Monday, August 06, 2007

Hala gelmedik mi?


Enteresan varlık şu insanoğlu, kime sorsanız monotonluktan, tekdüzelikten şikayet eder. Ama yaratılışı gereği oldukça da statükocudur. Kendin etrafında, olabildiğince stres faktörünü dışarıda bırakan ve aynı şekilde kendini olabildiğince huzurlu ve mutlu hissettiren şeyleri içine alan bir daire çizer. Zaman bu daireyi yaratıcısına hissetirmeden önce bir duvara sonra bir kale burcuna çevirir. İşte insanlar statükonun kucağında olduğu halde lafa gelince ondan hoşlanmaz, hayatlarının monoton ve sıkıcı olduğundan dem vururlar dost meclislerinde. Monotonluğu kırmak için çeşitli atraksiyonlar bulur kendine, haftasonu kaçamakları, dans kursları, hobiler ekstrem sporlar vesaire. Ama tüm bu monotonluğu kırma çabalarının temelinde yine o kendi çizdiği kale durur hep. İnsan o kaleyi asla tam olarak terk edemez, etmek de istemez zaten. İşte günün birinde biri gelir de insanın çevresindeki o kale duvarlarını indirirse aşağıya, insan önce panik olur. Hem de hiç olmadığını hissettiği kadar PANİK. Kale yıkılmıştır bir kere, içerdekiler dışarı dışarıdakiler içeri girmiştir. Baştan yapılsa bile kale duvarı asla eskisi gibi olmaz. Elden bir şey gelmez, sıfırdan bir daire çizerek başlar tekrar insan hayatına, ne olacağını kestirememenin verdiği huzursuzlukla. Kiminin görüşünü engelleyen kale duvarları yıkıldığı için ufku genişler, kimi kendi paniğinde eskisinden de kötü bir daire çizer etrafına. Kale duvarları miskinleştirir insanı, kale duvarı olmayanlarınsa sınırı yoktur ufkunun. Sahip olduğu şeyler sadece kale duvarının içindekilerden ibaret olan üzülür o sahip olduklarını kaybedince, herkesten de çok hem de. Oysa kale duvarı olmayan adam alışmıştır kaybedip bulmaya, çünkü aslında asla gerçekten sahip olamaz hiç bir şeye, her şeyi alır eline ama hiçbiri onun olmaz. Kale içi de rahat ve sıcaktır mesela. İçeridekiler garanti sizindir, “aman canım dışarıdakiler de kötü zaten değil mi?”

Neyse efendim bunlar benim naçizane görüşlerim tabi ki.... Bu sosyo-psikolojik görüşlerimden sonra konunun benimle alakasına gelelim değil mi ey sabırlı okuyucu?

Her insan gibi ben de zaman zaman düşünürüm kendim hakkımda. Sanırım benim genlerimde herkesten daha fazla var bu kale arkası sığınıcılığı. Ama gelin görün ki talih bana öyle bir iş verdi ki; liseden sonra etrafımda örmeye başladığım, ancak yıkıldığında varlığından haberdar olduğum kalın duvarı yıktı büyük bir hızla. Ben yaptım o yıktı, ben yaptım o yıktı. Yavaş yavaş duvarsızlığa, bilmiyorum bekli de her seferinde yeni bir duvar örmeye alıştım. Sanırım hala duvarsız yaşayamıyorum ama en azından duvar kalınlaşmadan yıkılıyor tekrar tekrar. En basitinden seninin yarısı Tayfun Talipoğlu’nu kıskandıracak derecede dolaşıyorum. Bir de benim kameramanım asistanım falan da yok üstüne üstlük. Otel denince tüylerim diken diken oluyor artık. O çok sevdiğim araba kullanma seansları bile çekilmez bir hal aldı nerdeyse. Neyse efendim, ben de bu döngüyü kanıksayıp her gittiğim yerde yeni bir duvar örüyorum kendime.

