The 20 funniest suggestions from Google SuggestA feature from Google Labs gives you real-time suggestions for search queries as you type them. Some of the results are hilarious.
http://www.telegraph.co.uk/technology/google/6161567/The-20-funniest-suggestions-from-Google-Suggest.html
Friday, September 11, 2009
Monday, August 31, 2009
Mesela çekilen fotoğrafa konu olmaktan nefret ediyorum, fotoğraf çekmekten de öyle aman aman zevk almıyorum. Nasıl ki yazdıklarımız düşüncelerimizin kayıt altında tutulmasıysa, fotoğraflarımız da yaptıklarımızın.... Oldu bitti işte ne gerek var kayıt altına almanın (biliyorum bunun da çok gerekçesi var ama olsun beni yeterince tatmin etmiyor). Bir de burası bi olmadı gibi sanki, işte yazmaman için bir neden daha :)
Sonuçta + larla - ler iki tarafına asıldı aynı halatın, eksiler devrildi önce.
Demin o kadar salladım ama yine de 1-2 foto koymak istiyorum buraya, yarın bir gün hiç keşke dememek için belki de...
Thursday, May 14, 2009
Depresif olmasına rağmen çok sevdiğim arkadaşlarımdan biri olan TGM sayesinde tanıştım Umut Sarıkaya ile. Karikatürlerinden ziyade yazılarıyla tanınan Uykusuz yazarıdır Umut Sarıkaya. Kendisinin de bir röportajında söylediği gibi, genelde mizah dergileri karikatürler için okunur, insanlar uzun yazılara hiç uğramaz bile. Ben de o insanlardandım aslında, taa ki TGM bana Umut Sarıkaya'nın ne büyük bir yazar olduğunu gösterene dek. Yazılarının derlendiği "Benim de Söyleyeceklerim Var" adlı kitaptaki hikayeler daha fazla mizah ağırlıklı yazdığı önceki dönemlerinden. Şimdi resmen edebiyat parçalıyor adam....
Kitaptan bir kaç alıntı: Umutun fakülte hazırlığa başladığı ilk gün, herkes bir kaynaşma derdinde, Umut de okulu gezerken önce kayboluyor koridorlar ve merdivenler arasında, sonra sınıfını bulmaya çalışırken tuvaleti geliyor ama uygun bir 100 numara da bulamıyor, artık patlama noktasına geldiği bir anda depo mahiyetindeki küçük bir odada pet şişe görüyor. Sonra iç hesaplaşma başlyor: Bir yandan şişeyi alıp rahatlama isteğiyle yanıp tutuşuyor diğer bir yandan da daha okulun ilk günü böyle bir karizma çiziğini yediremiyor kendine. Kendisine aylar gibi gelen birkaç dakikalık müthiş tereddüt ve çatışma halinden sonra şişeyi alıp dibini kalemi ile deliyor bu çelişkiden kurtulabilmek ve istese de o işi yapamamak için. Aradan yıllar geçiyor, bu sürede umut bir türlü istedeği üniversite hayatını yaşamayamıor: kızlarla ilişki zayıf, çok sevilmeyen itilmiş silik bir tip oluyor. Ya son ya da 3. sınıfta zar zor girdiği kızlı ortamda yine terslenince vuruyor kendini içkiye ve gecenin sonunda şu cümleler dökülüyor ağızından: "Okulun ilk günü o şişenin dibini deldiğimde kaybetmiştim zaten tüm umutlarımı..."
Diğer bir alıntı: Dün gece ansızın kapı çalındı. 'Kim bu münasebetsiz acaba?' dedim kendi kendime. Gittim açtım, gelen bendim. Evet bendim. 'Vaay' dedim, 'Arkadaş bir insan bu kadar mı kimsesiz olur, bu kadar mı yalnız olur!?'
Bu son hikaye inanılmaz zaten, sırf bunun için bile alınır kitap...
