birbirimize iyi davranır, lavaboya bile gitmeyiz. Heykel gibi nasıl başladıysak öyle bitiririz maçları.

Öyle garip hikayeler var ki bununla ilgili, bir internet sitesinin koyu Fenerbahçeli editörü, uğur yaptığı için kombinesi olmasına rağmen şampiyonlar ligi maçlarını evinde seyrediyormuş okuduğuma göre. Hatta bütün arkadaşları arayıp teker teker kontrol ediyorlarmış gerçekten maça gitmediğini...

Ne kadar karmakarışık bir yapımız var. Okuyoruz, düşünüyoruz vesaire ama sanırım erkek olmamızdan, bazı kısa yoları kesinlikle aşamıyoruz. Varsın olsun, Fenerbahçe kazansın da nasıl olursa olsun.

Bu yazıyı yazmam konusunda bana ilham veren wuthering’e teşekkürlerimi sunarım.
Blogumda yine bir problem var bu aralar, aslında sana link verecektim ama hiç bir şey çalışmıyor. Resimleri bile zor yükledim.

Wednesday, March 19, 2008

Son bir kaç haftadır, neler yaptım?

Tatili özledim....

Cumhuriyet meyhanesinde eski dostlarla buluştum, bolca içtim....


bolca yedim...
Gökkuşağı fotoğraflarına bir yenisini daha ekledim....
Onun dışında biraz eğlendim, çokca düşündüm, oldukça çalıştım, bir hayli yoruldum...

Friday, February 22, 2008

Ayrılsak da beraberiz



Türkiye’de 80 sonrası başlayan, iyi olduğu tartışmaya açık hızlı değişimi ait olduğumuz kuşak nedeniyle derinden fark eden bir nesil olduk sanırım biz. Sadece siyah beyaz tek bir kanalla yayın yapıldığını gayet iyi hatırlıyorum mesela. Şimdiki çocuklar eminim böyle bir dönemin var olduğundan bile habersiz, dünya kurulduğundan beri playstationlar, en az 20 tanesi çizgi film kanalı olan 300 kanallı program dağıtıcılarının var olduğuna bile inanıyor olabilirler. Her ne kadar şimdi öyle olmasam da sanırım çocukluğumda bu hızlı değişimden ben de biraz etkilendim. Önce TRT-2 nin sonra neden bir isminin de Magix Box olduğunu anlamadığım Star 1’in ekranlara düşüşünü hatırlıyorum. Star 1 deki thunder cats çizgi filmini izleyebilmek için nasıl babamı kablo tv’ye abone yaptırdığım da sanki dünmüş gibi hatırımda. İşte o vakitlerde, tam bir TV çocuğu olmuştum bu yeni furyadan etkilenerek. Cumartesi günleri şimdilerde elimi sürmediğim Hürriyet gazetesini alır, gün boyu seyredilecek filmleri at yarışı çalışan bir kahvehane müdavimi edasıyla işaretlerdim program üzerine. Nedense gazete ekinin vermiş olduğu yıldızlara da bir o kadar itibar ederdim. Nadirdir 3 yıldızlı filmlere takılmışlığım mesela, yani alternatifinin Hülya Koçyiğit filmi falan olması gerekirdi...

O günlerde bir TV yorumcusu gibi ekran başından ayrılmayan ben, 30’lu yaşlara merdiven dayadığım bu günlerde etrafımdaki herkesin diline pelesenk ettiği Lost, Prison Break, Nip Tuck, Battle Star Gallactica (ki aslında eski versiyonu efsanedir), ve bunun gibi Amerikan dizilerinin hiç birinin bir bölümünü dahi seyretmedim. Benim içim Jack ismi sadece Daniels’ı çağrıştırıyor. Hayır hayır kesinlikle bu dizileri seyretmememin nedeni sadece bağımlı olmaya karşı geliştirdiğim savunma mekanizmam değil, mesela şu anda ekranlarda olan 10.000 tane türk dizisinden de devamlı olarak seyrettiğim bir tane bile yok. Sadece denk gelirsem Avrupa Yakasını seyrediyorum keyifle. Sanırım hem zamanım yok evde TV karşısında zaman geçirmeye, hem de beni sürükleyecek bişi yok. Ama zamanım olsa dahi yine de tercih etmezdim beyaz cama bağımlı olmayı galiba...