Gelelim şimdiki duvarıma: Nazilliye 15 km mesafede Sultanhisar’da kalıyorum. Harika bir otel var burada millet tatile falan geliyor: Nysa Hotel. Sultanhisar 5.000 nüfuslu küçük ama oldukça şirin bir ilçe, insanlar civar ilçelere göre daha muhafazakar nedense, belki ilçenin küçüklüğünden. Otel ilçenin yaslandığı dağın eteğinde, hava en az Adana kadar sıcakken dahi püfür püfür esiyor bu dağ eteği. Sabah kalkıyorum, ova manzarasıyla kahvaltımı ediyorum. Tercihim fazla Amerikanvari belki ama mısır gevreği, o gün keyfim yerindeyse bir tane de tahinli çörek yiyorum. Arabama atlıyorum, çıkıyorum yola, radyoda 96.7 de nasıl çektiğini hala anlayamadığım pop müzik çalan Yunan radyosu, Atça ilçesi geliyor karşıma yol üzerinde. Girişinde aynen şöyle yazıyor: “The capital of France is Paris, Turkey’s Paris is Atça” gülüyorum. Ama abartıldığı için değil yaratıcılık için. Çünkü gerçekten güzel yer Atça. Çalıştığım yere varıyorum. Bilgisayarımı açıp çalışıyorum gün içerisinde, ya da çalışmaya çalışıyorum. Öğlen yemek yeniyor müdür beyle ilçenin güzel lokantalarında. Yemekten sonra az şekerli bir türk kahvesinin de tutamaz yerini hiçbir şey. Akşam üstü, dondurma ya da incir, büyük ihtimal çay ile bisküvi. Normalde ilk birkaç hafta yani hastalık derecesinde çalışmaz iken (kesinlikle şimdi değil) Saat 7 den sonra çıkıyorum. Batıya doğru gidiyorum, yine güneş gözümün içine giriyor. Otele varıyorum. Otelin, küçük ama kesinlikle yüzmeye elverişli bir havuzu var, inanılmaz bir manzarası var hem de havuzun. Tüm ova ayaklar altında. Başlıyorum yüzmeye. Eminim “kim bu hasta ruhlu herif” diyorlardır benim için, dolap beygiri gibi yüzüyor bir aşağı bir yukarı. Ama hiçbirinin henüz Perihan Maden’in “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne” isimli kitabını okumadığından emin, Jandarma henüz çalmadı kapımı çok şükür. Hatta bugün havuzu temizleyen çalışanlardan biri İtalyanca bir şeyler konuşmaya çalıştı benimle, yüzüne HÖNK atışı bırakınca da “yaaa siz Türk müsünüz” dedi bana, sanki Türkler yüzemezmiş gibi. Hareket kesinlikle hayat tarzı benim için. Sporsuz bir yaşam düşünemiyorum. Brrrrr kabus gibi. Neyse efendim havanın kararmasıyla çıkıyorum havuzdan. Sonra yine o günkü haleti ruhiyeme göre Aydına veya Nazilliye gidiyorum yemek yemeye, Aydında Mc Donalds var, bazen orda yiyorum bazen de gözüm nereyi keserse, Nazillide Marla Lezzet evi (Fırın Sütlacı mükemmel) ya da Dilek Lokantası, kebap tercih edilecekse ki genellikle bu olmuyor. Sonra akşamların değişmezi, müziğimi kulağıma takıp başlıyorum yürümeye, yürüyorum yürüyorum yürüyorum. Taa ki “çüş saat kaç oldu” diyene kadar. Atlıyorum tekrar arabaya, yolda mutlaka Jandarmanın asayiş kontrolu geçiliyor. En az 10 kere geçtim bu kontolden nerdeyse isimlerini öğrenicem adamların ama onlar hala ilk günkü “hah bu sefer kesin terörist yakaladım” edasıyla arıyorlar beni. “Tüh yine çıkmadı ekmek”. Neyse efendim, otele vardığımda saat erkense kitap okuyorum. Değilse biraz Tv’ye bakıp uyuyorum hemen.

İşte benim son duvarım. Yakında yıkılacağı için hiçbir rahatsızlık duymadım sizinle paylaşmaktan :)




Bu dosyaları devirdim


Bozdağan, küçük cennet


Bu treni bekledim hemzemin geçitte



Sultanhisar


Yolda



Kahvaltı sofrasından


Akşam eve (otel) dönüş

Nazilli











Posted by Picasa

Thursday, July 26, 2007

Telefonumu (aynı zamanda kameramı :) ) temizlerken buldum bu fotoğrafı...
Detaylardan çekilme tarihine ulaşamasaydım kesinlikle tahmin bile edemezdim nerede ve ne zaman olduğunu: 20.10.2006 Bursa'dan Ankara'ya giderken
Yeri ayrıdır bende Bursa'nın, başka bir severim, ayrı bir huzurlu olurum sokaklarında.

Sevdiğimi fark ettiğinden olacak böyle veda etti şehir bana...


Monday, July 23, 2007




Sabah yazmak istedim ne yazacağımı bilemedim
Mr. TGM yetişti yardıma neyse ki

Biraz argayo kaçacak bu günkü yorum
Siz değerleri okurlarımın affına sığınıyorum
Mr. TGM'e de katkılarından dolayı teşekkürler...

"turk milleti gariptir
her lafı kaldırmaz
.bne dersin kızar da
.kersin aldırmaz "

Neyzen Tevfik


Thursday, July 19, 2007

Kemal Ağa

Kemal Ağa: Çok yol yaptım adana mersin arasında zamanında, dedem (annemin babası) mersinde yaşar ben kendimi bildim bileli: sadece çok çok küçükken derinlerde kalan küçük anılar var benim kendi kendime mi hatırladığım yoksa dedem beni her görüşünde anlattığı için mi hatırladığımı bilmediğim. Mesela bir sahne var: ben çok küçüğüm muhtemel konuşamayacak ya da yürüyemeyecek kadar (hangisi önce olur onu da bulmam için 1-2 saniye gerekir hep), Büklüm sokaktaki evlerinde kocaman yatağında sabah keyfi yapan dedem yanına yatırmış beni, çay kaşığı ile çay içiriyor bana J Bu resim çok net kafamda. İşte bu zamanlar dışında dedemin Ankara’da olduğunu hatırlatacak başka görüntüler yok kafamda (dayımın 10 sene önceki düğünü hariç). Küçükken her yaz giderdik dedemin yanına, o adana mersin arası o kadar uzak gelirdi ki bana. Kozandayken bir haftasonu atladım gittim dedemin yanına (geçen sene Antep’ten yaptığım gibi. Şu turne belasının olumlu yanları da yok değil hani).