Kitaptan bir kaç alıntı: Umutun fakülte hazırlığa başladığı ilk gün, herkes bir kaynaşma derdinde, Umut de okulu gezerken önce kayboluyor koridorlar ve merdivenler arasında, sonra sınıfını bulmaya çalışırken tuvaleti geliyor ama uygun bir 100 numara da bulamıyor, artık patlama noktasına geldiği bir anda depo mahiyetindeki küçük bir odada pet şişe görüyor. Sonra iç hesaplaşma başlyor: Bir yandan şişeyi alıp rahatlama isteğiyle yanıp tutuşuyor diğer bir yandan da daha okulun ilk günü böyle bir karizma çiziğini yediremiyor kendine. Kendisine aylar gibi gelen birkaç dakikalık müthiş tereddüt ve çatışma halinden sonra şişeyi alıp dibini kalemi ile deliyor bu çelişkiden kurtulabilmek ve istese de o işi yapamamak için. Aradan yıllar geçiyor, bu sürede umut bir türlü istedeği üniversite hayatını yaşamayamıor: kızlarla ilişki zayıf, çok sevilmeyen itilmiş silik bir tip oluyor. Ya son ya da 3. sınıfta zar zor girdiği kızlı ortamda yine terslenince vuruyor kendini içkiye ve gecenin sonunda şu cümleler dökülüyor ağızından: "Okulun ilk günü o şişenin dibini deldiğimde kaybetmiştim zaten tüm umutlarımı..."
Diğer bir alıntı: Dün gece ansızın kapı çalındı. 'Kim bu münasebetsiz acaba?' dedim kendi kendime. Gittim açtım, gelen bendim. Evet bendim. 'Vaay' dedim, 'Arkadaş bir insan bu kadar mı kimsesiz olur, bu kadar mı yalnız olur!?'
Bu son hikaye inanılmaz zaten, sırf bunun için bile alınır kitap...
Sunday, April 19, 2009
Friday, February 27, 2009
Slm ey sevgili blogcular, okuyucular, günlük her kim ki bu satırları okuyorsa.
Çok üzün süre olmuş yazı yazmayalı, öyle ki girerken şiremi hatırladığım halde hiç kullanmadığım gmail mail adresimi anımsamam biraz zaman aldı. Neden bu kadar uzun zamandır yazmadığım hakkında ileri sürebileceğim çok fazla neden bulmama rağmen aslında hiç biri de kayda değer mazeretler değil.
Son 2-3 ay oldukça zorlu geçti. Hani belki bi TUS değil ama yine de kallavi zor bir sınava girmek zorunda kaldım. Yani kaç bin sayfa okudum ezberledim. Bi daha hiç karşıma çıkmayacak kaç kanun maddesi beynime kazıdım inanın bilmiyorum, bi daha da hatırlamak istemiyorum. Kazanılmasının çok da birşey kazandırmayacağı ama kaybedilmesinin çok fazla şey kaybettireceği bir sınavdı benim için. Aslında hiç de önemli değil ama ah bu sosyal çevre ah bu psikoloji, insanlar ne der diye düşünmemeyi başarsak ne de kolay olacak bu hayat. Ama olmuyor. En sonunda sonuç neyseki iyi oldu. Daha ne olduğunu anlamadan verdiler elimize istikametin trabzon olduğunu gösteren kağıdı, 2 haftada orada kaldım. Çok yoğun geçti tam 12 gün sabah 9 akşam ucu açık çalıştım. O yüzden bırakın gezmeyi deniz kenarına bile inemedim. Hoş zaten deniz kenarına inmek de mümkün değil artık. Büyüklerimiz sağ olsun dünyanın en güzel sahilinin içine etmiş çevre yolu geçirerek kıyısından.... O yüzden trabzon deniz kenarında kurulmuş ama denize kıyısı olmayan bi şehir olmuş çıkmış :(
Aklımda kalan en iyi lezzetler, "Fevzi hoca"nın akçaabat köftesi, zarganası, mezgiti, barbunu, yani kaymak gibi balık yapıyor adam.
Laz böreği, cevizli burması da cabası.
Bi de uzun sokakta çok güzel fırın sütlaç yapan bi yer vardı, adını değil ama yerini çok iyi öğrendiğim.
İstanbuldaki Beşitaş maçından sonra halkın sokaklara dökülüp beraberliğe şampiyon olmuş gibi sevinmesini de asla unutamam sanırım. Bi de o esnada şöyle bi tezahurat haykırılıyordu: "trabzon büyüktür küfretmez ama xxx affetmez" O sırada göz göze geldiğimiz bi esnaf şaşkınlığımı (ve yabancı olduğumu da) anlamış olacak ki, "abi sen bakma bunlara bi avuç serseri gerçek trabzonlu delikanlıdır" diye açıklama ihtiyacı hissetti.