Efendim her zaman olduğu gibi girizgah biraz uzadı ve varmaya çalıştığımız noktadan epey bi açıldık. Bu yazıya başlamamın sebebi şu ki, geçen haftaların birinde; haftanın, içine denk gelen ve işten vaktinde çıkıp da eve 7 gibi varabildiğim herhangi bir günü, akşam yemeğini yerken açtığım TV de, üniversite döneminin son senelerini zevk ve keyif içerisinde geçirmemi sağlayan“Ayrılsak de Beraberiz” dizisinin Cine 5 kanalında ilk bölümünden itibaren tekrar yayınlanmaya başladığını gördüm. İnanın annesini kaybedip bulmuş çocuklar gibi sevindim. Senarist Birol Güven’e, Berna ve Teoman karakterlerini canlandıran Janset ve Hakan Yılmaz’a Feridun karakteri ile gönlümde taht kurmuş biraz da kardeşime benzettiğim Necati Yapıcı’ya Hurinur, Mehveş ve Mucittin ve her biri başlı başına büyük bir oyunculuk çıkarıp her biri dizinin esas oğlanı olan herkese buradan tekrar teşekkür etmek istedim. Dizinin TRT’de 2000 yılından başlamak üzere 300’ün üzerinde bölümü yayınlandı yanılmıyorsam. Saha sonra Janset’in diziden ayrılmasıyla kanal kanal dolaşan dizi her ne kadar eski tadını kaybetmiş olsa da, kesinlikle ülkemizde çekilmiş en iyi sit-com olduğunu söyleyebilirim. Öyle amerikan uyarlaması değil, yapımcı şirketin bir dönem dizinin başına damgasını vurduğu gibi “Made İn Turkey” %100 yerli. Eski günlerim aklımda geldi birden; ipini koparmış gibi sokaklarda sürtmediğim günlerde koşa koşa eve gelir akşam haberlerinden önce mutlaka seyrederdim. Umarım tüm bölümleri almıştır Cine-5....

Wednesday, February 06, 2008

Ok yaydan çıktı...

döndü döndü çıktığı kısır döngüye geri saplandı...


Diğer Grand Slam turnuvalarında da var mıdır bilmiyorum ama, Avustralya açıkta oyuncular cizgi hakemlerinin veya bas hakemin verdiği kararların hatalı olduğunu düşünürlerse bu kararları “challenge” edebilirler. Yani bir video simülasyon sistemi ile topun aslında içeriye mi yoksa dışarıya mı düştüğü kesin olarak netleştirilir. Tabi her ne kadar tenis oyuncuları beyefendi ve hanımefendi sporcular olsalar da, bu kuralın bokunun çıkarılmaması için bir oyuncunun bir setteki “challenge” etme hakkı 2ile sınırlandırılmıştır. Eğer oyuncu itirazında haklıysa kalan hak sayısına hiçbir şey olmaz. Ancak itirazı yersizse o zaman bir hakkını kaybetmiş olur.

Yaptığım onca gereksiz sporun arasında bir de tenis yok maalesef. İzlemeyi çok severim ama oyunculuk geçmişim 7 yaşında bir sene oynamış olmam sayesinde edindiğim tecrübeden ibaret, o gün bugündür elime birkaç kez dışında tenis raketi almadım.

