
Friday, October 31, 2008
Thursday, October 30, 2008

şşşşşhhh
Saturday, October 25, 2008
Herkesin konuştuğu herkesin üzüldüğü şey benim de aklımdan çıkmıyor. İşyerimde ktunnel'dan girmeye çalıştım önce, maalesef işyerimden o siteye de giremediğimi öğrendim. Yani artık daha seyrek dolaşmak zorunda kalacağımı anladım alem-i blog'da. İçim cız etti. Bu kadar da olabilir mi dedim. Bu kadar da olabilir mi? Bugün cumartesi evdeki bilgisayardan girdim. İçim derin bi kaybetmişlik duygusu ve hırsla dolu. Biz bu durumlara layık mıyız. Atatürk'ün kurduğu bu güzel ülke...
Din kisvesi altında tarihin en büyük dolandırıcılıklarından biri yapıldı almanyada. Bir ayağı da burda şerefsizlerin. ülkede çıt yok. Rtük başkanı ciddi şüphe altında, 10 yaşındaki çocuğun kendini savunacağı anlamsız savlarla kurtarmaya çalışıyor paçayı, yine çıt yok. Dünya çalkalanıyor, önümüzdeki 5 yıl belki de dünyanın yaşadığı en kötü 5 yıl olacak. Yine ses yok. Neden, çünkü başımızdakiler atatürkçülerin peşinde cavı avına çıkmış, sisiyi de alıyorlar, eruyguru da... Sıra bize de gelirse şaşırmayalım.
Bitti bu ülke...
Din kisvesi altında tarihin en büyük dolandırıcılıklarından biri yapıldı almanyada. Bir ayağı da burda şerefsizlerin. ülkede çıt yok. Rtük başkanı ciddi şüphe altında, 10 yaşındaki çocuğun kendini savunacağı anlamsız savlarla kurtarmaya çalışıyor paçayı, yine çıt yok. Dünya çalkalanıyor, önümüzdeki 5 yıl belki de dünyanın yaşadığı en kötü 5 yıl olacak. Yine ses yok. Neden, çünkü başımızdakiler atatürkçülerin peşinde cavı avına çıkmış, sisiyi de alıyorlar, eruyguru da... Sıra bize de gelirse şaşırmayalım.
Bitti bu ülke...
Tuesday, October 14, 2008

Sanırım yaklaşık 14-15 sene önce, en yakın arkadaşım Engin ile afişini beğenip girmiştik filme. Film Engin'e çok bir şey ifade etmemiş olacak ki, frigolarımızı almak için beklediğimiz sırada aklına aniden "aslında akşam evde olması gerektiği, hemen eve dönmezse annesinin kendisini öldüreceği" geldi. Biraz, o zamanlar da aynı şimdi olduğu gibi başladığım şeyleri yarıda bırakmaktan hoşlanmamam; biraz da tekrar tekrar yaşanılan birbirinin aynı olması beklenen fakat kahraman sayesinde değişik bir hal alan günlerin sonunun nereye varacağını merak etmem nedeniyle, Enginle beraber çıkmamış ve filmin ikinci yarısını seyretmiştim.
Nasıl ki senelerce sonra okunan bir kitap okuyanına hiç düşünmediği şeyler hissetirebiliyor ya da verebiliyorsa, bu film de bana ilk seyrettiğim zamana kıyasla çok farklı şeyler düşündürdü. Aslında dürüst olmak gerekirse 15 sene önce filmi boşa izlemişim :) Andie Mac Doweel'a, daha doğrusu Rita karakterine aşık oldum: vakur, kendinden emin ve zarif duruşuna. Bir de Phil'in aynı durumlarda ortaya koduğu onlarca farklı davranış biçimlerini izlemek çok keyifliydi.
Mesela bugünü (14 Ekim 2008) ele alalım. Sabah yataktan kalktım, aynı kahvaltıyı ettim, giydiğim 3-5 takımdan birini giyip, aynı arabaya binip aynı işe gelip, devamlı gittiğim 5-10 lokantadan birinde öğlen yemeği yedim. Aslında düşünsenize, yapabileceğim ve yaşayabileceğim binlerce onbinlerce belki milyonlarca farklı şey varken ben sadece aynı şeyi yapıyorum. Ne büyük bir kayıp. Ertesi günün ve takip eden günün ve onu da takip edenin de yine 14 Ekim olduğunu düşünün yine aynı şeyleri yapar mısınız? işe gider misiniz? bir kitapçıya girip tüm kitapları mı okursunuz, tüm filmleri mi izlersiniz, yoksa bir günde gidilebilecek tüm yerlere mi gidersiniz? İşte film de biraz bununla ilgili.....
IMDB listesinde 174. sırada yer alan bu filmi izlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim....
Monday, October 06, 2008
6 Ekim 2008
Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.
Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.
Salı sabahı kahvaltımı ettikten sonra arabaya atlayıp İstanbul’a doğru yola çıktım. Aşık olduğum beni heyecanlandıran şehire doğru... Aslında yalnız başıma uzun yol yapmayı sevmem. Belki de bir ömre yetecek kadar yol yaptığım için, belki de sadece yalnız olmayı sevmediğim için, bilmiyorum. Çok hızlı gitmeden, yavaş yavaş geldim İstanbula. 3 gün kaldım. O kadar hızlı geçti ki zaman. Yapmak istediklerimin çoğunu yapamadım. Birazını yapabildim ama zaten listenin uzunluğu göz önünde bulundurulduğunda sanırım tatmin edici bir sonuç sayılabilir. Yapmak isteyip de yapamadıklarım: Oyuncak müzesini gezemedim, Eminönü’ne gidip mısır çarşısı ve kapalı çarşıda dolaşamadım. Kuzenim selinle görüşemedim (bu konuda suçun çoğu kendisinde). Nişantaşı’nda bulunan adını bile doğru dürüst söylemediğim, gidip şarap içip peynir yediğin gurme dükkanında keyif yapamadım.