Bu arada anadoluda muhtelif yerlerde geçirdiğim senelere ve yerli gibi davranma konusunda kendimi geliştirmeme rağmen bir bakışta oranın yerlisi olmadığımı anlayan yerlilere de tebriklerimi iletiyorum.
Özellikle AKP hükümeti ile ivmelenen amerikanlaşma hareketi trabzonda da gösteriyor kendini, dev gibi bi avm yapılmış havaalanı yolu üzerinde, tıklım tıklım. Sinema salonu çok salonlu, 4 salonda Recep ivedik, hiç birinde yer yok....
Geçenlerde bi yazı okudum bi gastede, yazar bi değerlendirmede bulunuyor benim de katıldığım: Bundan 20-30 sene öncesi filmlere bakalım, şaban karakterine bakalım, nasıldır bu karakter, köyden çıkmış şehre gelmiş, lüksüne şaşasına hızına karşı ihtiyatlı mahçup, saf vur ensesine al lokmasını, varoşta oturur, kuyudan su çeker. Oysa şimdi roller değişti, şaban akıllandı recep oldu. Baktı eğitilmekte bişi olmayacak o da çakallığa köşe dönmeye verdi kendini, piç oldu tabiri yerindeyse. Zamanında kendisine kazık atan şehirliden almaya başladı öcünü. Öğrendi oyunun kuralını, sonra kuralları değiştirdi kendisi yeniden yazdı. Sonra gitti naptı, sandık başında oy kullandı. Neyse konuyu ciddileştirme amacında değildim başlarken.
Cuma akşamı döndüm ankaraya, ankara bildiğin ankara: gri, yine de kopamadık kaç yıldır burdan. Bi şeyler tutuyor demek ki....
Çok üzün süre olmuş yazı yazmayalı, öyle ki girerken şiremi hatırladığım halde hiç kullanmadığım gmail mail adresimi anımsamam biraz zaman aldı. Neden bu kadar uzun zamandır yazmadığım hakkında ileri sürebileceğim çok fazla neden bulmama rağmen aslında hiç biri de kayda değer mazeretler değil.
Son 2-3 ay oldukça zorlu geçti. Hani belki bi TUS değil ama yine de kallavi zor bir sınava girmek zorunda kaldım. Yani kaç bin sayfa okudum ezberledim. Bi daha hiç karşıma çıkmayacak kaç kanun maddesi beynime kazıdım inanın bilmiyorum, bi daha da hatırlamak istemiyorum. Kazanılmasının çok da birşey kazandırmayacağı ama kaybedilmesinin çok fazla şey kaybettireceği bir sınavdı benim için. Aslında hiç de önemli değil ama ah bu sosyal çevre ah bu psikoloji, insanlar ne der diye düşünmemeyi başarsak ne de kolay olacak bu hayat. Ama olmuyor. En sonunda sonuç neyseki iyi oldu. Daha ne olduğunu anlamadan verdiler elimize istikametin trabzon olduğunu gösteren kağıdı, 2 haftada orada kaldım. Çok yoğun geçti tam 12 gün sabah 9 akşam ucu açık çalıştım. O yüzden bırakın gezmeyi deniz kenarına bile inemedim. Hoş zaten deniz kenarına inmek de mümkün değil artık. Büyüklerimiz sağ olsun dünyanın en güzel sahilinin içine etmiş çevre yolu geçirerek kıyısından.... O yüzden trabzon deniz kenarında kurulmuş ama denize kıyısı olmayan bi şehir olmuş çıkmış :(
Aklımda kalan en iyi lezzetler, "Fevzi hoca"nın akçaabat köftesi, zarganası, mezgiti, barbunu, yani kaymak gibi balık yapıyor adam.
Laz böreği, cevizli burması da cabası.
Bi de uzun sokakta çok güzel fırın sütlaç yapan bi yer vardı, adını değil ama yerini çok iyi öğrendiğim.