Aradım öncesinde, dedim “geliyorum ama benden olacak yemek, yoksa gelmem haberin olsun”. Güldü önce, yok yok önce inceden azarladı, bu kadar zamandır neden aramadığımı sordu, sonra hiç uzatmadan “tamam” dedi, “gel bakalım, ısmarlarsın”. Güneş batıdaydı ben çıktığımda, güney batıda mersine doğru yani, gözümün içine içine girdi yol boyu. Çok çabuk aldım adana-mersin arasını çok şaşırtıcı bir şekilde. Geldim balkonda bekliyor beni, aynı hiç değişmemiş, saçlarındaki kahverengi teller hala daha fazla beyazlardan ve hala elinde puro ve hala dimdik ayakta... Otur bakalım dedi. Başıma gelecekleri biliyorum: Elinde bir kase ile geldi, ağzına kadar dondurma koymuş, üstüne de şu nestlenin çikolatalı top top mısır gevreklerinden. “Ya dede yemeğe gideceğiz bu nerden çıktı” demek de fayda etmeyecek bilirim. Neyse yedik aslında akşam yemeğinin yerini haydi haydi alabilecek dondurmalı mısır gevreğimizi J

Giyinmeye gitti: Her zamanki gibi ütülü kısa kollu gömleği, jilet gibi pantolonu. Ayakkabılarını gösterdi: “Bak bunları kaça aldım biliyor musun kaçak bunlar normalde 400 lira ama dedende o göz var mı???”. Tekrar bir fasıl üzerinde Arapça yazılı çikolatalardan yedirdi giderayak. Çıkmadan teyit ettim: “Hesap benden bak sonradan su koyuvereceksen hiç çıkmayalım ben doydum sayılır zaten”. Hiç bozmadı istifini, aslında kıllanmalıydım: “Tamam tamam dur bakalım”

Yürümeye başladık, başladı anlatmaya “burada taze balık zor bulunur bu büyük balıkçıların hepsi dipfirizli balık yapar, ben seni en kral balıkçıya götüreceğim. Biliyorum ritüeli, önce arabasını inildi bagaj açıldı: Gördüklerim şaşırtmadı beni (sizi çok şaşırtabilir o yüzden ayrıntıya girmeyeceğim), 1 kasa üzeri Arapça etiket basılmış rakı (evet duyduklarınız doğru). Geçen seneden tecrübeliyim sormuyorum bile nerden çıktı diye bunlar, cevabı hazır çünkü: “Lübnan rakısı bunlar, hem içimi kolay hem ucuz”. “Dur öyle çıkarma rezil olmayalım mahalleye, al şuna sar”. Koltuğumuzun altında rakı, başlıyoruz yürümeye mersinin yakıcı sıcağında, ama o kendinden emin “buralar en serin yerleridir mersinin, bak püfür püfür esiyor”. Estiği doğru, ama resmen ateş esiyor.

Oturuyoruz balıkçımıza, düşük sınıf bir meyhane. Hala eski Kemal ağa, her gittiğimde o eski azametinden bir şeyler kaybettiği korkusunu taşırım içimde. Yersizmiş meğer, balıkçılar gözünün içine balkıyorlar ağzından çıkan iki edilmiyor. Rakıyı koyuyor masaya “biz bunu içeceğiz diyor”, balıklar isteniyor seçilmek için, vakit kaybetmeden patates cipsi istiyor (patates kızartması). Balıklar geliyor, “oğluma bir çupra, bana da sardalye”. Biliyorum yine bana kalacak o balıklar biliyorum ama ses etmiyorum. Severim zaten sardalyeyi.

Rakıya bakıyorum, bir büyük, artık kör mü eder avare mi eder belli değil. Döküyorum bardaklara, “hoş geldin” diyor, başlıyoruz.....

Mezeler geliyor, patates cipsi geliyor, balıklar geliyor, şişedeki rakı eriyor. Bir ara çakmak satıcısı geliyor masamıza: “Kemal ağa çakmak buyur”, çıkarıyor cebindeki çakmağı veriyor. “Al bunu da satarsın”. Adam şaşkın teşekkür ediyor. Bana dönüp, “sigarayı bıraktığında bir paket havana purosu vermişti kemal ağa” diye ekliyor (Sonrada başlamak üzere her zamanki gibi)

Bir ara da milli piyangocu misafir oluyor masamıza, bilirim çok sever bilet almayı. Eskiden yılbaşı oldu mu elinde bir deste biletle gelirdi eve. İki tane alacaktım aslında ama artık bozuk çıkmadığında mı yoksa Allahın hakkı üçtür denildiğinde mi 3 tane alıyorum. İkisi ona, biri bana. Parasını vermeme de ses etmiyor, hayret. Demek ki yemeğe de karışmayacak.