İşte dün ellerim kafamın arasında geçekten kara kara düşünürken bunlar geçti aklımdan. Keşke bizim de tenis oyuncuları gibi “challenge” hakkımız olsa hayatta birkaç defa için bile olsa. Hayatta birkaç defa veriyor insan önemli sayılabilecek kararları. İşte biz de tam bu karmaşa ve karın ağrısı buhranları içerisinde tenisçilerin ellerini ukalaca kaldırıp, kendilerinden son derece emin bir şekilde yaptıkları gibi “ I want a challenge” diyebilsek bazen. Çizginin içinde miyiz yoksa dışında mı? Yukardan aşağı inen ekran gösterse bize, her şeyi olduğu gibi... Doğruyu, mantıklıyı, aslında ne istediğimizi? Aslında gerçekten mantıklı olanın gerçekten bizim için iyi şeyler mi getireceği muamma zaten. Aynen mantıklı olmayan seçeneklerin de bizi son derece mutlu edebildiği gibi...

Maalesef, baş ucumda 27 senedir beni izleyen bir melek yok, ya da varsa bile şu anda konuşmuyor benimle. Dudakları her zamankinden de kilitli. Sımsıkı kapamış ağzını bana bakıyor. “Hadi” diyor “hadi ver de kararını eğlenelim azcık, renk gelsin tek düze hayatımıza”

Bense düşüncelerin içindeyim, hem de kapkarasından... “İçinde miyim çizginin dışında mı?”

Friday, February 01, 2008


Efendim, işim nedeniyle faklı şehirlerin farklı sanayi bölgelerinde bulunma fırsatım oldu. İşe beraber başladığımız arkadaşlarım Ayvalık senin Antalya benim gezerken beni Anadolu’muzun enteresan ve ilgi çekici bölgelerine gönderdikleri yetmiyormuş gibi bir de gideceğim yer şans eseri ilçe değil de şehir merkezi ise mutlaka bir “sanayi bölgesine” yolum düşmüştür. Sırf bu sebeple tanıştığım suntacı, galerici, dökümcü, mobilyacı ve oto tamircinin de haddi hesabı yoktur yani. Ha bir de besicilerile ünlü Suluova var ki, o sabah bütün ovaya (ki bu ova sulu falan değil) yayılan hayvan kokusu zaman zaman gelir burnuma ansızın.

Evet efendim, sanayi bölgeleri gezmeleri kapsamında Isparta, Nazilli, Bursa, Kayseri Sanayileri, Gemlik Serbest Bölgesi ve Ankara Organize Sanayi Bölgesini görme şerefine nail oldum. Bunların arasında en sanayiye benzemeyeni Bursa’dakiydi. Uludağ Üniversitesine varmadan Nilüfer semtini geçer geçmez kurulmuş olan bu dev bölge, sanayi bölgesinden çok ticaret merkezine andırıyordu. Yani öyle ki öğle arasında çıkıp yürüyüş bile yapabiliyordunuz üzerinize yağ motorin falan sıçramadan. Ben ki spor delisi ve hareket bağımlısı bir insan olarak tabi ki öğlen yemeklerinden sonra kesinlikle sanayi ayrımı yapmadan mutlaka yürüyüş yapmaya özen gösterirdim. Nazilli ve Isparta’da sanayi ve şehir iç içe olduğu için çok zorlanmasam da özellikle Kayseri'de yürüyüş yapmak tam bir kabustu. Sonsuz saygı duyduğum emekçi kardeşlerim uzaydan gelmiş gibi bakıyorlardı bana haklı olarak. Tabloyu canlandırın gözlerinizde: Hava buz gibi, ki kayseri havası soğuk olmasının yanında oldukça da pistir. Bu pisliğe bir de sanayinin kendi pisliği eklenmiş, etrafta düzensizce çalışan oto tamircileri ve kendilerini kovboy, altlarındaki yarı bozuk arabaları da birer arap atı zanneden vatandaşlarımız..... Yani soğuktan ölmezseniz bile birinin sizi ezme olasılığı bulunuyor. Nitekim, maalesef hem nazilli de hem de Isparta’da rastladım böyle talihsiz kazalara. İşte siz bu ahval ve şerait içerisinde takım elbisenizle bir yandan "aman üstüm başım batmasın tek takımla geldik nasıl temizlerim" diye düşünürken, etrafınızdaki insanlar da nerden çıktı bu manyak diye düşünmekten kendilerini alamıyorlardır mutlaka.