İstanbuldaki Beşitaş maçından sonra halkın sokaklara dökülüp beraberliğe şampiyon olmuş gibi sevinmesini de asla unutamam sanırım. Bi de o esnada şöyle bi tezahurat haykırılıyordu: "trabzon büyüktür küfretmez ama xxx affetmez" O sırada göz göze geldiğimiz bi esnaf şaşkınlığımı (ve yabancı olduğumu da) anlamış olacak ki, "abi sen bakma bunlara bi avuç serseri gerçek trabzonlu delikanlıdır" diye açıklama ihtiyacı hissetti.
Bu arada anadoluda muhtelif yerlerde geçirdiğim senelere ve yerli gibi davranma konusunda kendimi geliştirmeme rağmen bir bakışta oranın yerlisi olmadığımı anlayan yerlilere de tebriklerimi iletiyorum.
Özellikle AKP hükümeti ile ivmelenen amerikanlaşma hareketi trabzonda da gösteriyor kendini, dev gibi bi avm yapılmış havaalanı yolu üzerinde, tıklım tıklım. Sinema salonu çok salonlu, 4 salonda Recep ivedik, hiç birinde yer yok....
Geçenlerde bi yazı okudum bi gastede, yazar bi değerlendirmede bulunuyor benim de katıldığım: Bundan 20-30 sene öncesi filmlere bakalım, şaban karakterine bakalım, nasıldır bu karakter, köyden çıkmış şehre gelmiş, lüksüne şaşasına hızına karşı ihtiyatlı mahçup, saf vur ensesine al lokmasını, varoşta oturur, kuyudan su çeker. Oysa şimdi roller değişti, şaban akıllandı recep oldu. Baktı eğitilmekte bişi olmayacak o da çakallığa köşe dönmeye verdi kendini, piç oldu tabiri yerindeyse. Zamanında kendisine kazık atan şehirliden almaya başladı öcünü. Öğrendi oyunun kuralını, sonra kuralları değiştirdi kendisi yeniden yazdı. Sonra gitti naptı, sandık başında oy kullandı. Neyse konuyu ciddileştirme amacında değildim başlarken.
Cuma akşamı döndüm ankaraya, ankara bildiğin ankara: gri, yine de kopamadık kaç yıldır burdan. Bi şeyler tutuyor demek ki....
Tuesday, January 20, 2009
Wednesday, December 31, 2008
Bilemiyorsunuz, çünkü hayat bir oyun değil, kapatıp istediğiniz yerden yeniden başlayamıyorsunuz. Keşkelerle de yaşanmıyor, keşkeye neden olan seçimin seçilmemiş sonuçları öngörülemediği ve hiçbir zaman bilinemeyeceği için... Küçükken interaktif kitaplar okuduğumu hatırlıyorum. İnteraktiften kasıt, kitabın belirli yerlerinde karşınıza bir takım seçenekler çıkıyor: "gizemli ve ürpertici bir şatonun kapısında duruyorsunuz, a) işte heycan der içeri girerim (sayfa 76'ya gidiniz) b) aman ne işim olur gizemle falan (sayfa bilmem kaça gidiniz)"..... gibi. Ben kitabı bütün alternatifleri ile birlikte okumaya çalışır, ilk yol ayrımında 3 sonraki yol ayrımlarında ise muhtemelen 9'a ve daha fazlasına bölünmüş bir halde bulurdum kendimi. Bütün seçimlerimin sonuçlarını merak ederdim. Bunun bir kitapta bile olamayacağını öğrenmiş olmak sanırım çok da kolaylaştırmıyor hayatı.
Daha önce bu film hakkında yazıp yazmadığımı hatırlamıyorum. Ancak bende en çok iz bırakan ilk 5 film arasına girer kesinlikle: "Run Lola Run" (diğer 4 film ne?, onu da bilmiyorum ama sanki böyle bi cümle iyi gider gibi geldi buraya). 3 senaryo var filmde, konu aynı, ancak mini minnacık ayrıntılar, değişiklikler ve zamanlama farklılıkları nedenyile 3 senaryo da tamamen farklı şekilde bitiyor. Yani aslında karar anında, verilen karar son derece önemsizmiş gibi gelse de bize, nasıl ki küçük bir açı sonsuzlukta büyük bir sapma yaratır, belki de bu kararın getirileri hayatımızı kökünden değiştirecek sonuçlara gebedir. Asla öğrenemeyiz değil mi? O yüzden genel olarak, uygulamada çok da başarlı olamasam da hayat felsefem: "aslında hayatın tam da şu anda başladığı ve sadece önümüzdeki olaylara hükmedebileceğimizdir."
Neden bilmiyorum, geçen hafta antrenman çıkışı Hüseyinle biraları hızlı hızlı yudumlarken bütün bunlar geçti aklımdan çabucak....
Monday, December 22, 2008
Küçükken, muhtemelen ortaokulda olamayacak kadar minik, fakat ilkokula başlamamış olamayacak kadar büyük iken,
yapılan doğum günü partilerinde doğum günü sahibi,
pastanın üzerinde doldurulan değil de içine girilen yaş sayısı kadar sıralanmış mumları,
aklında kendisine alınacak bir sonraki commoder 64 oyunu ya da GI JO adamcığını hayal ederek üflerken,
partiye belki de sadece parti kalabalık biraz da eğlenceli olsun diye çağırlan sınıfın hınzır ve yaramaz çocukların
bunu neden yaptıklarını dahi bilmeden;
uzata uzata söylenen "iyki doğdunnnnnn ahmettttttt"
nakaratını "niye doğdunnnnnnn ahmettttt"
diye değiştirdikleri geldi aklıma
kendi mumlarımı üflediğim fotoğrafa bakarken...
Beni seven ve benim sevdiğim insanlar olduğu için çok şanslıyım....
Friday, November 21, 2008
İnsan hafızasının bir sınırı var mıdır? Mantıklı olarak değerlendirildiğinde kesinlikle bir sınırı olmalı. Farz edelim bu sınır 100.000.000.000.000.000.000..... hafıza birimi olsun (hb). Ve yine farz edelim mesela bir insanın hafızasındaki bilgilerin tamamı "2x2:4" işlemindeki kadar basit bilgilerden oluşsun ve yine farz edelim bu ütopik dünyada insan hafızası bu işlem kadar basit bilgilerle tamamen (ağzına kadar) dolmuş olsun. Yani bir birim bile yer kalmadı. Buna rağmen bu varsayımsal dünyadaki varsayımsal insanın gündelik hayatı devam ediyor ve karşısına daha önce öğrenmediği, 1+1=2 bilgisi geliyor. Hafızanın tamamen dolu olduğu göz önüne alındığında;
1) bu yeni bilgi öğrenilemez mi?
2) bu bilgi hafızaya alınırsa hafızadan çıkacak ilk bilgi hangisi olur?
Bu aralar inanılmaz derecede ezber yapyorum. Beynim patlayacak. Sanırım sürmenaj oluyorum. Aklıma gereksiz sorular geliyor....
1) bu yeni bilgi öğrenilemez mi?
2) bu bilgi hafızaya alınırsa hafızadan çıkacak ilk bilgi hangisi olur?
Bu aralar inanılmaz derecede ezber yapyorum. Beynim patlayacak. Sanırım sürmenaj oluyorum. Aklıma gereksiz sorular geliyor....
Tuesday, November 11, 2008
Bu aralar zamanımızın çoğu sinemada geçiyor. Hani koltuklara isim veriyorlar ya tiyatrolarda belli bir bağış karşılığında; sinema salonlarının da isimlerimizi koltuklara vermesini talep ediyorum. Ciddi bir finansör olduk yani şu salon bolluğunda. Son zamanlarda gidilen 6 tane film hakkındaki görüşlerim şöyle efendim. Beğeni sırasına sondan başa doğru bir sıralama yapmam gerekirse... (Neden gereksin di mi?)
Zor karar: Aman tanrım nasıl böyle bir hata yaptık. Yarın bi gün televizyonlara düşerse, sizin de yapacak hiç bir işiniz yoksa, bütün kitaplar bitmiş, bütün sporlar yapılmış, bütün içkiler içilmiş ve söylenecek bütün sözler bitmiş olsa bile izlemeyin. Nikolas Cage amca bile kurtaramamış filmi. Zamanınıza yazık...
Mükemmel Bir Gün: "Karşı Pencere"den daha çok sevdim daha bir gerçekçi geldi sanki bana. "Saturno Contro"ya kıyasla çok daha kötü dersem yeterli olur mu? Yanlış anlaşlmasın Saturno contro yu çok sevmiştim.


Mustafa: Can Dündar'ın iç yüzünü bir defa daha açıkça ortaya serdiği bir yapım olmuş. Her tarafından bir eğretilik akıyor. İnanılmaz kopuk, ne anlatmaya çalıştığı belli değil gibi bir izlenim veriyor (aslında belli de...). "Atatürkle ilgili olumsuz ne varsa alalım, aman canım bir bütünlük oluşturmasa da olur" düşünce yapısına sahip bir film. Her tarafından art niyet akıyor. Neymiş bütün bu devrimler adamın küçükken yediği bir tokat yüzündenmiş. Can Dündar şimdi de psiko-analize soyunmuş anlaşılan. Seyretmeyin, çocuklarınıza izlettirmeyin....


Issız adam: Keşke ilahi bir güç devreye girseydi de filmin sonunu seyretmeseydim. Sonuna gelene kadar "vay beee 10 numara, harika" diye düşündüğüm film, sondaki zorlama çabayla malesef resmen rezil olmuş. Film aslında çok iyi başlıyor, içine sürüklüyor insanı, düşündürüyor. 2 insanın ilişkisinin daha önce bu şekilde ele alındığını zannetmiyorumbir türk yönetmen tarafından. Muhabbetler, hareketler, düşünceler, kaygılar. Çok iyi yakalamış yönetmenimiz :) İnanılmaz yaratıcı. Amaaaa... Filmin sonu tam bir love story edasında. (Seyretmeyenler okumaya devam etmesin lütfen, çünkü okurlarsa seyretmek zorunda kalmayacaklar) %100 ağlatmaya programlanmış bi son. Tek amaç bu, gayet net. Yahu tamam her şeyi bi kenara bırakıyorum. Siz birbirinize deli gibi aşık olmuşsunuz. Aradan 4 sene geçmiş aşkınızı unutmamışsınız. Birbirinizi görünce dağıldınız. Buraya kadar her şey eyallah da, yahu: canım "ada"m sen evlenmişsin kızın konuşmaya koşmaya başlamış, daha hala o buğulu iç sesinle kocama her sarıldığıma sana sarılıyorum diyosun. Çüş derler adama. Niye? çünkü sayın okuyucu dikkati çekerim bu ilişkinin süresi taş çatlasa 1,5 ay, ya insana gülerler 1,5 ayda birbirinizi nasıl tanıdınız? ne kadar çok ortak anı yarattınız ve birbirinize nasıl bu kadar aşık oldunuz? Bırak iç seslerle gereksiz itiraflarda bulunmayı aradan geçen zamandan sonra birbirinizi tanıyamazsınız bile yahu :) Hatırlatıyorum ilişkinin süresi 1,5 ay. 4,5 yıl değil. Biliyorum çok geçirdim, belki de ada yı çok sevdiğimden üzüldüm haline; lavuk ıssız adama sinirlendim. Kim bilir, bunun tahlilini en iyi psikoloğumuz Can Dündar yapar aslında ama o da aramızda yok.

3 Maymun: Görüntüler tek kelime ile mükemmel. Hatice Aslan'ın oyunculuğu da öyle. Renklerin soluk olmasına rağmen fotoğraf sergisi gibi film olmuş. Yalnız bir arkadaşımın söylediği gibi "yarım saate sığacak filmi biraz fazla uzatmış" galiba.....

Aşk Tutulması: Evet biliyorum, filmden sinemadan sanattan anlamıyorum; ama ben bu filme bayıldım. Bir kere esas ablayı saymazsak oyuncular resmen döktürmüş. Biraz sitcom havasında sanki; ama belki benim de fenerbahçeli olmam ve etrafımda filmdeki kadar deli insanlar olması nedeniyle resmen gülmekten koltuktan düşecektim bazı sahnelerde. Tamam sanat anlamında pek bir şey ifade etmiyor ama ben zaten "halk için sanat" ilkesini benimseyenlerdenim. İyi vakit geçireceğinizi garanti edebilirim.
Friday, October 31, 2008
Thursday, October 30, 2008

şşşşşhhh
Saturday, October 25, 2008
Herkesin konuştuğu herkesin üzüldüğü şey benim de aklımdan çıkmıyor. İşyerimde ktunnel'dan girmeye çalıştım önce, maalesef işyerimden o siteye de giremediğimi öğrendim. Yani artık daha seyrek dolaşmak zorunda kalacağımı anladım alem-i blog'da. İçim cız etti. Bu kadar da olabilir mi dedim. Bu kadar da olabilir mi? Bugün cumartesi evdeki bilgisayardan girdim. İçim derin bi kaybetmişlik duygusu ve hırsla dolu. Biz bu durumlara layık mıyız. Atatürk'ün kurduğu bu güzel ülke...
Din kisvesi altında tarihin en büyük dolandırıcılıklarından biri yapıldı almanyada. Bir ayağı da burda şerefsizlerin. ülkede çıt yok. Rtük başkanı ciddi şüphe altında, 10 yaşındaki çocuğun kendini savunacağı anlamsız savlarla kurtarmaya çalışıyor paçayı, yine çıt yok. Dünya çalkalanıyor, önümüzdeki 5 yıl belki de dünyanın yaşadığı en kötü 5 yıl olacak. Yine ses yok. Neden, çünkü başımızdakiler atatürkçülerin peşinde cavı avına çıkmış, sisiyi de alıyorlar, eruyguru da... Sıra bize de gelirse şaşırmayalım.
Bitti bu ülke...
Din kisvesi altında tarihin en büyük dolandırıcılıklarından biri yapıldı almanyada. Bir ayağı da burda şerefsizlerin. ülkede çıt yok. Rtük başkanı ciddi şüphe altında, 10 yaşındaki çocuğun kendini savunacağı anlamsız savlarla kurtarmaya çalışıyor paçayı, yine çıt yok. Dünya çalkalanıyor, önümüzdeki 5 yıl belki de dünyanın yaşadığı en kötü 5 yıl olacak. Yine ses yok. Neden, çünkü başımızdakiler atatürkçülerin peşinde cavı avına çıkmış, sisiyi de alıyorlar, eruyguru da... Sıra bize de gelirse şaşırmayalım.
Bitti bu ülke...
Tuesday, October 14, 2008

Sanırım yaklaşık 14-15 sene önce, en yakın arkadaşım Engin ile afişini beğenip girmiştik filme. Film Engin'e çok bir şey ifade etmemiş olacak ki, frigolarımızı almak için beklediğimiz sırada aklına aniden "aslında akşam evde olması gerektiği, hemen eve dönmezse annesinin kendisini öldüreceği" geldi. Biraz, o zamanlar da aynı şimdi olduğu gibi başladığım şeyleri yarıda bırakmaktan hoşlanmamam; biraz da tekrar tekrar yaşanılan birbirinin aynı olması beklenen fakat kahraman sayesinde değişik bir hal alan günlerin sonunun nereye varacağını merak etmem nedeniyle, Enginle beraber çıkmamış ve filmin ikinci yarısını seyretmiştim.
Nasıl ki senelerce sonra okunan bir kitap okuyanına hiç düşünmediği şeyler hissetirebiliyor ya da verebiliyorsa, bu film de bana ilk seyrettiğim zamana kıyasla çok farklı şeyler düşündürdü. Aslında dürüst olmak gerekirse 15 sene önce filmi boşa izlemişim :) Andie Mac Doweel'a, daha doğrusu Rita karakterine aşık oldum: vakur, kendinden emin ve zarif duruşuna. Bir de Phil'in aynı durumlarda ortaya koduğu onlarca farklı davranış biçimlerini izlemek çok keyifliydi.
Mesela bugünü (14 Ekim 2008) ele alalım. Sabah yataktan kalktım, aynı kahvaltıyı ettim, giydiğim 3-5 takımdan birini giyip, aynı arabaya binip aynı işe gelip, devamlı gittiğim 5-10 lokantadan birinde öğlen yemeği yedim. Aslında düşünsenize, yapabileceğim ve yaşayabileceğim binlerce onbinlerce belki milyonlarca farklı şey varken ben sadece aynı şeyi yapıyorum. Ne büyük bir kayıp. Ertesi günün ve takip eden günün ve onu da takip edenin de yine 14 Ekim olduğunu düşünün yine aynı şeyleri yapar mısınız? işe gider misiniz? bir kitapçıya girip tüm kitapları mı okursunuz, tüm filmleri mi izlersiniz, yoksa bir günde gidilebilecek tüm yerlere mi gidersiniz? İşte film de biraz bununla ilgili.....
IMDB listesinde 174. sırada yer alan bu filmi izlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim....
Monday, October 06, 2008
6 Ekim 2008
Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.
Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.
Salı sabahı kahvaltımı ettikten sonra arabaya atlayıp İstanbul’a doğru yola çıktım. Aşık olduğum beni heyecanlandıran şehire doğru... Aslında yalnız başıma uzun yol yapmayı sevmem. Belki de bir ömre yetecek kadar yol yaptığım için, belki de sadece yalnız olmayı sevmediğim için, bilmiyorum. Çok hızlı gitmeden, yavaş yavaş geldim İstanbula. 3 gün kaldım. O kadar hızlı geçti ki zaman. Yapmak istediklerimin çoğunu yapamadım. Birazını yapabildim ama zaten listenin uzunluğu göz önünde bulundurulduğunda sanırım tatmin edici bir sonuç sayılabilir. Yapmak isteyip de yapamadıklarım: Oyuncak müzesini gezemedim, Eminönü’ne gidip mısır çarşısı ve kapalı çarşıda dolaşamadım. Kuzenim selinle görüşemedim (bu konuda suçun çoğu kendisinde). Nişantaşı’nda bulunan adını bile doğru dürüst söylemediğim, gidip şarap içip peynir yediğin gurme dükkanında keyif yapamadım.
Bir sabah erkenden kalkıp yarım saat sıra bekleyip (ki bu sıra erken kalktığımız için bu kadar kısa zamanda alınabildi) dahi Dali’nin sergisine gittik. Resimden çok da anladığım söylenemez. Üniversiteye girdiğim sene rehberlik yapan amcam ile beraber gittiğim İspanya’da tanışmıştım resim ve heykel ile. 3 gün boyunca bu konularda oldukça bilgili olan amcam ile takılmış ve gezmedik sergi ve müze bırakmamıştık. O gezilerde ben de en çok iz bırakan sanatçı da Miro olmuştu. Zaten Dali de Miro ile aynı ekolden sayılır. O yüzden büyük bir heyecan ve hayranlıkla gezdim sergiyi. Atlı köşke daha önce hiç gitmemiştim. Sadece girişte bulunan atın aslında çok kısa bir süredir o köşke ait olduğunu, karşı tarafa taşınmadan önce yıllarca Moda semtinde bir evin bahçesini süslediğini biliyordum. Dali inanılmaz bir adam, dolu dolu yaşamış hayatını, en çok mutlu olacağı ve en çok inandığı şeyi yapmış bir ömür boyu. Daha 20 li yaşlarına bile gelmeden yazdığı günlükte şu cümleler var: “ileride çok büyük bir dahi olacağım”. Bu nasıl bir özgüven böyle? Çok da kısa sayılmayacak ömründe çoookk fazla eser vermiş. Çoğu; insanı şaşırtan, düşündüren, meraklandıran şeyler. Örnek aldığı, fikirlerini dayandırdığı kişinin Freud olduğunu söylesem çok da bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırım. Kendimi asla yaratıcı biri olarak görmedim. Ama sanata büyük bir sevgi sanatçılara da büyük saygı duyarım. Dali’ye ise özendim. Zevk aldığı ve çok iyi yaptığı bir şeyin peşinden gidip aynı zamanda tarihe de imzasını attığı için...
Son gün ise uzun zamandır görmediğim diğer kuzenim Deniz ile görüşme fırsatım oldu (zorlayarak yarattım). 2 senedir göremiyordum kendisini. Çok özlemişim, çok güzelleşmiş....
Cuma günü döndük Ankara’ya, yol beklediğimden kolay geçti. Geldiğimiz gibi eski arkadaşlarımızla kebapçıya koştuk ve kıtlıktan çıkmış gibi yedik.
10 günlük tatil özeti, ya da son söz: sevilen insanlarla hayran olunan bir şehirde keyifli bir tatil.
Sonrası: zor ve stresli günler...
Subscribe to:
Posts (Atom)