Uzun uzun muhabbet ediyoruz yemek boyu, sanki senelerdir birbirimizi görmemiş gibi değil de daha dün öğlen yemeğinde beraber olan iki kişi gibi. Çok mevzu var konuşacak, içtikçe açılıyoruz. Döktürüyor dedem vecizelerini, bir ara “mazinin ayakları yoktur oğlum, hep ileri bakacaksın” diyor bana. Çok iyi biliyorum ne demek istediğini. Sonra da dönüp dolaşıp kadınlara geliyor laf, kaçınılmaz bir şekilde. Kadınlar hakkında söyledikleri güldürüyor beni, aslında daha fazla düşündürüyor. Eski çapkınlardan sonuçta, içimden “bravo son derece yerinde bir tespit” ile “yapma yaww gerçekten öyle mi yok yok öyle değildir” arasında birçok yorum geçiyor.

Çok keyifli onunla olmak, çok eğlenceli adamdır zaten oldum olası. Bir büyük devrilmiş, her şeye yaptığı gibi rakı şişesine de meydan okudu, “Ben senden büyüğüm, bak sen bittim ben hala ayaktayım” der gibi. Ben istihkakı doldurdum, o gözümün içine bakıyor, sanki kesmedi dersem anından çağıracak garsonu masaya. Yok ama gerçekten kesti. Hele de bu sıcakta

Çaktırmadan hesabı istiyorum. Adam kafasıyla oluru verip gidiyor. Tamam galiba ailede bir ilki başaracağım. Garson geliyor ben orda yokmuşum, Kemal Ağa yalnız yemiş içmiş gibi eline veriyor hesabı. Sonrasında hesabı ödemek için çektiğim binbir türlü şaklabanlığı anlatmama gerek bile yok, nafile. “Benim masamda kim hesap vermiş bu güne kadar, daha ölmedik oğlum”

Evde klimalara yüklenip vuruyoruz kafaları yastığa: harika bir uyku. Sabah kalktığımda mutfakta karpuz keserken buluyorum onu. Hemen tutuşturuyor elime: “Dün fazla kaçırmışız, ye şu karpuzu, içini temizler”

Aslında daha anlatacak çok şey var o iki gün için ama, bunları yazmış olmam bile yeter bana.

Tuesday, July 17, 2007


Çanakkale'den Kilitbahir'e geçen araba vapurunda beklerken....


Çanakkale yolunda...

Şimdi biz yiğit mi oluyoruz, yok eğer yiğit değilsek neden bimekanız ??


Monday, July 09, 2007

Çerkezköy yolunda daha bir anlamlı geldi bu şarkı :)



Dönmek, mümkün mü artik
Dönmek, onca yollardan sonra
Yeniden yollara düsmek
Neresi sila bize, neresi gurbet
Al bizi koynuna ipek yollari
Üstümüzden geçiyor gökkusagi
Sevdali bulutlar uçan halilar
Uzak degil dünyanin kapilari
Neresi sila bize, neresi gurbet
Yollar bize memleket
Gitmek, mümkün mü artik
Gitmek, onca yollardan sonra
Yeniden yollara düsmek
Rakili aksamlar, gün batimlari
Çocuk gibi aglar yaz sarhoslari
Olmamis yasamlar, eksik yarinlar
Hatirlatir hersey eski asklari
Neresi sila bize, neresi gurbet
Yollar bize memleket

Thursday, July 05, 2007


Değişik zamanlarda 29 Haziran çekilişi için alınmış toplam 5 adet piyango biletime amorti bile çıkmadı. Sanırım bunun için de ağlamak istiyorum :)
Bir de dedemi arayayım belki ona vurmuştur büyük ikramiye....

Ağlamak istiyorum, resimdeki çocuk gibi de değil üstelik; bağıra çağıra, hıçkıra hıçkıra....

Mahallede küçük olduğu için oyuna alınmayan, alınmadığı için kafa tutan, kafa tuttuğu için dayak yiyen ve güçsüz olduğu için elinden hiçbir şey gelmeyen çocuğun sinirinden ağladığı gibi....

Uzun süren ayrılıklardan sonra sevdiklerine kavuşan insanların sevdiklerine sarıldıklarında uzun süredir tutulmuş bir nefesin bırakıldığı andaki rahatlama hissindeki gibi...

Hayatı boyunca ağlamamaya yemin etmiş (söz vermiş ya da karar vermiş her neyse) insanların yeminlerini bozduklarına bile üzülmeden yeminin bozulduğuna mutlu olucak kadar ağlamak...

Hiç pişman olmamış birnin pişman olduğunu anladığı andaki gibi ağlamak....

Hayatı yakalamak için elinden gelenin fazlasını yapan, enerjisini sadece hayatın peşinden koşmaya vermiş birinin ne yaparsa yapsın hayatı istediği şekilde yönlendiremeyeceğini anladığı zamandaki gibi, yaptığı işin tamamen boş olduğu anlayan bir adamın ağladığı gibi, bu işi yapmaktan kurtulamayan bir adamın ağladığı gibi,

kendisini ilk defa hiç hissetmediği kadar çaresiz hisseden birinin ağladığı gibi ağlamak

Ama beceremiyorum....
Çok acı




Tuesday, June 19, 2007



Havadan Sudan

Geçen sefer gereksiz bin tane muhabbete girdiğimiz için adını sayıkladığım Gönül Kebaba ilişkin ayrıntılara girememiştim. Gelelim işin lezzetli kısmına :) Şimdi bizim hayatın önemli bir bölümü anadolu topraklarını arşınlamakla geçtiği için ve aynı organizasyonda bu işi yapan 100 den fazla insan olduğu için hele hele bir de gittiğiniz şehir büyük bir şehirse, ki adana bu tanıma haydi haydi uyuyor; o zaman sizden daha önce o bölgeye gitmiş arkadaşlarınızdan resmen tavsiye bombardımanı yağıyor üzerinize :) işte bu sebeple adanada ilk bir hafta içerisinde sanırım 4 farklı kebapçıya toplam 6 defa gitme fırsatı bulduk. Park Zirve, Elem Kebap, Şehmuz'un yeri ve Gönül Kebap. Bu kebapçılar Ankarada olsa ve beni kebap yemeye götürseler, bilgisayarın başına oturunca yapacağım ilk iş "aman tanrım ankarada muhteşem kebap yedim" başlıklı yazı yazmak olurdu sanırım. Ama 4 farklı kebap yazısı yazıp siz değerli okuyucuları baymaktansa aralarında en fazla beğendiğim "Gönül kebap" hakkında yazmak istiyorum. Belki de en çok resmi burada çektiğimdendir :)
Nerden duyduysa artık bizim Gökhan duymuş burayı bizim akranlardan birinden. Sarıçam'ın ara sokaklarından birinde yer bulmuş kendine. Akşam iş çıkışı gittik direk daldık tükkana: yani zaten yemeyi içmeyi seven bi adamım, biraz da baba mesleği, bi de üstüne bu bizim bol gezmeli tozmalı iş eklenince, "burada yemek yenir" iddasında bulunan lokanta, kebapçı, cafe, restaurant vs. daha içeri girer girmez anlarım mekanın yemek lezzeti yaratmadaki başarısını (valla kusura bakmayın bu konuda alçak gönüllülük yapamayacağım). İşte buraya girince de "ahan da budur" dedim içimden. Son derece salaş bi yer, ocak mekanın tam ortasında, taş çatlasa 10 masa var içeride (tabi hepsi dolu). Biz belki de biraz geç gittiğimiz için sıra beklemeden buluyoruz yerimizi. Garson konuşmamıza fırsat vermeden donatıyor masayı: sumaklı söğüş soğan, kızarmış soğan, ezme (hayret ki acısız), salata, lahmacun, küçük pidecikler... Bunlar daha başlangıç. Üstüne aşağıda görmekte olduğunuz kaşarlı mantarlar, takiben yemekten fotoğrafını çekmeye vakit bulamadığım patlıcan kebap (bu kebabın kralını da Birecik'te yaparlar). Bu saydıklarımın hepsi ikram :)) Tabi bizim hafiften pinti Gökhan bunlar masaya geldikçe gerildi hesap şişiyor diye. Ne kadar "olm bunlar kafadan geliyor sıkma canını" desem de dinletemedim. Tuttu kolundan çekti garsonu en son patlıcan kebap geldiğinde, "bunu yemeyiz sen iptal et istersen" şeklindeki sorusuna garson: "olur mu abi ikram bu yiyeceksiniz" diye çıkışınca mutluluk ve huzur içerisinde parçaladı kebabı...

Biz hesabı isteyip kalkmaya niyetlenmişken, meşhur adana kebap geldi masaya (efendim aşağıda görebilirsiniz kendisini). Ben de sizin kadar şaşrıdım masa örtüsü gibi olduğunu görünce kebabın :) Bir seferde indirdik midenin en kuytu köşesine tabi ki. Yanında da o hızla 1 litrelik şalgamı bitirmişiz 2 kişi. Sıra hesaba gelince başladık gökhanla hesabın ne kadar geleceği üzerine tahmin yürütmeye....

Bizim üstat bu kadar yemeğe en az 35-40 YTL hesap geleceğini iddia etti, ben tahmini söylemiyim bir kaç posta yetecek ukalalık yaptım zaten :) Adam yuvarlak 20 YTL dedi hesaba. Biz mideye bayram ettirmiş olmanın mutluluğu ile 5 kağıdı da bahşi atarak ayrılırken "Gönül Kebap"tan,

garson koşturdu arkamızdan: "Kusura bakmayın abiler bahşiş alınmaz bizim mekanda......"
kavga dövüş verdi elimize 5 lirayı
Posted by Picasa

Thursday, June 14, 2007

Gönül Kebap

Öyle çok fazla telefon değiştiren tiplerden olmadım hiç, ilk cep telefonumu akademiyi  kazandığım zaman dayım vermişti bana. Almıştı demiyorum çünkü kendi kullandığı telefonu bana verip kendisi yeni bir telefon kullanmaya başladı. Erikson 688’di çok net hatırlıyorum. Şu anda kullandığım telefonumu almadan önce en fazla 1-2 defa değişiklik yapmışımdır telefonumda. Geçen sene.... yooo daha spesifik olabilirim. 29.05.2007 tarihinde iç sıkıntıları içerisinde yine ve yeni bir turne hazırlanma süreci içerisinde insanların fotoğraf çeken, hareketli görüntü kaydedebilen, internete giren, msn’e bağlanan vs. binbir türlü telefonu varken benim telefonum renksiz mi renksiz mavi desen değil gri desen hiç değil ekranı ile bana baktığını fak ettim. Sonra fark ettim ki bundan önceki sıkıcı turne günlerimin en keyifli ???? anlarını görüntülemek için bir tane bile makinem yoktu. Hadi doruk artık değişiklik zamanı diyerekten şimdi kullanmakta olduğum telefonu aldım. Aslında dikkat çekici, amacı insanların birbirleri ile iletişim kurması olan bir aleti esas amacının çok dışında bir sebebe hizmet etsin diye alıyorsunuz. Yani madem turneye çıkarken yanımda fotoğraf makinesı olsun diye kasıyosun be adam neden sebep gidip bir tane telefon alıyorsun. Neyse bu konuyu çok irdelemeden turnenin vermiş olduğu eblehlikten herhalde diyerek sıyrılalım konudan...

Gelelim postumuzun esas sebebine: İşte ben bu telefon ile geçen sene 5 ay boyunca kendimce güzel sayılabilecek çok sayıda fotoğraf çektim. Antep, Kayseri, Bursa, Nevşehir, İstanbul... Bu postta yer alan tüm fotoğraflar bu telefondan çıkmadır. Efendim bu sene de bu gereksiz turne olayından kurtulamadığımıza göre artık bol bol anadolumun ücra köşelerinden kareler diye düşünürken, ciddi bir handikapla karşılaştım. Şimdi geçen sene turnede kalabalık bir ekiple geziyordum ve kuşun böceğin yemeğin içeceğin resimlerini çekerken çok da göze batmıyordum. Bir de İmam Çağdaş’ın harika Ali Nazik’ini fotolarken kimse garipseyen gözlerle bakmıyor size. Turnenin ilk günü “Müdür” dediğimiz bizi mutlu ettirmek için palyaçoları kıskandıracak binbir şaklabanlık yapaktan geri durmayan “zat” ile gerçekten sinekli bakkal tabi edilebilecek bir lokantaya gidip de lokantanın o halini çekmek için elimi telefona götürdüğümde resmen paralize oldum !!! Müdürle karşı karşıya oturmuşsunuz, bi de size müfettiş diyorlar yani bi ağırlığınız var  müdür tanıştırmış ilçenin ileri gelenleri ile, siz orda turist gibi fotoğraf çekmeye başlıyorsunuz... Kendimi bu filmin başrolünde bulunca dehşetle çektim elimi telefonumdan. İlk şoku atlattıktan sonra farklı farklı bahanelerle birkaç tane foto almış olsam da çıkk tatmin edici değildi kesinlikle.

Şimdi gelelim bir önceki paragrafta aslında çoktan gelmiş olmamız gereken konuya: “işte bu yüzden sırf bu yüzden” o sosyal baskıyı bertaraf edememiş olmam sebebiyle yalnız başıma ya da yakın bir ilçedeki Gökhan ile beraberken fotoğraf çekme işini devam ettirmeye karar verdim, en azından Kozan için . İşte Gökhan’la yediğimiz akşam yemeklerinden birinden daha doğrusu yemek yediğimiz yerlerin birinden bahsetmek istiyorum size yani “GÖNÜL KEBAP”tan.....

Ya aslında çok konuşkan bir adam değilimdir. Hele hele yazma konusunda hiç başarılı değilimdir ama çenem fazla düştü. Bu Gönül Kebabı başka bir yazıya bırakalım artık.

Not: Aslında bugün de yazabilirdim ama neden sebep salak blog resim eklememe izin vermiyor. Dolayısıyla bu aksaklığın giderileceğini (benim gideremeyeceğim kesin) umarak bir sonraki buluşmamıza erteliyorum bu kebapçı faslını.. Yalnız çok kral adana yedik “onu da sonra anlatırım”.

Thursday, June 07, 2007


Geldik mi?


İki aydan fazla olmuş hiç bir şey yazmamışım diye başlamayı planlarken bu cümle için mişli geçmiş zamanın pek de uygun olmadığına karar verdim. 2 aydan fazla oldu hiçbir şey yazmadım. Neden? Sebepler çok; kafa karışklıkları, yoğun çalışmalar, yoğun çalışmalar, yoğun çalışmalar olabilir mesela. Herkesi de ikna etmeye yeterli olurdu sanırım. Ya da yazmadıkça daha bir uzaklaşıyor sizden klaye, sanki orda zamanında birileri bir şey yazmış da o sen değilmişsin, hareketsiz kaldıkçe iyice güçleşiyor kıpırdamak. Belki de yeterince yazmazsam kadim okurlarım (ki kendi sayıları bir elin parmaklarını geçme konusunda yarışır) benden umudu keser de yüz yüze anlatma fırsatını bulduğum şeyleri bir de benden okumak zorunda kalmaz diye düşünmüş olabilirim. Aslında burayı kapatıp yeni bir mekanda devam etmeyi de düşünmedim değil. Düşencesi bile saçmaydı zaten.

İki ay boyunca zaman zaman istifa ettim, zaman zaman işime geri döndüm. Sonuçta işimdeyim, patronlarım çok iyi her istifa edişimde geri aldılar beni işe... Uzun bir yolculuğa çıktım, ben ve çevremdekiler tarafından turne diye adlandırılan, ancak çevremde olmayan azımsanmayacak çoğunluğun sadece şarkıcıların yaptığını düşündüğü, ya da "2 aylık kısa bir turne, paraları topluyoruz, geliyoruz gözleri çizdiriyoruz" dedirten oluşum. Kozan'dayım şimdilik: Aslında Adana'ya bağlı olup da kendini Osmaniye'ye bağlı hisseden, anadolunun silah tükkanı adedi cep telefonu tükkanı adedi ile yarışmayı başarabilen, aynı şekilde akranı ilçeleri kıskandıracak kadar yeme-içme mekanına sahip olup da hiç biri bi halta benzemeyen ender ilçelerinden biri. TGM güzel ifade etti bu duyguyu: daha önce bu yoldan yürümemiş olsaydık tam anlamıyla kabus dedirtecek yer aslında Kozan.

Yiğidi öldür hakkını yeme (ya ben bu lafı çok seviyorum, yiğit olduğumu düşündüğüm için mi? hakkımın yendiğini düşündüğüm için mi? yoksa çoktan öldüğüm için mi bilmiyorum). İyi yanları da var bu memleketin, bi kere adana havaalanına 75 km. Ne demek bu? Haftasonları evime dönmek için saatlerce direksiyon sallamak zorunda kalmamak demek, miyop gözlerimle gece karanlığında sollama yaptığım esnada karşıdan gelen arabanın mesafesini kestirmeye çalışmamak demek. Sonra çalıştığım mekan çok ferah, sonra başımda bin tane şey buyuran "şef" derdi yok, sonra sonraaaa....


Sonra yalnızlık var....


Evreka


Buldum galiba neden yazmaya başladığımı....




Wednesday, March 28, 2007

Takdire layık insandır Mirkelam. Daha önce "müteaddit kereler" :) söyledim: Ukala adam sevmem sevenle işim olmaz. Mirkelam alçak gönüllü, çok kaliteli iş çıkarıyor. "Unutulmaz" albümü gibi albüm zor üretilir bi daha bu ülkede. O zaman öğrenciydim. Küçük bi arabam vardı. ABS si, kliması zartı zurtu olmayan bir araba.... Ama kaset çaları vardı. O zaman Mirkelamı koşan adam olarak bilirdik. Konsevatuvardan Levent, okuldan Ceyhun ve Ceyhun'un mahalle arkadaşı Mehmet içerken beraber "Net Piknik"'te Levent bahsetmişti yeni albümünden. Aldım dinledim, hayret niyeyse ilk seferinde bayıldım (ender bi durum). İşte o araba teybinin en fazla çaldığı kasetlerden biriydi sanırım benim için. Neyse son albümünü de gittim aldım hemen. Aynı tadı vermedi tabi ama yine de adam Türkiye'nin üstünde iş çıkarıyor bence. Özellikle "Asuman" harika olmuş....

Müzik olayına girmesi de şans eseri olmuş Mirkelam'ın, galiba (emin değilim) Mimar Sinan Güzel Sanatlar'da okurken bir sınavda karakalem bi çizim yapması istenmiş sınıfın. Kendisi çizim yaparken Hocası gelmiş ve resmine bayılmış, tabi bizim koşan adam zevkten dört köşe çizimi verip çıkmış sınavdan. Sonuçlar açıklandığında sınavı geçemediğini öğrenmiş. Gidip sormuş her mantıklı insanın yapacağı gibi, "hocam hayırdır?". Cevap kısa olmuş, "modeli çok iyi çizmişsin de yanındaki vazoyu unutmuşsun". O günden sonra bırakmış bu "güzel sanat" işini. Başlamış koşmaya.

Monday, March 12, 2007


Bira ile patates kızartması ne güzel yakışırmış birbirine unutmuşum :)

Tarih: Geçen hafta
Amaç: İçmek
Mekan: Random
Akran: Kaptan

Friday, February 16, 2007

KARTALKAYA
Haftasonu atladık Kartalkaya'ya gittik. Ben tek başıma yola çıktım İstanbul'dan geleceklerle buluşmak için (dejavu), eski gibi gaz olmadığımız için daha horozlar kalkmadan kargalar kahvaltı etmeden çıkmayalım dedik bu sefer yola. Güya 9:00 da buluşacaktık Kartalkaya sapağında ama nerdeeee, ben gittim Sarıalan yaylasındaki Özcan Pansyona yerleştim. yoldan 2,5 km ormana doğru giriyorsunuz, pistlere 10-12 km mesafede. Tamamen bakir bir doğa, geçen seneye kadar elektrik bile yokmuş kaldığımız yerde. Odalar sobayla ısınıyor aydınlatma gaz lambalarıyla sağlanıyomuş. Telefonlar falan çekmiyor zaten. Düşürmeyi başarabilirseniz bir tane sabit hat var :) Senenin yarısı zaten haddinden fazla çile çeken bünye yeni yapılan elektrikli ve kaloriferli odalardan bir yer kapabilme konusunda gereken iradeyi kendisinden beklenen çeviklikle gösterdi :)))) Bizimkiler gelene kadar vurdum kafayı yattım. Sağolsunlar çok bekletmediler, 12:00 da pistteydik.
Her zamankinin aksine daha az piyasa olan Kartal Otel'in pistleri tercih edildi, şansımıza güneş öyle güzel gösterdiki yüzünü inanılmaz keyifli kaydım Cumartesi. Yalnız herzamanki mallığımla yine olabildiğince ince giyindim sırf terlememek için, güneş devrilmeye titreme krizleri gelmeye başlayınca döndük otele. Küçük avluda yemek saatini konuşurken Özcan'da rakı olmadığını öğrendik. Hiç olacak iş mi? Üşenmedik Özcana 3 km mesafedeki kadim dostumuz Baysal otele gittik utana sıkıla "niye bizde kalmıyorsunuz bakalımmmm" diye sormayacaklarını umarak. Gece inanılmaz keyifliydi, soba ateşi sırttan vuruyor yavaştan, yemekler leziz mi leziz. Çok yorulduk diye mi bu kadar güzel geliyor acaba, kesinlikle değil :) 4 duble banamısın demedi dağ havasında.
Gecenin bombası helvalı elma oldu ya da elmalı helva :) Hayatımda hiç böyle bişey görmedim, nasıl girmiş yahu o helva elmanın içine, Otel sahibi "bizim buraların elmasının içinde helva vardır, ağaçtan böyle toplarız" diye işi şakaya vurup vermedi sırrını, ama olsun inanılmaz bi lezzet: şiddetle tavsiye ediyorum

Vurduk kafayı yattık saatler 23:00 ı bile göstermeden :) Ben ki hatırlamıyorum en son ne zaman bu kadar erken yattım. Sabah kahvaltı biraz kayak ve eve dönüş....


Keyifli bi haftasonuydu

Wednesday, February 14, 2007

Geçen hafta içerisinde (yoksa iki hafta oldu mu?) Ulus'ta bulunan ilk meclis binasıda gösterime açılan "Atatürk'ün Özel Eşyalarından Yansıyan Anılar" Sergisini görmeye gittim.
Ankarada yaşayan biri için aslında çok da ilgi çekici sayılmaz, zira Anıtkabir'de bulunan müzede burda sergilenen eşyaların çeşit açısından daha fazlasını izlemek mümkün. Biraz sergiye olan talebin ne düzeyde olduğuna ve biraz sergilenen eşyalara duyduğum meraktan... Biraz da en son üniversite yıllarında üniversiteler arası münazara yarışması finalinden beri gitmediğim eski meclisin kokusuna duyduğum özlem nedeniyle gittim aslında sergiye.....
Kapıdaki görevli öğrenci, öğretmen veya emekli olmadığımı duyunca bir hayli üzüldü bedava giriş hakkından yararlanamayacağım için ("Öğretmen de mi değilsiniz " diye sordu üstelik büyük ümitle). 2 YTL lik küçük ücreti ödeyerek girdim eski meclise...
Gerçekten de fazla eşyaya yer vermemişlerdi beklediğim gibi: Mustafa Kemal Atatürk'ün 3 takım elbisesi, çokca silah, vesaire. Aslında eşyaların fotoğraflarına daha fazla yer vermek isterdim ama, sergilendikleri camekanlardan bir hayli güneş yansıdığı için görüntüleyebildiğim en net eşya yukarda gördüğünüz üzerinde kendi resmi olan kahve fincanıydı. Takım elbiselerin görüntülerine de yer vermek isterdim aslında.... O KOCAMAN adam bu küçük elbiselerin içine nasıl giriyordu acaba ???