Şimdi bu anlattıklarımdan sonra aklınızdan geçenleri biliyorum. “Ey arıza yazıcı, o zaman kır kıçını otur oturduğun yerde nedir bu aktif olma çabası”. Haklı olduğunuzu da biliyorum ancak elden gelen bisi yok. İki gün hareketsiz kalayım üçüncü gün başım dönmeye, gözlerim kararmaya ellerim titremeye başlar :) Bu özelliğimde annemin bana hamileyken dünyanın taaaa öbür ucuna gitmesinin etkisi olduğunu düşünüyorum. 1,5 yaşımdayken yaptığı diğer yarı dünya turu da tuzu biberi olmuş bu hareket manyaklığının.....

Efendim hiç mi iyi tarafı yok bu sanayilerin. Olma mı efenim olma mı? Bi kere yemeğin en kralını sanayilerde yersiniz, esnaf lokantalarının en hasını bulursunuz bu yerlerde. Mesela Bursa’da yediğim sütlü helvayı, Isparta’da yediğim köfteyi, Kayseri’de yediğim kavurmayı ve kadayıfı bir de Nazilli’de yediğim pideleri unutamam. İşte iyi yemek umutlarıyla gittiğim Ankara Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Çınar Lokanta’sında biraz hayal kırıklığına uğradım maalesef. Neyse, her ne kadar iki kelimeden biri yemekler hakkında olsa bu bir gurme yazısı değildir. O sebeple varmaya çalışığımız yere geri dönelim...

İşte bütün bu yukarıda bahsettiklerim, geçen hafta içerisinde bir öğlen yemeğinde yalnız başıma çöp şişimi yerken, kapıdan içeriye ikisi de takım elbiseli bir adam ve bir kadının girmesiyle bir anda geçti aklımdan. Bir antropolog edasıyla yaptığım bu “Sanayi” analizlerinin sebebi de sadece ve sadece kadının son derece güzel olmasındandır.

Bu düşünce silsilesi tam olarak şöyle başladı: Ankara OSB’deyim. Hayret burası için gayet güzel bir kadın, hatta biraz fazla şık galiba. Acaba sanayide olmasına aldırış etmeden son derece şık olduğunu ve içeri giren tek kadın olacağını ve üsüne üstlük şık olması sebebiyle tüm erkek gözlerinin kendisine bakacağını bilmesine rağmen, güveninden bir şey kaybetmediği gibi başını herkese inat daha bir dik tuttuğu için mi bana çekici gelmişti?

Ben bu konu hakkında kafa yorarken farkına bile varmadan daha önce bulunduğum sanayiler, sanayilerde yediğim yemekler ve gördüğüm kadınlar hakkında düşündüm....
Yukarıdaki soru da kaynadı gitti aradan.


Ege Cansen özentisi son söz:
Nedir bu erkeklerin kendine güvenli kız merakları canım?
Geyşa olsun çamurdan olsun, sanayi sanayi dolaşmasın :)

Monday, January 28, 2008

Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul
ki onun
içi süt dolu
biberonudur Kız Kulesi
soğusun diye suya tutulan


fotoğraf www.photoshopmagazin.com adresinden alınmıştır

Sunay Akın'ın "Asansör" adlı şiirinden bir parça...
İstanbuldaki dostlarımıza ithaf olunur :)

Thursday, January 17, 2008

"Sigarayı bırakmak isteyenlere itinayla destek olunur"



bir de şuradan deneyin lütfen: