Friday, February 27, 2009

Slm ey sevgili blogcular, okuyucular, günlük her kim ki bu satırları okuyorsa.
Çok üzün süre olmuş yazı yazmayalı, öyle ki girerken şiremi hatırladığım halde hiç kullanmadığım gmail mail adresimi anımsamam biraz zaman aldı. Neden bu kadar uzun zamandır yazmadığım hakkında ileri sürebileceğim çok fazla neden bulmama rağmen aslında hiç biri de kayda değer mazeretler değil.

Son 2-3 ay oldukça zorlu geçti. Hani belki bi TUS değil ama yine de kallavi zor bir sınava girmek zorunda kaldım. Yani kaç bin sayfa okudum ezberledim. Bi daha hiç karşıma çıkmayacak kaç kanun maddesi beynime kazıdım inanın bilmiyorum, bi daha da hatırlamak istemiyorum. Kazanılmasının çok da birşey kazandırmayacağı ama kaybedilmesinin çok fazla şey kaybettireceği bir sınavdı benim için. Aslında hiç de önemli değil ama ah bu sosyal çevre ah bu psikoloji, insanlar ne der diye düşünmemeyi başarsak ne de kolay olacak bu hayat. Ama olmuyor. En sonunda sonuç neyseki iyi oldu. Daha ne olduğunu anlamadan verdiler elimize istikametin trabzon olduğunu gösteren kağıdı, 2 haftada orada kaldım. Çok yoğun geçti tam 12 gün sabah 9 akşam ucu açık çalıştım. O yüzden bırakın gezmeyi deniz kenarına bile inemedim. Hoş zaten deniz kenarına inmek de mümkün değil artık. Büyüklerimiz sağ olsun dünyanın en güzel sahilinin içine etmiş çevre yolu geçirerek kıyısından.... O yüzden trabzon deniz kenarında kurulmuş ama denize kıyısı olmayan bi şehir olmuş çıkmış :(
Aklımda kalan en iyi lezzetler, "Fevzi hoca"nın akçaabat köftesi, zarganası, mezgiti, barbunu, yani kaymak gibi balık yapıyor adam.
Laz böreği, cevizli burması da cabası.
Bi de uzun sokakta çok güzel fırın sütlaç yapan bi yer vardı, adını değil ama yerini çok iyi öğrendiğim.

İstanbuldaki Beşitaş maçından sonra halkın sokaklara dökülüp beraberliğe şampiyon olmuş gibi sevinmesini de asla unutamam sanırım. Bi de o esnada şöyle bi tezahurat haykırılıyordu: "trabzon büyüktür küfretmez ama xxx affetmez" O sırada göz göze geldiğimiz bi esnaf şaşkınlığımı (ve yabancı olduğumu da) anlamış olacak ki, "abi sen bakma bunlara bi avuç serseri gerçek trabzonlu delikanlıdır" diye açıklama ihtiyacı hissetti.

Bu arada anadoluda muhtelif yerlerde geçirdiğim senelere ve yerli gibi davranma konusunda kendimi geliştirmeme rağmen bir bakışta oranın yerlisi olmadığımı anlayan yerlilere de tebriklerimi iletiyorum.

Özellikle AKP hükümeti ile ivmelenen amerikanlaşma hareketi trabzonda da gösteriyor kendini, dev gibi bi avm yapılmış havaalanı yolu üzerinde, tıklım tıklım. Sinema salonu çok salonlu, 4 salonda Recep ivedik, hiç birinde yer yok....

Geçenlerde bi yazı okudum bi gastede, yazar bi değerlendirmede bulunuyor benim de katıldığım: Bundan 20-30 sene öncesi filmlere bakalım, şaban karakterine bakalım, nasıldır bu karakter, köyden çıkmış şehre gelmiş, lüksüne şaşasına hızına karşı ihtiyatlı mahçup, saf vur ensesine al lokmasını, varoşta oturur, kuyudan su çeker. Oysa şimdi roller değişti, şaban akıllandı recep oldu. Baktı eğitilmekte bişi olmayacak o da çakallığa köşe dönmeye verdi kendini, piç oldu tabiri yerindeyse. Zamanında kendisine kazık atan şehirliden almaya başladı öcünü. Öğrendi oyunun kuralını, sonra kuralları değiştirdi kendisi yeniden yazdı. Sonra gitti naptı, sandık başında oy kullandı. Neyse konuyu ciddileştirme amacında değildim başlarken.

Cuma akşamı döndüm ankaraya, ankara bildiğin ankara: gri, yine de kopamadık kaç yıldır burdan. Bi şeyler tutuyor demek ki....

Tuesday, January 20, 2009

Emek-Bahçelievler-Beşevler-Tandoğan-Maltepe-Demirtepe-Kızılay


Kızılay-Demirtepe-Maltepe-Tandoğan-Beşevler-Bahçelievler-Emek

Wednesday, December 31, 2008

Hayat yolculuğu süresince çeşit çeşit kararlar veriyoruz. Bazısı kendimizce önemli, bazısı ise oldukça önemsiz. Ne olursa olursa bu kararların sonuçları ve getirdikleri, karar aşamasında o karara atfedilen önemle aynı doğrultuda olmayabiliyor çoğu zaman. Bu kararların (sosyal algılanma açısından) sanırım birincisi ve en önemlisi üniversite seçimi, aslında burada tabiki seçim doğrudan üniversite için yapılmıyor, ancak iyi bir üniversiteye gitme kararının verilmesi sonucu deliler gibi çalışılmasının bir çıktısı olarak iyi bir üniversite tercih edilmiş oluyor aslında. Peki sonuç iyi mi olmuş oldu şimdi.

Bilemiyorsunuz, çünkü hayat bir oyun değil, kapatıp istediğiniz yerden yeniden başlayamıyorsunuz. Keşkelerle de yaşanmıyor, keşkeye neden olan seçimin seçilmemiş sonuçları öngörülemediği ve hiçbir zaman bilinemeyeceği için... Küçükken interaktif kitaplar okuduğumu hatırlıyorum. İnteraktiften kasıt, kitabın belirli yerlerinde karşınıza bir takım seçenekler çıkıyor: "gizemli ve ürpertici bir şatonun kapısında duruyorsunuz, a) işte heycan der içeri girerim (sayfa 76'ya gidiniz) b) aman ne işim olur gizemle falan (sayfa bilmem kaça gidiniz)"..... gibi. Ben kitabı bütün alternatifleri ile birlikte okumaya çalışır, ilk yol ayrımında 3 sonraki yol ayrımlarında ise muhtemelen 9'a ve daha fazlasına bölünmüş bir halde bulurdum kendimi. Bütün seçimlerimin sonuçlarını merak ederdim. Bunun bir kitapta bile olamayacağını öğrenmiş olmak sanırım çok da kolaylaştırmıyor hayatı.

Daha önce bu film hakkında yazıp yazmadığımı hatırlamıyorum. Ancak bende en çok iz bırakan ilk 5 film arasına girer kesinlikle: "Run Lola Run" (diğer 4 film ne?, onu da bilmiyorum ama sanki böyle bi cümle iyi gider gibi geldi buraya). 3 senaryo var filmde, konu aynı, ancak mini minnacık ayrıntılar, değişiklikler ve zamanlama farklılıkları nedenyile 3 senaryo da tamamen farklı şekilde bitiyor. Yani aslında karar anında, verilen karar son derece önemsizmiş gibi gelse de bize, nasıl ki küçük bir açı sonsuzlukta büyük bir sapma yaratır, belki de bu kararın getirileri hayatımızı kökünden değiştirecek sonuçlara gebedir. Asla öğrenemeyiz değil mi? O yüzden genel olarak, uygulamada çok da başarlı olamasam da hayat felsefem: "aslında hayatın tam da şu anda başladığı ve sadece önümüzdeki olaylara hükmedebileceğimizdir."

Neden bilmiyorum, geçen hafta antrenman çıkışı Hüseyinle biraları hızlı hızlı yudumlarken bütün bunlar geçti aklımdan çabucak....

Monday, December 22, 2008


Küçükken, muhtemelen ortaokulda olamayacak kadar minik, fakat ilkokula başlamamış olamayacak kadar büyük iken,
yapılan doğum günü partilerinde
doğum günü sahibi,
pastanın üzerinde doldurulan değil de içine girilen yaş sayısı kadar sıralanmış mumları,
aklında kendisine alınacak bir sonraki commoder 64 oyunu ya da GI JO adamcığını hayal ederek üflerken,

partiye belki de sadece parti kalabalık biraz da eğlenceli olsun diye çağırlan sınıfın hınzır ve yaramaz çocukların
bunu neden yaptıklarını dahi bilmeden;
uzata uzata söylenen "iyki doğdunnnnnn ahmettttttt"
nakaratını "niye doğdunnnnnnn ahmettttt"
diye değiştirdikleri geldi aklıma
kendi mumlarımı üflediğim fotoğrafa bakarken...

Beni seven ve benim sevdiğim insanlar olduğu için çok şanslıyım....


Friday, November 21, 2008

İnsan hafızasının bir sınırı var mıdır? Mantıklı olarak değerlendirildiğinde kesinlikle bir sınırı olmalı. Farz edelim bu sınır 100.000.000.000.000.000.000..... hafıza birimi olsun (hb). Ve yine farz edelim mesela bir insanın hafızasındaki bilgilerin tamamı "2x2:4" işlemindeki kadar basit bilgilerden oluşsun ve yine farz edelim bu ütopik dünyada insan hafızası bu işlem kadar basit bilgilerle tamamen (ağzına kadar) dolmuş olsun. Yani bir birim bile yer kalmadı. Buna rağmen bu varsayımsal dünyadaki varsayımsal insanın gündelik hayatı devam ediyor ve karşısına daha önce öğrenmediği, 1+1=2 bilgisi geliyor. Hafızanın tamamen dolu olduğu göz önüne alındığında;

1) bu yeni bilgi öğrenilemez mi?
2) bu bilgi hafızaya alınırsa hafızadan çıkacak ilk bilgi hangisi olur?

Bu aralar inanılmaz derecede ezber yapyorum. Beynim patlayacak. Sanırım sürmenaj oluyorum. Aklıma gereksiz sorular geliyor....

Tuesday, November 11, 2008

Bu aralar zamanımızın çoğu sinemada geçiyor. Hani koltuklara isim veriyorlar ya tiyatrolarda belli bir bağış karşılığında; sinema salonlarının da isimlerimizi koltuklara vermesini talep ediyorum. Ciddi bir finansör olduk yani şu salon bolluğunda. Son zamanlarda gidilen 6 tane film hakkındaki görüşlerim şöyle efendim. Beğeni sırasına sondan başa doğru bir sıralama yapmam gerekirse... (Neden gereksin di mi?)


Zor karar: Aman tanrım nasıl böyle bir hata yaptık. Yarın bi gün televizyonlara düşerse, sizin de yapacak hiç bir işiniz yoksa, bütün kitaplar bitmiş, bütün sporlar yapılmış, bütün içkiler içilmiş ve söylenecek bütün sözler bitmiş olsa bile izlemeyin. Nikolas Cage amca bile kurtaramamış filmi. Zamanınıza yazık...

Mustafa: Can Dündar'ın iç yüzünü bir defa daha açıkça ortaya serdiği bir yapım olmuş. Her tarafından bir eğretilik akıyor. İnanılmaz kopuk, ne anlatmaya çalıştığı belli değil gibi bir izlenim veriyor (aslında belli de...). "Atatürkle ilgili olumsuz ne varsa alalım, aman canım bir bütünlük oluşturmasa da olur" düşünce yapısına sahip bir film. Her tarafından art niyet akıyor. Neymiş bütün bu devrimler adamın küçükken yediği bir tokat yüzündenmiş. Can Dündar şimdi de psiko-analize soyunmuş anlaşılan. Seyretmeyin, çocuklarınıza izlettirmeyin....

Mükemmel Bir Gün: "Karşı Pencere"den daha çok sevdim daha bir gerçekçi geldi sanki bana. "Saturno Contro"ya kıyasla çok daha kötü dersem yeterli olur mu? Yanlış anlaşlmasın Saturno contro yu çok sevmiştim.
Issız adam: Keşke ilahi bir güç devreye girseydi de filmin sonunu seyretmeseydim. Sonuna gelene kadar "vay beee 10 numara, harika" diye düşündüğüm film, sondaki zorlama çabayla malesef resmen rezil olmuş. Film aslında çok iyi başlıyor, içine sürüklüyor insanı, düşündürüyor. 2 insanın ilişkisinin daha önce bu şekilde ele alındığını zannetmiyorumbir türk yönetmen tarafından. Muhabbetler, hareketler, düşünceler, kaygılar. Çok iyi yakalamış yönetmenimiz :) İnanılmaz yaratıcı. Amaaaa... Filmin sonu tam bir love story edasında. (Seyretmeyenler okumaya devam etmesin lütfen, çünkü okurlarsa seyretmek zorunda kalmayacaklar) %100 ağlatmaya programlanmış bi son. Tek amaç bu, gayet net. Yahu tamam her şeyi bi kenara bırakıyorum. Siz birbirinize deli gibi aşık olmuşsunuz. Aradan 4 sene geçmiş aşkınızı unutmamışsınız. Birbirinizi görünce dağıldınız. Buraya kadar her şey eyallah da, yahu: canım "ada"m sen evlenmişsin kızın konuşmaya koşmaya başlamış, daha hala o buğulu iç sesinle kocama her sarıldığıma sana sarılıyorum diyosun. Çüş derler adama. Niye? çünkü sayın okuyucu dikkati çekerim bu ilişkinin süresi taş çatlasa 1,5 ay, ya insana gülerler 1,5 ayda birbirinizi nasıl tanıdınız? ne kadar çok ortak anı yarattınız ve birbirinize nasıl bu kadar aşık oldunuz? Bırak iç seslerle gereksiz itiraflarda bulunmayı aradan geçen zamandan sonra birbirinizi tanıyamazsınız bile yahu :) Hatırlatıyorum ilişkinin süresi 1,5 ay. 4,5 yıl değil. Biliyorum çok geçirdim, belki de ada yı çok sevdiğimden üzüldüm haline; lavuk ıssız adama sinirlendim. Kim bilir, bunun tahlilini en iyi psikoloğumuz Can Dündar yapar aslında ama o da aramızda yok.

3 Maymun: Görüntüler tek kelime ile mükemmel. Hatice Aslan'ın oyunculuğu da öyle. Renklerin soluk olmasına rağmen fotoğraf sergisi gibi film olmuş. Yalnız bir arkadaşımın söylediği gibi "yarım saate sığacak filmi biraz fazla uzatmış" galiba.....

Aşk Tutulması: Evet biliyorum, filmden sinemadan sanattan anlamıyorum; ama ben bu filme bayıldım. Bir kere esas ablayı saymazsak oyuncular resmen döktürmüş. Biraz sitcom havasında sanki; ama belki benim de fenerbahçeli olmam ve etrafımda filmdeki kadar deli insanlar olması nedeniyle resmen gülmekten koltuktan düşecektim bazı sahnelerde. Tamam sanat anlamında pek bir şey ifade etmiyor ama ben zaten "halk için sanat" ilkesini benimseyenlerdenim. İyi vakit geçireceğinizi garanti edebilirim.

Thursday, October 30, 2008

Konuşkan olduğum söylenemez, beni yakından tanıyanlar zaman zaman ketum olduğumdan da bahsederler. Ama ben bu yoruma katılmıyorum. Etrafımdaki insanlardan daha fazla ketum değilim. Yalnız bu aralar biraz çenem düştü sanırım. Az konuşmanın ne büyük bir erdem olduğunu tekrar hatırlasam iyi olacak galiba. Gereğinden fazla konuşmak sadece sorun çıkarıyor çünkü....
şşşşşhhh

Saturday, October 25, 2008

Herkesin konuştuğu herkesin üzüldüğü şey benim de aklımdan çıkmıyor. İşyerimde ktunnel'dan girmeye çalıştım önce, maalesef işyerimden o siteye de giremediğimi öğrendim. Yani artık daha seyrek dolaşmak zorunda kalacağımı anladım alem-i blog'da. İçim cız etti. Bu kadar da olabilir mi dedim. Bu kadar da olabilir mi? Bugün cumartesi evdeki bilgisayardan girdim. İçim derin bi kaybetmişlik duygusu ve hırsla dolu. Biz bu durumlara layık mıyız. Atatürk'ün kurduğu bu güzel ülke...

Din kisvesi altında tarihin en büyük dolandırıcılıklarından biri yapıldı almanyada. Bir ayağı da burda şerefsizlerin. ülkede çıt yok. Rtük başkanı ciddi şüphe altında, 10 yaşındaki çocuğun kendini savunacağı anlamsız savlarla kurtarmaya çalışıyor paçayı, yine çıt yok. Dünya çalkalanıyor, önümüzdeki 5 yıl belki de dünyanın yaşadığı en kötü 5 yıl olacak. Yine ses yok. Neden, çünkü başımızdakiler atatürkçülerin peşinde cavı avına çıkmış, sisiyi de alıyorlar, eruyguru da... Sıra bize de gelirse şaşırmayalım.

Bitti bu ülke...

Tuesday, October 14, 2008

Birkaç gün önce CNBC-E'de, senelerce önce sanırım orta okuldayken sinemada izlediğim Groundhog Day filmine denk geldim. Filmin başını kaçırmış olmam, duyduğum heyecanda en ufak bir azalmaya neden olmadı. Filmde hava durumu sunucusu rolündeki "Phil" karakterini canlandıran Bill Murray bilinmeyen bir sebeple zamanda bir güne takılıp kalıyor ve sanırım 1-2 sene boyunca (filmin sonunda kaç gün geçtiğini söylüyordu ama unuttum) aynı günü yaşıyor. Etrafındaki insanlar bu durumdan haberdar değil, daha doğrusu sanki bir önceki gün hiç yaşanmamış da tekrar aynı günü yaşıyorlar. Bu tekrarları hafızasında tutabilen daha doğrusu bu lanete (???) maruz kalan tek kişi ise kahramanımız Phil. Filmin sonu insanı çok fazla germeden güzel bir mesaj verme gayretinde. Verilen mesajdan etkilendiğim ve tekrar "vay beee" dediğim için galiba başarılı da sayılabilir.

Sanırım yaklaşık 14-15 sene önce, en yakın arkadaşım Engin ile afişini beğenip girmiştik filme. Film Engin'e çok bir şey ifade etmemiş olacak ki, frigolarımızı almak için beklediğimiz sırada aklına aniden "aslında akşam evde olması gerektiği, hemen eve dönmezse annesinin kendisini öldüreceği" geldi. Biraz, o zamanlar da aynı şimdi olduğu gibi başladığım şeyleri yarıda bırakmaktan hoşlanmamam; biraz da tekrar tekrar yaşanılan birbirinin aynı olması beklenen fakat kahraman sayesinde değişik bir hal alan günlerin sonunun nereye varacağını merak etmem nedeniyle, Enginle beraber çıkmamış ve filmin ikinci yarısını seyretmiştim.


Nasıl ki senelerce sonra okunan bir kitap okuyanına hiç düşünmediği şeyler hissetirebiliyor ya da verebiliyorsa, bu film de bana ilk seyrettiğim zamana kıyasla çok farklı şeyler düşündürdü. Aslında dürüst olmak gerekirse 15 sene önce filmi boşa izlemişim :) Andie Mac Doweel'a, daha doğrusu Rita karakterine aşık oldum: vakur, kendinden emin ve zarif duruşuna. Bir de Phil'in aynı durumlarda ortaya koduğu onlarca farklı davranış biçimlerini izlemek çok keyifliydi.

Mesela bugünü (14 Ekim 2008) ele alalım. Sabah yataktan kalktım, aynı kahvaltıyı ettim, giydiğim 3-5 takımdan birini giyip, aynı arabaya binip aynı işe gelip, devamlı gittiğim 5-10 lokantadan birinde öğlen yemeği yedim. Aslında düşünsenize, yapabileceğim ve yaşayabileceğim binlerce onbinlerce belki milyonlarca farklı şey varken ben sadece aynı şeyi yapıyorum. Ne büyük bir kayıp. Ertesi günün ve takip eden günün ve onu da takip edenin de yine 14 Ekim olduğunu düşünün yine aynı şeyleri yapar mısınız? işe gider misiniz? bir kitapçıya girip tüm kitapları mı okursunuz, tüm filmleri mi izlersiniz, yoksa bir günde gidilebilecek tüm yerlere mi gidersiniz? İşte film de biraz bununla ilgili.....

IMDB listesinde 174. sırada yer alan bu filmi izlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim....

Monday, October 06, 2008

6 Ekim 2008

Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.


Salı sabahı kahvaltımı ettikten sonra arabaya atlayıp İstanbul’a doğru yola çıktım. Aşık olduğum beni heyecanlandıran şehire doğru... Aslında yalnız başıma uzun yol yapmayı sevmem. Belki de bir ömre yetecek kadar yol yaptığım için, belki de sadece yalnız olmayı sevmediğim için, bilmiyorum. Çok hızlı gitmeden, yavaş yavaş geldim İstanbula. 3 gün kaldım. O kadar hızlı geçti ki zaman. Yapmak istediklerimin çoğunu yapamadım. Birazını yapabildim ama zaten listenin uzunluğu göz önünde bulundurulduğunda sanırım tatmin edici bir sonuç sayılabilir. Yapmak isteyip de yapamadıklarım: Oyuncak müzesini gezemedim, Eminönü’ne gidip mısır çarşısı ve kapalı çarşıda dolaşamadım. Kuzenim selinle görüşemedim (bu konuda suçun çoğu kendisinde). Nişantaşı’nda bulunan adını bile doğru dürüst söylemediğim, gidip şarap içip peynir yediğin gurme dükkanında keyif yapamadım.
Ama yine de yaşadıklarım güzeldi: Daha çok televizyonda dizilerde ve sinemada gördüğüm aslında oynadığı karakterleri pek de beğenmediğim bir oyuncuyla tanıştım, tanışmakla kalmadım kendisi ile içip sarhoş oldum. Boncuk’a gidip Mehmet amcanın eşliğinde harika bir gece geçirdik. Tam saymadım ama sanırım 50’ye yakın şarkı söylemiştir o gün Mehmet amca masamızda. Boncuk’un keyfi bir başkaydı. İnatla bildiğim ender şarkılardan olan “senede bir gün”ü istedim yine. Bir gün harika bir boğaz manzarası eşliğinde İstanbul Modern’de oldukça lezzetli bir akşam yemeği yedik.


Bir sabah erkenden kalkıp yarım saat sıra bekleyip (ki bu sıra erken kalktığımız için bu kadar kısa zamanda alınabildi) dahi Dali’nin sergisine gittik. Resimden çok da anladığım söylenemez. Üniversiteye girdiğim sene rehberlik yapan amcam ile beraber gittiğim İspanya’da tanışmıştım resim ve heykel ile. 3 gün boyunca bu konularda oldukça bilgili olan amcam ile takılmış ve gezmedik sergi ve müze bırakmamıştık. O gezilerde ben de en çok iz bırakan sanatçı da Miro olmuştu. Zaten Dali de Miro ile aynı ekolden sayılır. O yüzden büyük bir heyecan ve hayranlıkla gezdim sergiyi. Atlı köşke daha önce hiç gitmemiştim. Sadece girişte bulunan atın aslında çok kısa bir süredir o köşke ait olduğunu, karşı tarafa taşınmadan önce yıllarca Moda semtinde bir evin bahçesini süslediğini biliyordum. Dali inanılmaz bir adam, dolu dolu yaşamış hayatını, en çok mutlu olacağı ve en çok inandığı şeyi yapmış bir ömür boyu. Daha 20 li yaşlarına bile gelmeden yazdığı günlükte şu cümleler var: “ileride çok büyük bir dahi olacağım”. Bu nasıl bir özgüven böyle? Çok da kısa sayılmayacak ömründe çoookk fazla eser vermiş. Çoğu; insanı şaşırtan, düşündüren, meraklandıran şeyler. Örnek aldığı, fikirlerini dayandırdığı kişinin Freud olduğunu söylesem çok da bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırım. Kendimi asla yaratıcı biri olarak görmedim. Ama sanata büyük bir sevgi sanatçılara da büyük saygı duyarım. Dali’ye ise özendim. Zevk aldığı ve çok iyi yaptığı bir şeyin peşinden gidip aynı zamanda tarihe de imzasını attığı için...
Etrafımdaki insanlardan çok sevdiğim bazıları (bir kaçı veya biri) biraz muhafazakar, biraz da aileme fazlaca düşkün olduğumu söyler(ler). Ben de bu yakıştırmayı haklı çıkaracak şekilde bir gün arabayı Kabataş’ta bırakıp motorla karşıya geçip, Caddebostan’a yeni taşınan teyzemi ve ona ziyarete giden dünyanın en iyi kalpli insanı anneannemi görmeye gittim. İstanbul’a (Anadolu yakası) her gittiğimde mutlaka uğradığım Beyaz Fırın’da bayram üstü ne bulduysam aldım bu ziyaretten önce. Valla sayın İstanbullular, yok böyle bir lezzet diyorum. Henüz Beyaz Fırın’dan her hangi bir tatla tanışmamış olanınız varsa da şiddetle öneriyorum burayı. Yalnız bir şeyin daha farkına vardım. Bu İstanbul ulaşım düşünüldüğünde, çekilecek dert değil. Saat 15:45 te Kabataş’tan bindim tekneye (adı her neyse), karşıya geçip sadece bir saat oturup geri döndüğümde ise saat 20:00 di. Karşı tarafta gidişte taksiyi, dönüşte ise iki vesait dolmuşu kullandım. Ve iki seferde boğazı deniz yolu ile geçtim. Neyse her şeye rağmen sırf o deniz sesi ve kokusu için bile değdi çektiklerime.


Son gün ise uzun zamandır görmediğim diğer kuzenim Deniz ile görüşme fırsatım oldu (zorlayarak yarattım). 2 senedir göremiyordum kendisini. Çok özlemişim, çok güzelleşmiş....

Cuma günü döndük Ankara’ya, yol beklediğimden kolay geçti. Geldiğimiz gibi eski arkadaşlarımızla kebapçıya koştuk ve kıtlıktan çıkmış gibi yedik.

10 günlük tatil özeti, ya da son söz: sevilen insanlarla hayran olunan bir şehirde keyifli bir tatil.

Sonrası: zor ve stresli günler...







Tuesday, September 23, 2008

Popüler blog kültürünün önde gelen neferleri arasında yer almadığım kesin, o yüzden ayşe sayesinde bilgi sahibi olduğum "sitemeter" olayı da çok da faydalandığım bir uygulama değil. Yok günde kaç kişi gelmiş siteme yok kaç kişi okumuş beni, kaç kişi kaç saniye kalmış, hangi siteden gelip hangisine gitmiş.... genellikle ilgili çekmiyor bu soruların cevapları. Belki çok de çok popüler olmadığı içindir bu sayfa. Ama bu konular benim kesinlikle dert ettiğim şeyler değil çünkü bu işe "kendim için yazmak" amacıyla başladım. Lakin, az da olsa devamlı okuyucularım olması da tabiki mutlu ediyor beni :) :) :)

Bu aralar işlerim çok da yoğun olmadığı için daha önce hiç ilgilenemediğim şeylere vakit harcamaya başladım. Sitemeter da bunlardan biri oldu. Özellikle kimin hangi google lamayla bana düştüğünü görmek gerçekten çok komik oluyormuş. Bir kaç tane örnek var aşağıda son bir kaç günde not ettiğim :))

Mr. Whooper Araba: yok böyle bişey kandırmışlar seni arkadaşım

Gördüklerim karşısında nutkum tutuldu: Hayır ne gördüğünü bilmiyorum ama bu blogda yok öyle şeyler maalesef

Yediğimiz yiyecekler neden mideye saray vermiyor : Ne diyceğimi bilemiyorum, çünkü arkadaşın ne demek istediğinden kendisinin bile haberi olmadığından eminim

Adanadaki silah dükkanları: ama gözünü seveyim burda olmaz öyle şeyler, adana güzel eyvallah ama hiç hoşlanmam silahlardan.

Göker abi: Göker, abi herkes seni arıyor..... nerdersin yeter artık sesss ver

Dodo pastanesi: Nasıl bi pastane o yaaa??

Dodo nerede : Hah tam üstüne tıkladın. Burda işte...

Döner dükkanı iç dizayn: Yani bu kadar mı umutsuzsun be hocam, alt tarafı döner dükkanı, biraz hayalgücü birazcık.

en sevdiğin arkadaşların beni üzdüğü zaman ne yapmalıyız: şimdi aslında bu arama ile ilgili hem cümle yapısını hem de esas amacı değerlendirmeye yönelik bir tez çalışması bile yapılabilir ama cümlenin bozuk olmasından bu aramayı bir çocuğun yaptığına inanmak istiyorum. Bu arada ciddi üzüldüm yavrucağa...

koyu fenerbahceli ne demek: işte aradığını bulan ender googlecılardan biri, tam olarak beni arıyosun....

havana yemek yedir: yorumsuz ????

lokanta olabilecek kiralık dükkan: dükkan kalmamış bu sayfayı versek...

ceketi alıp çıkıcam: umarım bu konuda beni örnek almazsın çünkü henüz başarıya ulaşamadım. Gelecekte bir gün belki...

günün yemeyi: güzide ülkemin hangi güzel ilçesinde acaba bu çaresiz ev hanımı çok merak ettim doğrusu...

KKM nasıl bir derstir: Bence boşa vakit harcama doğrudan hayata atıl....

ev yemekleri dükkanı açmak için ne tür belgeler gerekli: Bu konuda ayrıntılı bilgiye ulaşmak için: Ayşe


Bu arada beni en çok şaşırtan şey de sayfama gelenlerin yarıdan fazlası geçen sene haziran ayı içerisinde Adana'daki çalışma sürem boyunca bolca ziyaret ettiğim "Gönül Kebap" ile ilgili yazdığım yazı nedeniyle geliyor. Amma popüler olmuş bu mekan. Hakkediyordu yalnız...

Monday, September 15, 2008

Hayat sürprizlerle dolu. Her zaman yeni bir şey veriyor insana. Asla tam olarak “tamam çözdüm bu işi” diyemiyorsun hayatla ilgili olarak. Ben ki etrafıma baktığımda, etrafımdaki insanlarla kendimi karşılaştırdığımda bu işi çözmeye çok yaklaştığımı düşünürüm hep. Hayatı çözmek için önce kendi çözmeli insan. Kim olduğunu, ne istediğini, nerde durduğunu, ne yaptığını, neye inandığını, ne olmak istediğini, ne olmadığını... Bu sorulara verilecek, çok güzel ve çok tutarlı olduğunu düşündüğüm yanıtlarım oldu hep. Zaman zaman gözden geçirsem de bu yanıtları, eski yanıtları beğenmesem de bazen, hiç pişman olmadım eski cevaplardan. Sonuçta istediğiniz yolda giderseniz gidin; siz değilsinizdir artık dönüşteki, cevaplar değişebilir.

Aslında kim olduğuma ilişkin bir çerçevem vardı, kimsin sen sorusuna verilebilecek upuzun bir yanıtım. Hatta zamanında kim olduğumu bile yazmıştım bir kağıda. Kendini anlat deseler ne yazar insan, onları yazdım uzun uzun....

Ne olduysa bilmiyorum, doğru olduğunu düşündüğüm cevaplar yanlış çıktı. Ya da yanlış dediklerim doğru. İyi niyetli olduğum için aldığım kararların aslında iyi kararlar olmadığını, gereken inisiyatifi alamadığımı söylerlerdi hep. Bense gülüp geçerdim. “Hadi canım ordan, benim verdiğim kararlarda iyi niyetim, insancıllığımın olumsuz etkisi olamaz. Herkes hakkettiğini alır”. Sonra bi gün çok sevdiğim iyilik meleği bir arkadaşım çıktı dedi ki: “abi sen benden de yumuşak başlısın hayır diyemiyorsun kimseye”. O anda bir şimşek çaktı beynimde, ya ben gerçekten dedikleri gibiysem. Bunu sorgulamaya başladım ve haklı olduklarını gördüm. Yukarda anlattığım şey aslında bir örnek. Yani belki çok iyi niyetliyimdir belki de değil. Önemi yok. Önemli olan kendimle ilgili düşüncelerimin sarsılması. “Vay be herkes böyle diyorsa demek ki gerçekten öyle” demem önemli olan.

Böyle olunca neyin doğru neyin yanlış olduğuna olan inancım kaybolmaya başladı. Kafam karıştı, tepe taklak oldu inandıklarım. Çok küçük bir şey dahi olsa, mini mini mini mini minnacık bir şey bile olsa, kendinden son derece emin olduğun bir konuda şüpheye düşmek yıkıyor insanın tüm savunma mekanizmasını.

Sanırım en iyisi düşünmemek. Sadece akışına bırakmak hayatı. Anlamaya çalışmak nafile....

Eskiden doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırabilmeyi yeterli sanırdım. Sanırım olması gereken, sadece neyin doğru olduğunu bilmek değil. Doğru olduğuna inandığını yapabilmek aynı zamanda....


Tuesday, September 09, 2008

Bundan tam 6 ay önce, ılık bir bahar gecesinde, ayşegülün ısrarlarına ısrarla karşı geldim ve inat edip ayakta bile duracak halim yokken, yaptığı yol 100.000 km ye dayanan canım arabamın sürücü koltuğuna oturdum. Tüm türk erkeklerinde olduğu gibi ben de çoğu zaman "ammaaann bişey olmaz" deyimini kullanırım gereksiz yere. Ama özellikle alkolün bana etki etmediğini, öyle olsa bile kesinlikle araba kullanmamı etkilemeyeceğini, yakalansam bile polis amcalara istediklerini verip kaçabileceğimi (ki daha önce 2 defa sektim) düşünüyordum. Taa ki 9 Mart gecesine kadar. Maalesef çok salakça yakalandım, hayatım boyunca o kadar salakça yakalanmış olmayı hazmedemeyeceğim sanırım. Hikayeye ayrıntıları ile girmeyeceğim, çünkü çok utanç verici. İlk önce tipik türk erkeği yaklaşımı ile bu işten de olumlu bir taraf çıkarsam da kendime, ("ne bünye varmış beeee, o kadar içtim 0,66 promil çıktı) sonra utandım. Zira övünülecek bi halt değil yani. Neyse efendim, aradan 6 ay geçti ve 9 eylül İzmir'in olduğu gibi ehliyetimin de kurtuluş günü oldu. Oh beeee diyorum sadece.


Bu arada komik bir olay geçti başımdan. Ehliyetimi almak üzere ankara emniyet müdürlüğü trafik tescil .... denen yere gittim. Genelde oldukça kalabalık olduğunu bildiğim için bir nebze de stres barındırıyordu bünye tabi ki. Girer girmez üzerinde kocaman "danışma" yazan bankoya atıldım sevinçle. Elimdeki tutanağı gösterip "Ehliyetimi almaya geldim nerden alabilirim?" dedim.

Polis amca anlamsızca bakıp, "bu ne ki?" dedi.

Afallama sürecini hızlıca geçip, tane tane ve yavaşça anlatmaya başladım: 6 ay önce alkollü araba kullandığım için ehliyetime el konuldu. Ceza süresi bittiği için ehliyetimi geri almaya geldim."

Polis amca affallatma konusunda iddialı: "eeee?" dedi

Ben de "nerden alıcam işte onu sormaya geldim" dedim.

Polis amca ne dese beğenirsiniz? "Bilmem ki" dedi.

Çüş diycektim kendimi tuttum ve aynı devlet dairesine girmiş saygılı ve gariban vatandaş edasıyla: "ama burda danışma yazıyor, ben de size danışmak için geldim" dedim.....


Neyse hikayenin bundan sonraki kısmı pek de komik değil zaten. Meğer benim ehliyetimi başka bi birim aldığı için güzide ankaranın başka bir semtine gitmem gerekiyormuş. Bu arada devamlı etrafı eleştirip bıdı bıdı konuşan insan tiplerini sevmediğim için kendime de bir pay çıkarayım. Aslında tutanağın üstünde yazıyormuş nerden alabileceğim. Tabi ki "ehliyetin teslim edileceği birim" diye bir başlık yok. Ama biraz araştırmayla kolayca bulabilirdim sanırım ben de...

Bu sıcakta resmen dilim damağıma yapıştı ordan oraya gitmekten.


Not: Neden? canım şehrimin canım insanları istanbuldaki vatandaşlarımızın gösterdiği medeniyet seviyesine sıfıra soldan yaklaşan limit gibi yaklaşamıyor da metro ve ankaraydaki yürüyen merdivenlerde yürümek isteyenlere yol vermiyor?. Bunu da anlamış değilim. Tarihe not düşülsün lütfen.