Bir sabah erkenden kalkıp yarım saat sıra bekleyip (ki bu sıra erken kalktığımız için bu kadar kısa zamanda alınabildi) dahi Dali’nin sergisine gittik. Resimden çok da anladığım söylenemez. Üniversiteye girdiğim sene rehberlik yapan amcam ile beraber gittiğim İspanya’da tanışmıştım resim ve heykel ile. 3 gün boyunca bu konularda oldukça bilgili olan amcam ile takılmış ve gezmedik sergi ve müze bırakmamıştık. O gezilerde ben de en çok iz bırakan sanatçı da Miro olmuştu. Zaten Dali de Miro ile aynı ekolden sayılır. O yüzden büyük bir heyecan ve hayranlıkla gezdim sergiyi. Atlı köşke daha önce hiç gitmemiştim. Sadece girişte bulunan atın aslında çok kısa bir süredir o köşke ait olduğunu, karşı tarafa taşınmadan önce yıllarca Moda semtinde bir evin bahçesini süslediğini biliyordum. Dali inanılmaz bir adam, dolu dolu yaşamış hayatını, en çok mutlu olacağı ve en çok inandığı şeyi yapmış bir ömür boyu. Daha 20 li yaşlarına bile gelmeden yazdığı günlükte şu cümleler var: “ileride çok büyük bir dahi olacağım”. Bu nasıl bir özgüven böyle? Çok da kısa sayılmayacak ömründe çoookk fazla eser vermiş. Çoğu; insanı şaşırtan, düşündüren, meraklandıran şeyler. Örnek aldığı, fikirlerini dayandırdığı kişinin Freud olduğunu söylesem çok da bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırım. Kendimi asla yaratıcı biri olarak görmedim. Ama sanata büyük bir sevgi sanatçılara da büyük saygı duyarım. Dali’ye ise özendim. Zevk aldığı ve çok iyi yaptığı bir şeyin peşinden gidip aynı zamanda tarihe de imzasını attığı için...
Son gün ise uzun zamandır görmediğim diğer kuzenim Deniz ile görüşme fırsatım oldu (zorlayarak yarattım). 2 senedir göremiyordum kendisini. Çok özlemişim, çok güzelleşmiş....
Cuma günü döndük Ankara’ya, yol beklediğimden kolay geçti. Geldiğimiz gibi eski arkadaşlarımızla kebapçıya koştuk ve kıtlıktan çıkmış gibi yedik.
10 günlük tatil özeti, ya da son söz: sevilen insanlarla hayran olunan bir şehirde keyifli bir tatil.
Sonrası: zor ve stresli günler...
Tuesday, September 23, 2008
Popüler blog kültürünün önde gelen neferleri arasında yer almadığım kesin, o yüzden ayşe sayesinde bilgi sahibi olduğum "sitemeter" olayı da çok da faydalandığım bir uygulama değil. Yok günde kaç kişi gelmiş siteme yok kaç kişi okumuş beni, kaç kişi kaç saniye kalmış, hangi siteden gelip hangisine gitmiş.... genellikle ilgili çekmiyor bu soruların cevapları. Belki çok de çok popüler olmadığı içindir bu sayfa. Ama bu konular benim kesinlikle dert ettiğim şeyler değil çünkü bu işe "kendim için yazmak" amacıyla başladım. Lakin, az da olsa devamlı okuyucularım olması da tabiki mutlu ediyor beni :) :) :)
Bu aralar işlerim çok da yoğun olmadığı için daha önce hiç ilgilenemediğim şeylere vakit harcamaya başladım. Sitemeter da bunlardan biri oldu. Özellikle kimin hangi google lamayla bana düştüğünü görmek gerçekten çok komik oluyormuş. Bir kaç tane örnek var aşağıda son bir kaç günde not ettiğim :))
Mr. Whooper Araba: yok böyle bişey kandırmışlar seni arkadaşım
Gördüklerim karşısında nutkum tutuldu: Hayır ne gördüğünü bilmiyorum ama bu blogda yok öyle şeyler maalesef
Yediğimiz yiyecekler neden mideye saray vermiyor : Ne diyceğimi bilemiyorum, çünkü arkadaşın ne demek istediğinden kendisinin bile haberi olmadığından eminim
Adanadaki silah dükkanları: ama gözünü seveyim burda olmaz öyle şeyler, adana güzel eyvallah ama hiç hoşlanmam silahlardan.
Göker abi: Göker, abi herkes seni arıyor..... nerdersin yeter artık sesss ver
Dodo pastanesi: Nasıl bi pastane o yaaa??
Dodo nerede : Hah tam üstüne tıkladın. Burda işte...
Döner dükkanı iç dizayn: Yani bu kadar mı umutsuzsun be hocam, alt tarafı döner dükkanı, biraz hayalgücü birazcık.
en sevdiğin arkadaşların beni üzdüğü zaman ne yapmalıyız: şimdi aslında bu arama ile ilgili hem cümle yapısını hem de esas amacı değerlendirmeye yönelik bir tez çalışması bile yapılabilir ama cümlenin bozuk olmasından bu aramayı bir çocuğun yaptığına inanmak istiyorum. Bu arada ciddi üzüldüm yavrucağa...
koyu fenerbahceli ne demek: işte aradığını bulan ender googlecılardan biri, tam olarak beni arıyosun....
havana yemek yedir: yorumsuz ????
lokanta olabilecek kiralık dükkan: dükkan kalmamış bu sayfayı versek...
ceketi alıp çıkıcam: umarım bu konuda beni örnek almazsın çünkü henüz başarıya ulaşamadım. Gelecekte bir gün belki...
günün yemeyi: güzide ülkemin hangi güzel ilçesinde acaba bu çaresiz ev hanımı çok merak ettim doğrusu...
KKM nasıl bir derstir: Bence boşa vakit harcama doğrudan hayata atıl....
ev yemekleri dükkanı açmak için ne tür belgeler gerekli: Bu konuda ayrıntılı bilgiye ulaşmak için: Ayşe
Bu arada beni en çok şaşırtan şey de sayfama gelenlerin yarıdan fazlası geçen sene haziran ayı içerisinde Adana'daki çalışma sürem boyunca bolca ziyaret ettiğim "Gönül Kebap" ile ilgili yazdığım yazı nedeniyle geliyor. Amma popüler olmuş bu mekan. Hakkediyordu yalnız...
Bu aralar işlerim çok da yoğun olmadığı için daha önce hiç ilgilenemediğim şeylere vakit harcamaya başladım. Sitemeter da bunlardan biri oldu. Özellikle kimin hangi google lamayla bana düştüğünü görmek gerçekten çok komik oluyormuş. Bir kaç tane örnek var aşağıda son bir kaç günde not ettiğim :))
Mr. Whooper Araba: yok böyle bişey kandırmışlar seni arkadaşım
Gördüklerim karşısında nutkum tutuldu: Hayır ne gördüğünü bilmiyorum ama bu blogda yok öyle şeyler maalesef
Yediğimiz yiyecekler neden mideye saray vermiyor : Ne diyceğimi bilemiyorum, çünkü arkadaşın ne demek istediğinden kendisinin bile haberi olmadığından eminim
Adanadaki silah dükkanları: ama gözünü seveyim burda olmaz öyle şeyler, adana güzel eyvallah ama hiç hoşlanmam silahlardan.
Göker abi: Göker, abi herkes seni arıyor..... nerdersin yeter artık sesss ver
Dodo pastanesi: Nasıl bi pastane o yaaa??
Dodo nerede : Hah tam üstüne tıkladın. Burda işte...
Döner dükkanı iç dizayn: Yani bu kadar mı umutsuzsun be hocam, alt tarafı döner dükkanı, biraz hayalgücü birazcık.
en sevdiğin arkadaşların beni üzdüğü zaman ne yapmalıyız: şimdi aslında bu arama ile ilgili hem cümle yapısını hem de esas amacı değerlendirmeye yönelik bir tez çalışması bile yapılabilir ama cümlenin bozuk olmasından bu aramayı bir çocuğun yaptığına inanmak istiyorum. Bu arada ciddi üzüldüm yavrucağa...
koyu fenerbahceli ne demek: işte aradığını bulan ender googlecılardan biri, tam olarak beni arıyosun....
havana yemek yedir: yorumsuz ????
lokanta olabilecek kiralık dükkan: dükkan kalmamış bu sayfayı versek...
ceketi alıp çıkıcam: umarım bu konuda beni örnek almazsın çünkü henüz başarıya ulaşamadım. Gelecekte bir gün belki...
günün yemeyi: güzide ülkemin hangi güzel ilçesinde acaba bu çaresiz ev hanımı çok merak ettim doğrusu...
KKM nasıl bir derstir: Bence boşa vakit harcama doğrudan hayata atıl....
ev yemekleri dükkanı açmak için ne tür belgeler gerekli: Bu konuda ayrıntılı bilgiye ulaşmak için: Ayşe
Bu arada beni en çok şaşırtan şey de sayfama gelenlerin yarıdan fazlası geçen sene haziran ayı içerisinde Adana'daki çalışma sürem boyunca bolca ziyaret ettiğim "Gönül Kebap" ile ilgili yazdığım yazı nedeniyle geliyor. Amma popüler olmuş bu mekan. Hakkediyordu yalnız...
Monday, September 15, 2008
Aslında kim olduğuma ilişkin bir çerçevem vardı, kimsin sen sorusuna verilebilecek upuzun bir yanıtım. Hatta zamanında kim olduğumu bile yazmıştım bir kağıda. Kendini anlat deseler ne yazar insan, onları yazdım uzun uzun....
Ne olduysa bilmiyorum, doğru olduğunu düşündüğüm cevaplar yanlış çıktı. Ya da yanlış dediklerim doğru. İyi niyetli olduğum için aldığım kararların aslında iyi kararlar olmadığını, gereken inisiyatifi alamadığımı söylerlerdi hep. Bense gülüp geçerdim. “Hadi canım ordan, benim verdiğim kararlarda iyi niyetim, insancıllığımın olumsuz etkisi olamaz. Herkes hakkettiğini alır”. Sonra bi gün çok sevdiğim iyilik meleği bir arkadaşım çıktı dedi ki: “abi sen benden de yumuşak başlısın hayır diyemiyorsun kimseye”. O anda bir şimşek çaktı beynimde, ya ben gerçekten dedikleri gibiysem. Bunu sorgulamaya başladım ve haklı olduklarını gördüm. Yukarda anlattığım şey aslında bir örnek. Yani belki çok iyi niyetliyimdir belki de değil. Önemi yok. Önemli olan kendimle ilgili düşüncelerimin sarsılması. “Vay be herkes böyle diyorsa demek ki gerçekten öyle” demem önemli olan.
Böyle olunca neyin doğru neyin yanlış olduğuna olan inancım kaybolmaya başladı. Kafam karıştı, tepe taklak oldu inandıklarım. Çok küçük bir şey dahi olsa, mini mini mini mini minnacık bir şey bile olsa, kendinden son derece emin olduğun bir konuda şüpheye düşmek yıkıyor insanın tüm savunma mekanizmasını.
Sanırım en iyisi düşünmemek. Sadece akışına bırakmak hayatı. Anlamaya çalışmak nafile....
Eskiden doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırabilmeyi yeterli sanırdım. Sanırım olması gereken, sadece neyin doğru olduğunu bilmek değil. Doğru olduğuna inandığını yapabilmek aynı zamanda....
Tuesday, September 09, 2008
Bu arada komik bir olay geçti başımdan. Ehliyetimi almak üzere ankara emniyet müdürlüğü trafik tescil .... denen yere gittim. Genelde oldukça kalabalık olduğunu bildiğim için bir nebze de stres barındırıyordu bünye tabi ki. Girer girmez üzerinde kocaman "danışma" yazan bankoya atıldım sevinçle. Elimdeki tutanağı gösterip "Ehliyetimi almaya geldim nerden alabilirim?" dedim.
Polis amca anlamsızca bakıp, "bu ne ki?" dedi.
Afallama sürecini hızlıca geçip, tane tane ve yavaşça anlatmaya başladım: 6 ay önce alkollü araba kullandığım için ehliyetime el konuldu. Ceza süresi bittiği için ehliyetimi geri almaya geldim."
Polis amca affallatma konusunda iddialı: "eeee?" dedi
Ben de "nerden alıcam işte onu sormaya geldim" dedim.
Polis amca ne dese beğenirsiniz? "Bilmem ki" dedi.
Çüş diycektim kendimi tuttum ve aynı devlet dairesine girmiş saygılı ve gariban vatandaş edasıyla: "ama burda danışma yazıyor, ben de size danışmak için geldim" dedim.....
Neyse hikayenin bundan sonraki kısmı pek de komik değil zaten. Meğer benim ehliyetimi başka bi birim aldığı için güzide ankaranın başka bir semtine gitmem gerekiyormuş. Bu arada devamlı etrafı eleştirip bıdı bıdı konuşan insan tiplerini sevmediğim için kendime de bir pay çıkarayım. Aslında tutanağın üstünde yazıyormuş nerden alabileceğim. Tabi ki "ehliyetin teslim edileceği birim" diye bir başlık yok. Ama biraz araştırmayla kolayca bulabilirdim sanırım ben de...
Bu sıcakta resmen dilim damağıma yapıştı ordan oraya gitmekten.
Not: Neden? canım şehrimin canım insanları istanbuldaki vatandaşlarımızın gösterdiği medeniyet seviyesine sıfıra soldan yaklaşan limit gibi yaklaşamıyor da metro ve ankaraydaki yürüyen merdivenlerde yürümek isteyenlere yol vermiyor?. Bunu da anlamış değilim. Tarihe not düşülsün lütfen.
Wednesday, September 03, 2008
Neyse efendim konuyu her zamanki gibi dağıtmadan sadede giremedik. NTV deki bu belgesel resmen yerime mıhladı beni. Belgeselde ingilteredeki bazı üniversitelerinin aracılığı ile bir takım deneyler yapılıyor. Benim aklımda kalan bir kaç tane deney sonucunu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Bi kere her gün elek gibi litrelerce su içmek sanıldığı gibi çok da faydalı bişey değil. Deney kapsamında, bir çift ikiz alınıyor. İkizlerden biri günlük yeme içme rejimini aynen sürdürüyor, tek bir farkla o gün boyunca hiç su içmesine izin verilmiyor. Diğer kardeşe ise, hergünkü rutininin aksine fazladan 2 litre su içmesi söyleniyor. Belirli bir süre sounda, sanırım 2 hafta, ikizlerin ciltleri inceleme altına alınıyor. Bir de ne görsün bilim adamları: deli gibi su içenle, hiç su içmeyen kardeşin verileri neredeyse aynı. Bunun nedeni de, aslında yediklerimizin de büyük bir kısmının sudan oluşması ve bu nedenle su ihtiyacının değişik kanallardan karşılanabilmesi gösteriliyor (mesela bifteğin %66sı suymuş). Beni şaşırtan bir diğer deney ise DETOX deneyi oldu. İki grup alınıyor, bir grup sanırım yine 2 hafta boyunca yediğine ve içtiğine hiç dikkat etmeden yaşıyor. Diğer gruba ise katı bir detox programı uygulanıyor. Bu grup bu süre boyunca sadece taze meyve ve sebze ile besleniyor, sadece su ve bunların suyunu içiyor. Süre sonunda sonuç inanılmaz, detox grubu ile, hayvanlar gibi yiyorum bana ne grubuna ait ingilizlerin kanlarında ve idrarlarındaki "toksin" miktarında neredeyse hiç bir fark yok. Tabi burda bir satır açmak lazım (bu benim yorumum) İnsan vücüdu mükemmel bir dizayn. Zararlı şeylerin etkisini giderme konusunda çok başarılı, öyle olmasasaydı bu kadar içki, bu kadar sigara ve kansorejen madde ile çok fazla yaşayamazdık. Önemli olan yeme rejimini zararlı ve faydalı yiyecekler arasında dengeye koymak. Yani ne sağlık manyaklığı yapmak ne de kendimizi koyverip tamamen sağlıksız bir yaşam sürmek doğru bence. Biraz dikkat etmek yeterli gerisini vücut hallediyor sanırım zaten.
Zamanında bilimsel deneylerin nasıl yürütülmesi gerektiği üzerine ders almış biri olarak bu deneylerin bilimselliğinde bende kuşku uyandırmayan konular olmadı değil, ama sonuçta bu deneyleri yürüten kurumlar da bilimevleri yani üniversiteler. O yüzden deneylerin bilimselliği üzerinde de çok durmadım açıkçası....
Monday, August 25, 2008
2 sene önce tatilde aşina olduğum blog alemine izin dönüşü büyük bir heves ile ben de dahil olmuştum. 2 yıl sonra 2. blogumun 2. yaşını doldurup 2 hafta tatile çıktım. Tatili anlatmaya gerek yok sanırım. İnsani sınırların üzerinde çalışan herhangi birinin tatilin nasıl geçerse benimki de öyle geçti: Harika. Denize, güneşe, rüzgara, yemeye, içmeye, tavlaya, kinge, akrabalara, arkadaşlara, sevdiklerime, kaşarlı pideye, kumruya, balığa doydum geldim desem de sanırım kendimi kandırmakta öteye geçemez bu çaba. Çünkü tatile doyulmaz, doyulamaz. Tadı tamağımda döndüm memlekete. Öğlen bir sebeeple kullanmak durumunda kaldığım metroda maruz kaldığım görüntüler son 2 hafta gördüklerimden çok farklıydı. Bir şeyler yapmalı ama ne? Alıp başımı gitsem? Nereye kadar....
Sunday, August 03, 2008
Diyarbakır’ın sıcağından sonra cennet gibi geldi Uşak’ın havası, hani diyorlar ya kızgın kumlardan serin sulara diye. Aynen öyle işte. Biraz komik gelecek biliyorum ama şehrin havası Ankara’yı çağrıştırıyor bana. Birkaç günlük aşırı sıcaklar dışında gayet yaşanabilir. Akşamlara genellikle esintili ve oldukça serin (şimdi bunu da açıklamak lazım yani tabi ki serin değil, ama ferah diyebiliriz sanırım). Zaten gün içerisinde klimalı ortam, sıcak falan koymuyor adama.
Sanırım burada daha önce hiç çalışmadığım kadar yoğun çalıştım. Şöyle bir baktım da tam 21 gün olmuş, ne haftasonu tatile ne de başka bir şey. 2005 yılında Denizli-Isparta ikilisinde aralıksız çalışılan 6 hafta ile karşılaştırıldığında hiçbir şey gibi gelebilir ama o zaman ki sorumlulukları ve iş yükü düşünüldüğünde kendi durumumu bitmiş olarak tanımlayabilirim şu anda. Neyse ki az kaldı. Önümüzdeki Cuma yıllık izne çıkıyorum bir aksilik olmazsa (bu arada zaten aksilik olmaması şaşılası bir durum olur). Etrafımdaki herkes olmasa da bazı kişiler çok şikayet ettiğimi bazıları ise nasıl olur da bu kadar az şikayet ettiğimi merak ederler. Umarım bunlar şikayete girmiyordur.
Her ne kadar kafayı yeme noktasına gıdım kalana kadar çalışmış olsam da, Uşak genel olarak keyifli geçti. Bizim için en önemli şey bulunduğun şehirde bir iş arkadaşının olması senle aynı zamanda. Neyseki burada Mr. TGM ile denk geldik. Gündüz şehrin farklı ilçelerinde çalışıp, gece ise şehrin merkezinde buluşuyoruz. Kader midir kısmet mi artık bilmiyorum, ben mi ona iyi geliyorum yoksa o mu bana onu da bilmiyorum ama, makul sayılabilecek rakamların üzerinde denk geldik kendisi ile farklı şehirlerde. 2 defa Bursa, 1 defa Antep, Denizli-Aydın yolundaki karşılaşmayı da saymıyorum hani :) Aslında normal şartlarda yapılacak uzun yürüyüşlerin aksine burada kendimizi PES (Play Station Pro Evolution Soccer) oyununa verdik. Bundan 2 ay önce biri beni karşısına alsa ve “Doruk Uşak’a gidip saatlerce PES oynayacaksın” deseydi sanırım oturma organımla gülerdim kendisine, zira psikopata yakın derecedeki hareket düşkünlüğüm beni o tarz oyunların başında bırakın 1 saat 10 dakika bile oturmakta alıkoyar. Ama nasıl olduysa işte bir kereden bişey olmaz dedik. Deyiş o deyiş, resmen bağımlısı olduk. İnanması zor ama 2 haftada sol baş parmağım bildiğiniz nasır bağladı. Ben de kendimi avutuyorum olsun hareket olsun da baş parmağa olsun diye...
Hani zaten baştan kabulleniyor bizim işte yalnızlık, ama böyle yakın bir arkadaşınız düştü mü yanınıza o da harika bir lütuf halini alıyor insan için. Dün Ankara’dan Marmaris’e geçerken Uşak’a MR. TGM’in yanına ailesi uğrayınca bana yalnız geçen günleri yad etmek düştü.
Saat 6 ya doğru çıktım,
yarım saatlik araba yolculuğu sonrası şehre vardım,
arabayı otelin park yerine bırakıp,
yürümeye koyuldum.
Karun alışveriş merkezi derler bir yer var burada,
yoğun günün ardından kendimi mükafatlandırıp 1 adet büyük boy Whopper Cheese menü aldım (Büyük kola yerine 2 ayran)
hiç acımadan son tanesine kadar bitirdim patatesleri
bir acısos bir ketçap, bir acısos bir ketçap, ne de güzel tamamlıyorlar birbirlerini.
Sonra 19:25 te 1 salonda gösterilecek olan “Wanted”a bir adet bilet aldım,
saate baktım daha 18:35,
radikal aldım, her sayfasını okudum yalnız geçen günlerimdeki gibi,
bir de çay tabi yanında, olmazsa olmaz.
Sonra kaldırdım kafamı kendime baktım: sanki kendim orda kalmış da ben kendime bakıyormuşum gibi. Güldüm kendi kendime, insanoğlu ne enteresan. Ankara’da nerde ankaranın yabancısı olduğu anlaşılan yalnız başına oturan birilerini görsem hüzün çöker içime. Nedenini bilmiyorum. Belki ben de yalnız kaldığım için zaman zaman. Ama yoo nedeni bu olamaz, ben sıkılmam ki yalnızlıktan korkmam ki... peki neden o zaman? Çok düşünmedim soru üstüne
Sinema salonuna girdim, 1 salona, en BÜYÜĞÜNE...
Toplam 5 kişi filmi seyrettik...
Sanırım burada daha önce hiç çalışmadığım kadar yoğun çalıştım. Şöyle bir baktım da tam 21 gün olmuş, ne haftasonu tatile ne de başka bir şey. 2005 yılında Denizli-Isparta ikilisinde aralıksız çalışılan 6 hafta ile karşılaştırıldığında hiçbir şey gibi gelebilir ama o zaman ki sorumlulukları ve iş yükü düşünüldüğünde kendi durumumu bitmiş olarak tanımlayabilirim şu anda. Neyse ki az kaldı. Önümüzdeki Cuma yıllık izne çıkıyorum bir aksilik olmazsa (bu arada zaten aksilik olmaması şaşılası bir durum olur). Etrafımdaki herkes olmasa da bazı kişiler çok şikayet ettiğimi bazıları ise nasıl olur da bu kadar az şikayet ettiğimi merak ederler. Umarım bunlar şikayete girmiyordur.
Her ne kadar kafayı yeme noktasına gıdım kalana kadar çalışmış olsam da, Uşak genel olarak keyifli geçti. Bizim için en önemli şey bulunduğun şehirde bir iş arkadaşının olması senle aynı zamanda. Neyseki burada Mr. TGM ile denk geldik. Gündüz şehrin farklı ilçelerinde çalışıp, gece ise şehrin merkezinde buluşuyoruz. Kader midir kısmet mi artık bilmiyorum, ben mi ona iyi geliyorum yoksa o mu bana onu da bilmiyorum ama, makul sayılabilecek rakamların üzerinde denk geldik kendisi ile farklı şehirlerde. 2 defa Bursa, 1 defa Antep, Denizli-Aydın yolundaki karşılaşmayı da saymıyorum hani :) Aslında normal şartlarda yapılacak uzun yürüyüşlerin aksine burada kendimizi PES (Play Station Pro Evolution Soccer) oyununa verdik. Bundan 2 ay önce biri beni karşısına alsa ve “Doruk Uşak’a gidip saatlerce PES oynayacaksın” deseydi sanırım oturma organımla gülerdim kendisine, zira psikopata yakın derecedeki hareket düşkünlüğüm beni o tarz oyunların başında bırakın 1 saat 10 dakika bile oturmakta alıkoyar. Ama nasıl olduysa işte bir kereden bişey olmaz dedik. Deyiş o deyiş, resmen bağımlısı olduk. İnanması zor ama 2 haftada sol baş parmağım bildiğiniz nasır bağladı. Ben de kendimi avutuyorum olsun hareket olsun da baş parmağa olsun diye...
Hani zaten baştan kabulleniyor bizim işte yalnızlık, ama böyle yakın bir arkadaşınız düştü mü yanınıza o da harika bir lütuf halini alıyor insan için. Dün Ankara’dan Marmaris’e geçerken Uşak’a MR. TGM’in yanına ailesi uğrayınca bana yalnız geçen günleri yad etmek düştü.
Saat 6 ya doğru çıktım,
yarım saatlik araba yolculuğu sonrası şehre vardım,
arabayı otelin park yerine bırakıp,
yürümeye koyuldum.
Karun alışveriş merkezi derler bir yer var burada,
yoğun günün ardından kendimi mükafatlandırıp 1 adet büyük boy Whopper Cheese menü aldım (Büyük kola yerine 2 ayran)
hiç acımadan son tanesine kadar bitirdim patatesleri
bir acısos bir ketçap, bir acısos bir ketçap, ne de güzel tamamlıyorlar birbirlerini.
Sonra 19:25 te 1 salonda gösterilecek olan “Wanted”a bir adet bilet aldım,
saate baktım daha 18:35,
radikal aldım, her sayfasını okudum yalnız geçen günlerimdeki gibi,
bir de çay tabi yanında, olmazsa olmaz.
Sonra kaldırdım kafamı kendime baktım: sanki kendim orda kalmış da ben kendime bakıyormuşum gibi. Güldüm kendi kendime, insanoğlu ne enteresan. Ankara’da nerde ankaranın yabancısı olduğu anlaşılan yalnız başına oturan birilerini görsem hüzün çöker içime. Nedenini bilmiyorum. Belki ben de yalnız kaldığım için zaman zaman. Ama yoo nedeni bu olamaz, ben sıkılmam ki yalnızlıktan korkmam ki... peki neden o zaman? Çok düşünmedim soru üstüne
Sinema salonuna girdim, 1 salona, en BÜYÜĞÜNE...
Toplam 5 kişi filmi seyrettik...
Sunday, July 20, 2008
İşim gereği güzelim anadolumun baya bi memleketini gördüm. En küçük esnaf lokantasında taze fasulye, en kral kebapçı da altı ezmeli kebap da yedim ayıptır söylemesi. Daha önce adını bile duymadığım değişik yemekler tattım, birbiriyle hiç gitmeyecek diye düşündüğüm lezzetlerin ne de güzel anlaştıklarına şahit oldum. Eminin gördüklerim görebileceklerimin yanında koca bir hiçtir ama yine de ilk defa bir pidecinin menüsünde "soğansız pide"ye rastladım. Yahu tamam mantıkta da kullanılır, bir şeyi anlatmanın bir yolu da onun ne olmadığını tanımlamaktır.
Ama bu kadarı da olmaz yani; "n-1": her şey olabilir ama soğan asla.......
Wednesday, June 25, 2008
Pazartesi günü Diyarbakırdaki 4 haftamı doldurmuş olacağım ve Salı günü de burayı mumla arayacağıma emin olduğum iç batı anadolunun küçük bir şehrinin küçük bir ilçesine doğru yola koyulacağım. Bizimkiler buraya geleceğimi duyunca ilk çok tedirgin oldular. Zaten biliyordum yersiz olduğunu bu kaygıların ama daha uçaktan inerken kanım kaynadı şehre. Anadolu Jet sağ olsun ucuza geldi bu Anadolu seyahatleri (sanki ben veriyorum cebimden). Oldukça memnunum ben bu hizmetten, zaten çok adetim değildir uçakta adet yerini bulsun dostlar alışverişte görsün diye yapılan ikramdan nasiplenmek. Bir de Diyarbakır uçağının günün ilk seferi olması da önemli bir avantaj sağladı. Zira pilot ve hosteslerin gecikmesi dışında rötar olasılığı yok. Beklendiği gibi oldu tam vaktinde kalktı uçak. Zaten uykusuzum, daha tekerler havalanmadan uykuya dalıp uçak tekerleri yere vurduğunda açtım gözlerimi...
Neyse gereksiz hikaye başı tasvirlerini bırakayım şimdi. Güneydoğudaki çoğu şehri, orta anadoludaki çoğu şehre tercih ederim. Antep olsun, Urfa olsun oldukça köklü bir kültürleri ve bu şehirlerin ve insanlarının. Diyarbakır da bu bölgedeki şehirler arasında antepten sonraki yere oturdu kalbimde.
Diyarbakır gerçekten büyük bir şehir. Kuruluşu Artuklulara dayanıyor galiba emin değilim). Şehirin eski merkezi “Sur İçi” olarak adlandırılan bölgede. Buraya neden sur içi dendiğini tahmin etmek çok da zor değil sanırım. Ama aklınızda öyle İstanbul Bursa Ankara ya da başka bir şehirde gördüğünüz kale surları gelmesin. Bu tamamen başka bir olay. İnsanın nutku tutuluyor surların uzunluğundan ve büyüklüğünden. Yine bana söyleyenlerin yalancısıyım: Dünya üzerinde Çin Seddinden sonraki en uzun yapı diyorlar surlar için. Denemedim ama yürümeyi seven ve çok yürüyen bir insan olarak tahminde bulunmam gerekirse sanırım surların etrafında bir tur atmak 3 saati bulur yürüyerek. Zaten bir google araması yapıp kuş bakışı görünümüne bakmanızı isterim. Bildiğim kadarı ile tane büyük kapısı var surların: Mardin kapı, Urfa kapı, Tek kapı, Çift kapı, Dağ kapı ve saray kapı....
Sur içi, şehrin en eski bölgesi, hemen hemen bütün camiiler kiliseler hanlar vb eski yapılar burada. Biz de bu eski yapıların tamamına yakınını gittik gördük. Müslümanlar arasında en kutsal 5. mekan olarak gösterilen ve zamanında kiliseden dönüştürülen Ulu cami, 4 ayaklı minare, Süryani kilisesi ve Diyarbakır merkez kilise bunlardan sadece bir kaçı. Ben ortalama bir insanımdır. Sevinçlerim hüzünlerim hayretlerim hep ölçülüdür. Ama öyle bir yer var ki bu şehirde içine girince heyecandan nutkum tutuldu. Beni benden aldı başka yerler götürdü. Sadece bir 400 sene önce de burda olmak istedim. Bahsettiğim yer Hasan Paşa hanı. Yolunuz düşerse asla görmeden gitmemeni gereken yerler arasında birinci sırada. İçerisi küçük eşya incik boncuk kumaş ve daha bir sürü renkli şeyle dolu ortada sanki eski zamanlardan kopup gelmiş bir kahve (cafe) var. Hanın hemen girişinde eskiden 500 atın aynı anda barınabildiği bölme, lokanta haline getirilmiş.Tek kelimeyle nefes kesici.
Bunun dışında şehre geldiğinizde uğramadan gitmemeniz gereken 2. yer ise Gazi Köşkü. Mardin kapıdan çıkıp birkaç km gittiğinizde şehrin hemen hemen tek yoğun yeşilliğe ve ormana sahip bölümünde Dicle’ye tepeden bakan bir yamaca kurulmuş Gazi Köşkü. Atatürk 1937 yılında sanırım Hatay meselesi için bu taraflara geldiğinde kalmış. Bu nedenle gazi köşkü deniyor. Bir teras ve terasta bir manzara var ki akıllara ziyan. Keşke 70 sene öncesi olsa, keşke bu ılık rüzgar yine esse, keşke yine böyle alacakaranlık olsa ve keşle atamla oturup da iki duble atabilseydim diyorum içimden. Güzel bir kebapçı var şimdi buranın bahçesinde, lezzetler unutulmaz ama maalesef içki yok. O yüzden yetim kalıyor biraz yemekler.
Şehrin eski bölgelerinin yanında daha yeni ve sosyal anlamda zengin semtleri de var. Çoğu kişinin bildiği “Ofis” semti bunlardan en çok rağbet göreni. Biraz ileride iki tane AVM kurulmuş, onlar da yavaş yavaş hayat veriyor şehre. Ama şehrin aklında kalan en büyük özelliği neydi diye sorsanız hiç tereddüt etmeden, özellikle sur içinde adım başı karşınıza çıkan çocuklar. Her yerde çocuk var her yerde, çıplak ayaklı, deli dolu küçücük çocuklar. Yani 3-4 yaşında çocuk bile var sokakta. Merak ediyor insan nerde bunların anası babası. Benim 4 yaşında tek başıma karşıdan karşıya bile iznim yoktu. Bunun yanında en fazla 6 yaşındaki kız çocuğu henüz yeni yürümeye başlayan kardeşini karşıdan karşıya geçirebiliyor burada. Onun dışında hiçbir yerde görmediğim daha doğrusu küçük ilçelerde ve köylerde çokça olmasına rağmen hiçbir şehirde görmediğim garip bir kolektivizm var şehirde. Öyle ki mesela dolmuşta Migrosa gittiğim bir gün, yaşlı bir kadın ile 3 çocuk bindi dolmuşa. Ne kadar verdi bilmiyorum ama eksik olduğu anlaşılan ücreti muavine uzatıp, “yavrum kusura bakma bu kadar çıktı” dedi. Bu hareketin olası sonucu Ankara veya İstanbulda hakaret olabilir ve büyük ihtimal “kardeşim paran yoktu neden bindin” derler adam. Ama muavin en ufak bir bozulma sinyali vermeden gülerek parayı kabul etti ve her tarafından içtenlik akan bir ses tonu ve jestle “canın sağ olsun” dedi. Şok oldum ama daha çok mutlu oldum.
Şehrin en önemli lezzeti kaburga dolması. Açıkçası et sevmeme rağmen çok da bana hitap eden bir yemek değil. En ünlü kaburgacılarından olduğu için Selim Amca’da yediğim ama buranın yerlileri tarafından bu davranışım nedeniyle çok eleştirildiğim için olabilir belki de. Çünkü burada en kral kaburga dolmasını “Özler Lokantası” yaparmış dediklerine göre. Ve yine dediklerine göre Selim amcada yediğim için beğenmemem gayet normalmiş. Tabi bu anlatılanlar ikinci bir deneme yapmam için hiç de yeterli değildi.
Diyarbakırdaki çalışmayarak geçirdiğim ender zamanlarımın çoğunu yine yürüyüş yaparak geçirdim. Hazır sıralama hevesine girmişken, diyarbakırı da en çok yürünesi şehirler arasında Bursa ve Antep’ten sonra hiç düşünmeden 3. sıraya yazarım.
Neyse gereksiz hikaye başı tasvirlerini bırakayım şimdi. Güneydoğudaki çoğu şehri, orta anadoludaki çoğu şehre tercih ederim. Antep olsun, Urfa olsun oldukça köklü bir kültürleri ve bu şehirlerin ve insanlarının. Diyarbakır da bu bölgedeki şehirler arasında antepten sonraki yere oturdu kalbimde.
Diyarbakır gerçekten büyük bir şehir. Kuruluşu Artuklulara dayanıyor galiba emin değilim). Şehirin eski merkezi “Sur İçi” olarak adlandırılan bölgede. Buraya neden sur içi dendiğini tahmin etmek çok da zor değil sanırım. Ama aklınızda öyle İstanbul Bursa Ankara ya da başka bir şehirde gördüğünüz kale surları gelmesin. Bu tamamen başka bir olay. İnsanın nutku tutuluyor surların uzunluğundan ve büyüklüğünden. Yine bana söyleyenlerin yalancısıyım: Dünya üzerinde Çin Seddinden sonraki en uzun yapı diyorlar surlar için. Denemedim ama yürümeyi seven ve çok yürüyen bir insan olarak tahminde bulunmam gerekirse sanırım surların etrafında bir tur atmak 3 saati bulur yürüyerek. Zaten bir google araması yapıp kuş bakışı görünümüne bakmanızı isterim. Bildiğim kadarı ile tane büyük kapısı var surların: Mardin kapı, Urfa kapı, Tek kapı, Çift kapı, Dağ kapı ve saray kapı....
Sur içi, şehrin en eski bölgesi, hemen hemen bütün camiiler kiliseler hanlar vb eski yapılar burada. Biz de bu eski yapıların tamamına yakınını gittik gördük. Müslümanlar arasında en kutsal 5. mekan olarak gösterilen ve zamanında kiliseden dönüştürülen Ulu cami, 4 ayaklı minare, Süryani kilisesi ve Diyarbakır merkez kilise bunlardan sadece bir kaçı. Ben ortalama bir insanımdır. Sevinçlerim hüzünlerim hayretlerim hep ölçülüdür. Ama öyle bir yer var ki bu şehirde içine girince heyecandan nutkum tutuldu. Beni benden aldı başka yerler götürdü. Sadece bir 400 sene önce de burda olmak istedim. Bahsettiğim yer Hasan Paşa hanı. Yolunuz düşerse asla görmeden gitmemeni gereken yerler arasında birinci sırada. İçerisi küçük eşya incik boncuk kumaş ve daha bir sürü renkli şeyle dolu ortada sanki eski zamanlardan kopup gelmiş bir kahve (cafe) var. Hanın hemen girişinde eskiden 500 atın aynı anda barınabildiği bölme, lokanta haline getirilmiş.Tek kelimeyle nefes kesici.
Bunun dışında şehre geldiğinizde uğramadan gitmemeniz gereken 2. yer ise Gazi Köşkü. Mardin kapıdan çıkıp birkaç km gittiğinizde şehrin hemen hemen tek yoğun yeşilliğe ve ormana sahip bölümünde Dicle’ye tepeden bakan bir yamaca kurulmuş Gazi Köşkü. Atatürk 1937 yılında sanırım Hatay meselesi için bu taraflara geldiğinde kalmış. Bu nedenle gazi köşkü deniyor. Bir teras ve terasta bir manzara var ki akıllara ziyan. Keşke 70 sene öncesi olsa, keşke bu ılık rüzgar yine esse, keşke yine böyle alacakaranlık olsa ve keşle atamla oturup da iki duble atabilseydim diyorum içimden. Güzel bir kebapçı var şimdi buranın bahçesinde, lezzetler unutulmaz ama maalesef içki yok. O yüzden yetim kalıyor biraz yemekler.
Şehrin eski bölgelerinin yanında daha yeni ve sosyal anlamda zengin semtleri de var. Çoğu kişinin bildiği “Ofis” semti bunlardan en çok rağbet göreni. Biraz ileride iki tane AVM kurulmuş, onlar da yavaş yavaş hayat veriyor şehre. Ama şehrin aklında kalan en büyük özelliği neydi diye sorsanız hiç tereddüt etmeden, özellikle sur içinde adım başı karşınıza çıkan çocuklar. Her yerde çocuk var her yerde, çıplak ayaklı, deli dolu küçücük çocuklar. Yani 3-4 yaşında çocuk bile var sokakta. Merak ediyor insan nerde bunların anası babası. Benim 4 yaşında tek başıma karşıdan karşıya bile iznim yoktu. Bunun yanında en fazla 6 yaşındaki kız çocuğu henüz yeni yürümeye başlayan kardeşini karşıdan karşıya geçirebiliyor burada. Onun dışında hiçbir yerde görmediğim daha doğrusu küçük ilçelerde ve köylerde çokça olmasına rağmen hiçbir şehirde görmediğim garip bir kolektivizm var şehirde. Öyle ki mesela dolmuşta Migrosa gittiğim bir gün, yaşlı bir kadın ile 3 çocuk bindi dolmuşa. Ne kadar verdi bilmiyorum ama eksik olduğu anlaşılan ücreti muavine uzatıp, “yavrum kusura bakma bu kadar çıktı” dedi. Bu hareketin olası sonucu Ankara veya İstanbulda hakaret olabilir ve büyük ihtimal “kardeşim paran yoktu neden bindin” derler adam. Ama muavin en ufak bir bozulma sinyali vermeden gülerek parayı kabul etti ve her tarafından içtenlik akan bir ses tonu ve jestle “canın sağ olsun” dedi. Şok oldum ama daha çok mutlu oldum.
Şehrin en önemli lezzeti kaburga dolması. Açıkçası et sevmeme rağmen çok da bana hitap eden bir yemek değil. En ünlü kaburgacılarından olduğu için Selim Amca’da yediğim ama buranın yerlileri tarafından bu davranışım nedeniyle çok eleştirildiğim için olabilir belki de. Çünkü burada en kral kaburga dolmasını “Özler Lokantası” yaparmış dediklerine göre. Ve yine dediklerine göre Selim amcada yediğim için beğenmemem gayet normalmiş. Tabi bu anlatılanlar ikinci bir deneme yapmam için hiç de yeterli değildi.
Diyarbakırdaki çalışmayarak geçirdiğim ender zamanlarımın çoğunu yine yürüyüş yaparak geçirdim. Hazır sıralama hevesine girmişken, diyarbakırı da en çok yürünesi şehirler arasında Bursa ve Antep’ten sonra hiç düşünmeden 3. sıraya yazarım.
Dağ kapıdan çıkıp yürünür parka doğru, parkı geçip Ofis’e girilir. Ofiste koca bir tur atıldıktan sonra caddenin ortasında duran nur yüzlü, gülümsemesi insanın içini ısıtan yaşlı mı yaşlı teyzeden bir sakız daha alınır odadaki sakız dağına eklemek üzere...
Yaw bu teknolojiye olan yabancılık nedir yaaaaaaaa
20 tane resmi aynı posta koyamadım bu biiirrrr
bi de yazıyı sağa yaslayamadım bu da ikiiiiiii
yardım istiyorum :)
Subscribe to:
Posts (Atom)