Thursday, January 25, 2007


Çok ileri bir tarihte
Çok yaşlı olarak
Sessizce ayrılmalıyım
Kimseye pek gözükmeden
Ve kimseyi rahatsız etmeden.
Masamın üzerinde
Dünden kalan isler
Tamamlanmamış yazılar
Okunmayı bekleyen kitaplar
Ve anılar ve umutlar.
Filleri kuyruğundan çekerek
Tepeleri aşırtmakti görevim
Günler bitti filler tükenmedi
Ben elimden geleni yaptım
Gerisini siz tamamlayın.
Boşa geçmedi hayatım
Daha fazlası olabilirdi ama
'Buna da şükür' demeliyim
İşte sevgili dostlar
Ben böyle veda etmeliyim.
İsmail CEM
New York, 1995

Thursday, January 18, 2007


Aslında alıştığım yoğunlukta olmasa da yoğun geçti sayılır geride bıraktığım iki hafta. Cuma (yarın[19.01.2007]) gününü elimdeki işi bitirmek için son tarih olarak belirledim. Sınırları katı katı belirlenmiş bir iş planımız yok, kendi iş planımızı kendimiz çıkartıyoruz. Bu sebeple aslında cuma gününe bu işler yetişecek gibi bir dayatma olmasa da, sonradan daha fazla çalışmamak için böyle bir tarih belirledim kendime.

Bankalar Birliği'nin 1 günlük "Davranışsal Finans" konulu eğitimine katıldım. Zaten sosyal psikoloji alanı ilgimi çekmiştir hep, master ımı bıraktığım için üzülürüm ara ara. Çoğu bildik şeylerdi, ama benim için en ilginç olanı eğitmenimizin eski borsacılardan olmasıydı. 1986 yılında İMKB nin kuruluşunda bulunmuş, aracı kurumlarda çalışmış, yaşadığı komik olayları anlattı. İlerde zaman olursa onları da anlatırım belki de....

Perşembe günü hastalandım, yeni iyleştim. Dedikleri gibi.... Tam bir "1" hafta.

Çalıştığım fazla kurumsal kurum yeni bir diz üstü bilgisayar gönderdi bana. Eskisini çok seviyordum zor oldu ayrılmak. Ama sevindim bi yandan da DVD player ve wireless connection imkanı oldukça ilgi çekici :)

Çok sevdiğim dostum takım arkadaşım "kaptan" askerden döndü dün. Akşam onu görücem, antrenmanı iple çekiyorum.

Bu arada çok güzel balık yedim, az biraz rakı, ve çokça huzur.....

Arabayı servise götürdüm, motorsiklet parası aldılar :)

Pazartesi toplantım var istanbulda, özledim İstanbulu ve bana yaşattıklarını, iple çekiyorum gitmeyi.


Thursday, January 04, 2007

Reklam Kolajı



Ben sevmem Okan Bayulgen'i, tarzını kişiliğini kendisinin her türlü özelliğini, yıllardır televizyon kanallarında gösterilen programlarını hiç seyretmedim. Arayıp gereksiz bir sürü geyik yapan hatunları da hiç anlamadım. Ama başarılı olduğunu kabul etmek gerek. Türkiye gibi - adam harcama konusunda ağzının suyu akan medyası olan - bir ülkede daha iyisini yapmak herhalde mümkün olmazdı. 29 aralık akşamı da televizyon ekranına yalnız başıma bakıyor olsaydım, şimdi bile adını hatırlamadığım Okan Bayülgen'in sunduğu TV programını seyretmiyor olacaktım büyük ihtimal.

Beni keyiflendiren bir kaç şeyden biri Hakkı Devrim'in kendisine "abartı ve mubalağa kelimelerini aynı cümle içerisinde kullanmasının aynı anlama gelmelerinden ötürü yanlış olduğunu" söyleyen Okan Bayülgen izleyicisine verdiği mükemmel cevaptı. " Sizin gibi toy gençler günün birinde duyarsa şaşırmasın diye kullanıyorum öğrenmiş oldunuz" tarzındaki bir cevap verdi üstat. Bir diğer şey de yukarıdaki reklam kolajıydı. Ağzım açık deli gibi gülerek seyrettim :) Umarım beğenirsiniz

Thursday, December 28, 2006

Ulus (Ankara)'ta olup da çarşı pazara karışmamak olmaz dedik ve Boğaziçi Lokantası'ndaki öğle yemeğinden sonra alışverişe çıktık biraz :=) Ulus'ta bayram koşuşturması yeni yıl heycanının önüne geçmiş uzak ara. Öyle olması da beklenmedik birşey değil zaten. Esnaf'ın yeni yılla ilgili heycanla bekledikleri tek şey 1 Ocak günü yapacakları sayım. Ben de çok net hatırlıyorum babam yılbaşı gecesi ne kadar geç yatarsa yatsın ne kadar çok içerse içsin sabah 8 olmadan "tükkan"a gider akşam geç saatlere kadar dönmezdi. Neyse çocukluk anıları bir yana biz de kapıldık bu bayram telaşına biraz da gönüllü olarak. Artık eskisi gibi yaşamasak da bayramları ( ki ben de hatırlamıyorum nasıldı o eski bayramlar) biraz nostalji fena olmaz sanırım.
Önce Eyüp Sabri Tuncer'e gidildi, 1923 yılında ilk açtıkları atölye kadar eski olmasa da Ulus'taki yerleri de en az 50 senelik. İçerisi ana baba günü 20 m2 lik dükkanda ayakta durmak mümkün değil. 5 tane satış elemanı masmavi tertemiz önlüklerini giymiş, yetişmeye çalışıyor telaşlı Ankaralıların zor anlaşılan isteklerine. Envai çeşit kolonya, lavanta ve koku var içeride, renk renk her boydan. Biz şaşmıyoruz klasik kolonyamızdan tabiki...
Ordan çıkıp eski Ulus halinin yanında geçip (içeri girmek olanaksız çünkü iğne atsanız yere düşmüycek dedirtecek cinsten bir kalabalık), esli Ulus çarşısına giriyoruz. İstanbul'un Kanyonu varsa bizim de Ulus Çarşımız var. Şaka bir yana gerçekten değerlerimize sahip çıkamama konusunda üzerimize yok. Avrupa ülkelerinden birinde olsa o çarşı restore edilir, nostaljik havası daha fazla vurgulanarak kültür mirası olarak sunulur kültür mirası arayan binlerce turiste. Bizde ise 70 sene önce kurulduğu hali neyse şimdi de aynı eminim. Camlar pencereler dökülüyor, baskı sistemi gelmeden önce elle yazılmış tabelalar var dükkanların üzerinde. Bu kargaşadan ve pazar havasından kendini kurtaran iki tane dükkan var çarşıda biri daha önce bahsettiğim Akman Pastanesi (değerini ve posizyonunu tam bir klasik olduğu izlenimini vererek yaratıyor. Gerçekten bir klasik) diğeri ise Şekerlemeci Ali Uzun....

Burasının da kuruluş yılı 1935. İçerisi şaşırtmayacak derecede kalabalık (daha azını beklemiyordum gerçekten). Benim gibi tatlıyı ve çukulatayı seven birinin içeri aç girdiği takdirde hayatının en büyük hatalarından birini yapacağına karar veriyorum girer girmez. Nefsimi köreltmek için azcık çukulata alma fikri bir anda hummalı bir toptan tatlı alışveriş seromonisine dönüşüyor. Fıstık ezmesi, badem ezmesi, fıstıklı korkan, çukulata......

Dayanamadım hemen yedim krokanları :) Çok güzeldi

Wednesday, December 27, 2006


Okul hayatı boyunca bir kere bile ciddi bir problem olmayan sabah erken kalkma olayı nedense işe girdikten sonra tam bir baş belası oldu. Okulda dalga geçerdim telefonlarının alarmını defalarca erteleyip yataktan bir türlü kalkamayan arkadaşlarıma. Şimdi ben de aynı durumdayım maalesef :=) Tabi sabah erken kalkmayı işkence haline getiren en önemli değişkenlerden biri de traş olma faslı. Ben bu birbirini izleyen sıralı işkence seanslarının yıldırıcı etkisini gidermek için banyoma küçük ve çok eski bir radyo koydum. Duş alıp, traş olmak için bezgin gözlerle aynaya bakmadan önce mutlaka dokunuyorum düğmesine. Tabi kanal kaydetme gibi bir lüksüm de olmadığı için döndüre döndüre arıyorum istasyonları. İşte bu sabah NTV radyo inat etmeyip de radyoyu açar açmaz çıksaydı karşıma cızırdamadan, belki de hiç farkında olmayacaktım Metin Altıok'un bu şiirinden:

Kendine yük haline gelince
koru kendini asıl kendinden
kekik bile kendince kokarken
bir tortu kalmıştı geriye
ben bildiğin o senden
sen de saygılı ol kendine, yola bir sabah erkenden
ya hiç bir yerde görünme
ya da geç aynı anda üç yerden

2 Temmuz 1993 günü yaşadığımız vahim Sivas katliamı kurbanlarında biri olan Metin Altıok'u tanıyordum ama bu şiirine hiç rastlamamıştım. Bir araba firması reklamında kullanmıştı bu şiiri... İnternette dolaşırken bu reklam kampanyasının aslında hiç de yeni olmadığını fark ettim. Milliyet gazetesinin 31 Ağustos sayısının ekonomi bölümünde bahsediliyordu bu reklam kampanyasından. Sonra da Can Dündar'ın şu yazısına denk geldim 2 eylül 2006 tarihli. Benim içimdeki merak şiirin içeriğine yönelikti aslında ama Can Dündar farklı açıdan bakmış olaya, "şiirlerin popülist bir şekilde böyle reklamlarda kullanılması uygun mudur?" şeklinde. Kesin yargısını da vermemiş konuyla ilgili ama sanki onaylamıyor gibi...

Bana da önce haklı gibi göründü açıkçası, ama sonra düşündüm: Metin Altıok'un hiç bilmediğim bir şiiri çıkıyor karşıma, şiiri bulmak için internette dolaşırken çok azını bildiğim ve çoğunu daha önce hiç görmediğim onlarca şiirini okuyorum, bir kısmını çok beğenip bir yerlere kaydediyorum. Belki yazımı okuyan sizlerle çarpan etkisi artıyor....
AMA reklam veren firma ismi yok aklımda. Çok da kötü olmamış diyorum içimden, iyi ki böyle bir reklam yapmış ismini bile hatırlamadığım reklamveren....

Son söz: Şiiri çok beğendim
İlk son sözün aslında gerçek son söz olmadığını gösteren son söz: Saygıyla anıyorum Metin Altıok'u...

Friday, December 22, 2006

Üstünel Köftecisi
Aslında Bursa’dayken yaptığım gibi tipik bir “Bugün leziz mi leziz harika bir köfte yedim” yazısı olabilirdi bu post. Yalnız bu sefer köfteler de her ne kadar üzerlerine yazı yazılacak kadar güzel olsalar da burada bu cuma öğleden sonrası yarı hastalıklı halimle beni yazmaya iten şey köfteden ziyade köfteye arkadaşlık eden yeşillikler....

Yaptığım iş gereği haddinden fazla geziyorum: şehir içi şehir dışı. Son birkaç aydır ve herhangi bir sürpriz olmazsa önümdeki birkaç ay boyunca Ankara’da olacağım. Geçen sefer bahsettiğim gibi Ulus’tayım bu aralar, dedemden çok dinlesem de kendim etraflıca gezme fırsatı bulamamıştım bu zamana kadar. Fırsat bu fırsat her öğlen başka bir yerde yemek yiyoruz sonra da uzun yürüyüşler yapıyoruz.

Sabah Suat bey, yakındaki iki iş arkadaşımızla yemek yesek nasıl olur dedi bana? Böyle fırsat kaçar mı atladım hemen. Bu iki kişiden biri MR. TGM olduğu için tabiki :) Kazım Karabekir Caddesi üzerinde sanayi sitesinin içerisinde, tam da sanayi sitelerinde görmeye alıştığımız cinsten bir köfteci var: Üstünel Köfte. İki katlı küçük kendi başına yeten bir baraka burası. İçerde 15-20 masa var. Masa dediysem de 4 kişinin yanyana oturması mümkün olmayan üzerinde yemek yemek için tabureye ihtiyacınız olan masalar. Büyük olasılıkla 4 tane sandalye yan yana sığmaz çünkü. Ben daha önce çok kereler tekrarladığım gibi köfte olayına bayılırım. Buraya ilk defa geliyor olmama iş arkadaşlarım mı daha çok şaşırdı ben mi daha çok şaşırdım bilmiyorum, ama masadaki manzarayı en çok benim sevdiğim açıktı.


Aysberg, marul, roka, nane, taze soğan, kırmızı soğan, pancar, çeri domates, söğüş domates, ızgara sarımsak ve daha bir sürü yeşillik geldi sırasıyla masaya yalnız bunlar tabakta servis edilmedi çoğumuzun alışık olduğu cafe restaurant konseptine tezat olarak. Bunların hepsi üzerine kağıttan masa örtüsü serilmiş masanın üzerine boca edildi itina ile. Boca edilmek ve itina kelimeleri yanyana gitmiyor gibi görünse de gerçekten boca edilen bir şeyin nasıl olup da bu kadar özenli bir şekilde dağıldığını anlamak zor. Sanki garsonlar ressam, servis yaptıkları boya, masa da tuval bizler de bu sanatın yapılışını izlemeye gelen sanatseverler....

Akşam şimdilik yapacak ilgi çekici bir planım olmadığı için (ki olsa da sanırım dayanamazdım) ızgara sarımsaklara hayır diyemedim ne yalan söyleyeyim. Domatesler bal gibi zaten. Tam bir ziyafet.... derken köfteler geldi. Onlar da güzeldi ama bu sefer büyük ödül başrol oyuncusuna değil de yardımcı oyuncu yeşilliklere gönderildi benim tarafımdan.

Öğleden sonranın uykuyla geçeceğini bile bile çektiğimiz ziyafet esnasında etrafımızda oluşan kalabalığın farkına varmamıştık tabiki. İnsanlar masaların arasına serpiştirilmiş ayakta sıra bekliyorlardı. Zaten sahipleri de farkında olayın çay, kahve, tatlı, çorba hiç bir şey yok masadaki ortalama konaklama süresini uzatacak. Çoğu atölye şeklinde çalışan usta mekanların aksine haftanın 7 günü açık bu köfteci. Yolunuz düşerse tavsiye ederim. Cafeler caddemiz Arjantin’deki konforu bulamayabilirsiniz ama oradaki çoğu lezzetten daha fazlasını bulacağınız kesin....

Monday, December 18, 2006

Akman Pastanesi
Geçen perşembe günü önümüzdeki 2 ayımızı geçireceğimiz Çıkrıkçılar'a geldik. Ankara'yı bilenler bilir burayı Ulus semtinin göbeğinde pazarı, hali ve yokuşu ile ünlü bir semt. Ankara'nın en eski ticaret merkezlerinden biri konumunda. Eski canlılığından çok da bir kayıp vermemiş. Öğlen Tapi Tavukta yemek yedikten sonra biraz dolaşalım dedik. Eski mi eski binaların bulunduğu sokaklarda yürürken Suat bey, "Doruk Akman Pastanesinin ilk yeri burasıdır deyip Ulus Çarşısının içerisine soktu beni. Kocaman bi avlu içerisinde sıra sıra dizilmiş tükkanlar :), şekerlemeci Ali Uzun ve avlunun tam ortasında konumlanmış Akman Pastanesi.

İçeri girer girmez o tarihi hava hemen hissettiriyor kendini, az buz eski değil hani. 1936 yazıyor kuruluş yılı için. Ankara için gerçekten eski yani :=) İçeri girdik. Ulus eski havasını yitirmiş genelde yukarı mahalle çocuklarının çok da uğramak istemedikleri yerlerden biridir aslında İstanbul'daki isimdaş kardeş semtinin aksine. İçeride gördüğüm tablo tam anlamıyla dumura uğrattı beni. İnanılmaz bi mozaik. Tam önümdeki masada Balzac'ın hangi kitabını okuduğunu tam olarak göremediğim bir kadın okuduğu kitabın bir hayli iç karartıcı olduğunu göstermek istercesine derin derin sigara içiyor. Yalnız başına; önünde çayı saymazsak tabi.. Yan masamızda muhtemelen PTT çalışanları, giyimleri özenli fakat gelirimiz bu kadar napalım dercesine giyinmiş. Hemen arkamızdaki masada ise tipik orta anadolu şivesiyle konuşan 3 tane orta yaşlı kadın. 2 tanesi tam türban değil de başörtüsü bu dercesine başlarını örtmüş, diğeri sazı eline almış zaten çoktan: "şingi ben o gunden sonra sıggı sıggı tembihliyomm bizim bebelere otobuste dolmusta gozlerini apacıg dutsunlar diyeee...."

Garson ne içersiniz diye sorduğunda aklımdan "boza" demek geçmedi değil aslında. Hava da "bu nasıl Ankara havası" dedirtmek istercesine soğumadığı için inatla; Sahlep fikri ilk başta çok çekici gelmedi. Ama Suat beyin tavsiyesine uyarak Sahlep istedik iki tane. Tam "Dondurmam Gaymak" repliği gibiydi sahlep :) Sahlepin hası yani, süt tozu, şeker aroması, nişasta falan yok yani içinde. Ya da bana öyle geldi :) Kalaylı ağzımla daha Suat bey yarısına gelmeden bitirdim sahlepimi. Tadı hala damağımda.. umarım havalar çabucak soğur da bir an evvel giderim tekrar....

Monday, December 04, 2006

Uzun zamandır yazmıyorum. Çok da okurum yok ama okuyan bir kaç kişiyi çok da merakta bırakmamak için bişeyler çizittiriyim dedim. Çok sevdiğim çok da eski olmayan ama çoğu eski arkadaşımdan daha fazla şey paylaştığım bir arkadaşım gönderdi bugün bu şiiri. Herhangi bir anlamı yok sadece beğendiğim için koyuyorum. Unutulmasın diye....
Göker, abi kaçak dövüşüyoruz kusura bakmıycan artık :)

ÇİNCE

ayrıldık ya, ateşini söndürdüm, uçuçböceklerini yaktım
içim cız etmedi mi, etti, allah kahretsin
gözlerime uçaklar düşmedi mi,
düştü, allah kahretsin
gül yapraklarını tuvalet kağıdı yaptım,
yıldızların bodrumda
nuh'un gemisi sırtımda paramparça
cami kedilerinin yalnızlığından geçindim
ve daha bilmem nelerden
seni unutmak istedim bunca kıskançlığımla
ezogelin çorbanı, arapsaçını sigara külünü unutmak istedim
unuttum mu, unutamadım,
allah kahretsin ayrılık taş duvar ayrılık çin seddi aramızda
çin seddi ne kadar uzun,
allah kahretsin

Akgün Akova

Friday, November 24, 2006

Bohemian Raphsody

Is this the real life,
is this just fantasy
Caught in a landslide,
no escape from reality
Open your eyes,
look up to the skies and see
I'm just a poor boy,
I need no sympathy
Because I'm easy come, easy go, little high, little low
Anyway the wind blows, doesn't really matter to me, to me
Mama, just killed a man, put a gun against his head,
Pulled my trigger now he's dead
Mama, life had just begun
But now I've gone and thrown it all away
Mama oooh... Didn't mean to make you cry
If I'm not back again this time tomorrow
Carry on, carry on, as if nothing really matters
Too late, my time has come, sends shivers down my spine
Body's aching all the time
Goodbye everybody,
I've got to go
Gotta leave you all behind and face the truth
Mama oooh (any way the wind blows)
I don't want to die,
I sometimes wish I'd never been born at all
I see a little silhouetto of a man
Scaramouche, scaramouche, will you do the Fandango
Thunderbolt and lightning, very very frightening thing
Galileo (Galileo)Galileo (Galileo)Galileo figaro (Magnifico)
But I'm just a poor boy and nobody loves me
He's just a poor boy from a poor family
Spare him his life from this monstrosity
Easy come, easy go, will you let me go
Bismillah! No, we will not let you go, let him goBismillah!
We will not let you go, let him goBismillah!
We will not let you go, let me go
Will not let you go, let me go
Will not let you go let me go
No, no, no, no, no, no, no
Mama mia, mama mia, mama mia let me go
Beelzebub has a devil put aside for me, for me, for me
So you think you can stone me and spit in my eye
So you think you can love me and leave me to die
Oh baby, can't do this to me baby
Just gotta get out, just gotta get right out of here
Nothing really matters, anyone can see
Nothing really matters, nothing really matters to me
Any way the wind blows.

Fredie Mercury 24.11.1991
http://queenonline.com/fmercury.html

Son söz: Öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü" kutlu olsun

Monday, November 20, 2006

ODTU
Çok da zaman geçmedi aslında mezun olalı. 10 yıl bile değil, ama bugün öğlen yemeğini yemeye gidip, çarşının üst katındaki Çeşniye oturup iki adet kumpir siparişi vedikten sonra. Durdum ve düşündüm. Sanki bir film seyretmişim çok yeni seyretmişim hem de, sanki dün akşam yatmadan hemen önce:
Üniversitedeyim, ODTU. Öğlen dersten çıkılmış, hoca Muhan Soysal mesela. Yok gerçekçi olmadı, rahmetli sadece sabah 8.45 saatini uygun görürdü ders vermek için. Olsa olsa seçmeli bir derstir bu kadar münasebetsiz bir saate denk gelen. Tüm ısrarlarıma rağmen yürüyerek gitme konusundaki önerim kabul edilmemiş, kaç kişiyiz? "6" çık sığmayız tek arabaya. Hadi ben aldım benimkini. Kücücük tek kapılı arabama 3 kişi tam sığmış. Hızla gelmişiz çarşıya. "Kantinde çok vakit kaybettik park yeri yok işte" diyor Hande. Neyse canım dediğime geldiniz KKM den yürümüş olacağız diyorum. Ne güzel biraz daha fazla yürümek. Herkes bir fikir atıyor ortaya nerede yiyeceğimiz konusunda. Aslında "Hocam Piknik" gönlümüzden geçen ama "çık" burada da yer yok. Son şans Çeşniye çıkıyoruz. Burda yer var işte. Ben bizimkileri kandırabilme ümidiyle dışarı çıkıyorum hemen. "Bakın hava ne kadar güzel, burda otursak mı?" yok hayır bu deneme de başarısız. Çoğunluk kabul etmiyor. Atayla iyi anlaşırız aslında o destek attı biraz ama narin Yelda'yı ikna etmek mümkün değil. Oturuyorz genişçe masaların birine, herkes veriyor siparişleri. Atay 42. defa başladığı diyetinin son diyeti olması hevesiyle salata istiyor. Salata var mıydı menüde hiç dikkat etmemişim. Önemi yok ne yiyeceğimizin çabuk gelsin yeterki... Ne yersek yiyelim portakal suyu eksik olmaz. İşte siparişler de verildi. Bir sessizlik kapladı masayı. Aynı bugün bizim masayı kaplayan sessizlik gibi. Ama değişen çok şey var aslında. Sadece bir film bu anlattığım. Hani kahramanı ile özdeşleştiğiniz, o sevgilisini öptüğünde sizin de öptüğünüz, o günü kurtardığında sizin de kahraman olduğunuz. Hangi film karakteri bilir kendisine imrenildiğini. Senelerce önce o masada siparişini bekleyen Doruk da bilmiyordur eminim. Evet evet bir filmdi bu doruk, çok güzel bir film. Daha güzelini seyredene kadar herkese anlatacağın. Ama gerçek hayata geri dön artık. Film bitti. Sadece şimdi var artık.

Friday, November 10, 2006


* Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, sehirde gördügü büyük binaları isaret ederek sormuş :
- bu köşk kimin ?
- kirkor'un...
- ya su koca bina ?
- yorgo'nun
- ya su ?
- salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :
- onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :
- biz mi nerede idik ? Biz Yemen’de, tuna boylarında, balkanlarda Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk pasam...
Atatürk'ün nükteleri-fikraları-hatıraları, sh 18


* Cumhuriyet
Atatürk, Mudanya yolu ile bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanıdın mi oğul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine ise almamış..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oğlunu almadılar mı? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İste cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta coşku dolu bir sesle:
- iste cumhuriyetten beklediğimiz netice... Diyordu.
Köymen, Hulusi; "Atatürk’ü Anmak" kitabından, s. 260

*Satı Kadın
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaslısı, ihtiyari köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seğirtti, kimi ayran , bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ataya uzattı:
- bir soğuk ayran içermişiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata'sı, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormuştu
Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman doğdun?
- 1919'da Atatürk Samsun’a çıktığı zaman doğdum.
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yasında olması lazım gelirdi. Halbuki karsısındaki kadın 25 yaslarında görünüyordu tekrar sordu :
- nasıl olur
- evet , nasıl olurdu .bu Satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
- evet paşam,ondan evvel yasamıyordum ki !
Bu espri Ata'yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz Satı kadını büyük millet meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.
"Yazılmayan yönleriyle Atatürk", S. Arif Terzioğlu sayfa 22-23


*Atatürk’ün bir hediyesi
Bir gün Konya’da Behiç bey’in evinde Mustafa Kemal general Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç bey, muhtar bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa kemal misafirine dedi ki:
-” biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum” diyerek elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak generale dedi ki :
-”bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir ingiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır.bu subay’ın ailesini arattımsa da bulamadım. Ingiltere’ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum” diyerek generale teslim etti.
"Anekdotlarla Atatürk" Emekli Tümg. Muzaffer Erendil

Monday, November 06, 2006

Anneannem aşıladı tiyatro sevgisini bize, cocukken cocuk oyunlarını kaçırmadığımız gibi, daha ilkokula yeni başladığımız dönemlerde üzerinde kocaman "Büyüklere" yazan oyunlara da götürdü bizi. Sıkı sıkı tembihlerdi: "Bakın aslında bu oyun büyükler için, ama size güveniyorum, sakın ses çıkarıp utandırmayın beni". Çok severdim (hala da seviyorum) anneannemi, hayatını bize adamıştı. Ne istersek anında olurdu. Biz de suiistimal etmezdik bize olan bu ilgisini. O nedenle kendisini utandırmak çok ayıp olurdu. Çıtımızı çıkarmaz sonuna kadar seyrederdik neler olduğunu anlamaya çalışarak. İşte gelişim psikolojisine ışık tutacak önemli bir sonuç: Ben çok sevdim tiyatroyu, senelerdir ankara devlet tiyatrosunda sergilenen çoğu oyunu izledim. Kardeşimse nefret eder tiyarodan :)
Uzun lafın kısası, cuma akşamı (03.11.2006) saat sekizde Tunus Caddesindeki Şinasi sahnesinde aldık yerimizi. Oldukça beğendim oyunu; ben zaten genellikle eğlenceli ve renki, nadiren ağır oyunları tercih ederim. Linkte konuya yer verdim, aslında klasik bir konu, zaman zaman işlenmiş. Tavsiye ederim, hoş vakit geçirebilirsiniz.

Thursday, November 02, 2006

Biz Kaç Kişiyiz?


Ayşe yazmış bugün blogunda http://aysesworld.blogspot.com/2006/11/davet.html

4 Kasım'da hep beraber bu ülkenin sahipsiz olmadığını gösterelim.

SADRİ ALIŞIK
Severim eski Türk filmlerini, hele bir de siyah beyaz olursa tadından yenmez. Sadri Alışık'ın yeri ayrıdır bende; kendime yakın gördüm hep. Ona benzetirdim kendimi onun gibi olmak isterdim, güldüğünde bile ağır bir havası olurdu, hep düşünceliydi bir yanı, hep olgun olandı benim için. Büyük oyuncu olduğu için de sadece bu rollerin adamı olmadı bence. Oynadığı her filmde "oynadığı karakteri kendisinden iyi oynayacak çıkmaz heralde" dedirtirdi bana. Az mı seyrettim Turist Ömer'i defalarca, zıttt erenköy diyişine bayılırdım en çok. Mail box'ı temizlerken Göker'in Ağustos ayı içerisinde bana gönderdiği, Ah Müjgan Ahh repliğine rast geldim, izi kalsın istedim:

Sevgimizin bir tanesiydin müjgan. saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür, elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti. ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü. öyle bir sevdim ki müjgan’ı, dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim, evleniriz gibi geldi bana. evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi. sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık. sonrada çarşılara giderdik. eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya nikah resimlerimizi de çektirdik. sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık. ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden. meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine. müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar. öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim. müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum. bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler. senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler. zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende. hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum

Thursday, October 19, 2006

Hoşçakal Bursa
Bir aydan daha fazla, 5 haftadan daha kısa bir süredir Bursa'dayım. Geçen sene de gelmiştim aslında, geçen sene de çok sevmiştim ve çok keyif almıştım bu şehirden ama bu sene bi başka güzel geçti. Gerçekten yaşanılacak şehir Bursa, (ilgilenenlere duyurulur iş tekliflerine açığım) bir kere trafik sorunu büyük ölçüde çözülmüş. İzmir (Mudanya) yolu üzerinde uzuuunn senelerdir devam eden yol çalışmaları bitmiş çok olmasa da eskisine nazaran akıcı bir trafik sağlanmış.
Bir kere şehir zaten yemyeşil, her tarafı "Doğal Anıttır Kesilemez" yazılı her biri en an yüz yıllık Çınar ağaçları ile dolu. Uludağ faktörü zaten şehri oldukça heycanlı bir hale sokuyor. Başı dumanlı kocaman bir dağın eteklerine kurulmuş yemyeşil bir şehir düşünün. Şehir burum buram tarih kokuyor bir yandan. Medrese, türbe ve camiler şehri aynı zamanda Bursa. Yolunuz düşerse uğramandan geçmemenizi tavsiye ettiklerim var: (Eğer yürümeyi seviyorsanız hepsini bir gün içerisinde yürüyerek bile görmeniz mümkün) Çekirgede Muradiye Cami ve Türbesi, Tophane'de Orhangazi ve Osmangazi Türbeleri, aynı zamanda Tophanede, Türkiyede gördüğüm en güzel şehir manzaralarından birine şahit olucaksınız. Tophane'de 2. Abdülhamit tarafından yaptırılmış olan Saat Kulesi de oldukça ilgi çekici. Daha sonra Heykele çıktığınızda adı gibi ulu ULU camii. Zaten Heykel semti şehrin merkezi konumunda. Yürümekten yorulduysanız ve biraz da acıktıysanız Kebapçı İskender'in en eski ve en otantik şubesi de cadde üzerinde. Buna rağmen Bursa'da yediğim en güzel iskenderi sanılanın aksine "Kebaçı İskender"ler zincirinde değil de Tophane'de bulunan "Bursa Kebapçısı"nda yediğimi söylemeden geçemeyeceğim. Tek kelime ile mükemmel bir lezzet. Bursa manzaralı eski bir konakta hizmet veriyor, zaten o manzara ve ortam mutlu etmeye yetiyor insanı. Tatlıyı da yine heykeldeli ULUS şekerlemecisinden alabilirsiniz, özellikle kayısı tatlısını (adından aldanmayın tamamen hamur tatlısı) ve kestane şekerini tavsiye ederim. Neyse çok dağılmdan devam edelim. Daha sonra Setbaşı'nın bitimine doğru meşhur Yeşil Cami ve Yeşil Türbe. Bu cami gerçekten enteresan öyle her camiiye benzemiyor, anlatmam zor (anlatırım da sonra çok ansiklopedik bilgi vermiş oluyoruz eleştirilere konu olmayalım :) ) Turumuz Yıldırım manzaralı Emirsultan türbesi ve camiini ziyaret ederek tamamlıyoruz. Bu anlattığım yerlerin çoğunluğu Osmanlının kuruluş aşamasında 1350-1450 yılları arasında yapılmış. Yani dini inaç seviyeniz ne boyutta olursa olsun sadece turistik amaçla gezilse bile oldukça tatmin edici.
Bursa'da yapılabilecekler sadece tarihi mekanları gezmekle sınırlı değil tabiki.. Her şey bi yana çıkın şehirde dolaşın o bile yeterli. Ama bizi bir yürüyüşle kandıramazsın derseniz, şehrin ortasındaki Kültür Park dinlenmek ve belki biraz da yürüyüş yapmak için birebir. Büyük bir kısmı yeşil park alanından oluşan yerleşkede 3 tane de çay bahçesi var. Çay bahçesi dediğime bakmayın bildiğiniz cafe işte. Ama fotoğraflarını çekmediğime pişman olduğum bir yer var ki böylesi bir botanik parkını Türkiye'de görmedim. İstanbul yoluna bağlanan çevre yolunda bulunan Botanik Parkı'nın bir benzerini Singapur'da görmüştüm.Mevsim itibariyle biraz soğuk olduğu için tam olarak yorumlayamadık parkın popülaritesini ve genel kullanım şeklini ama, eminin yaz aylarının Mudanya ve Uludağ ile beraber en gözde mekanlarından biri oluyordur. Uludağ'a zaten geliyorum kışları, birçoğunuz da biliyorsunuzdur anlatmaya gerek yok. Mudanya da şehrin yazlık mekanı vazifesini üstleniyor. Mudanya'ya da geçen sene gitmiştim, deniz kenarında balık yemek isterseniz öncelikli adreslerinizden biri olmalı
Bursa'nın en iyi (ya da en kötü) yanlarından biri İstanbul'a olan yakınlığı. Bursa-İstanbul arasını Topçular-Eskihisar iskelelerini kullandığınız takdirde toplam 120 km tekerlek döndürerek ve en fazla 2,5 saat içerisinde alabiliyorsunuz. Bu özelliğin şehrin kültürel ve eğlence hayatını sekteye uğrattığını düşündüğüm için bir açıdan da kötü olduğu kanısındayım. Belki muhafazakar yapısından belki eğlenmek için İstanbul'un tercih edilmesinden şehrin en gelişmeye açık yanı eğlence hayatı. Buna rağmen oldukça güzel yerler var. Mesela Kükürtlü Pembe Çarşı'nın girişinde bulunan "Cafe Siesta" İstanbul'daki ve Ankara'daki muadillerini hiç de aratmıyor. Bu civarda sayıları çok olmasa da bu tarz kaliteli kafelere rastlamak mümkün. Kükürtlü semtinde bir de barlar sokağı var, Ramazan ayına denk geldiği için gitmedik ama ben geçen sene bi uğramıştım (yerseniz) öyle çok canlı bir eğlence hayatından bahsedilemez gibi geldi bana. Ama siz yine de şu adresi bir deneyin www.lifeinbursa.com
Bursa alışveriş merkezleri ile de tam bir avrupa şehri. Zafer plaza bunlardan bir tanesi mesela, çok değişik bir tasarımı var, birbirine sadece alttan bağlı 3 farklı piramit. Yukardan baktığınızda 3 tane içine girince tek bir alışveriş merkezi oluyor. Carefour (bu nasıl yazılıyor ya ), Reel ve Asmerkez diğer alışveriş merkezleri
Evet bakıyorum da yapıp da anlatmadığım çok fazla birşey kalmamış :) Kesinlikle zaman ayrlıması gereken şehir Bursa