Friday, April 04, 2008
Koyu bir Fenerbahçe taraftarıyım. Daha doğrusu son 20 yıllık ruh halimin ortalamasını alınca sanırım buna denk geliyor. Aslında çoğu türk çocuğunun ve gencinin aksine küçükken öyle çok fazla futbolla falan ilgili değildim. Okulda ya da mahallede falan maç yaptığımız zaman ya kaleci olurdum. Ya da “abi aman diyim sana top gelince sakın çalıma falan girme geleni şişir gitsin” uyarıları altında çakılı defans oynardım. Kabiliyet bir yana maç falan da seyretmezdim küçükken. Şimdi bakıyorum yaşıtlarımın kendi aralarında konuşurken telaffuz ettikleri eski futbolcu isimlerinin çoğu hiçbir şey ifade etmiyor bana. Ben uzun süre Rıdvan’ı gerçekten şeytan sandım mesela. Rıdvan’ın aklımda kalan tek görüntüsü topu orta sahadan alıp tek başına attığı goldür. Ulvi, İsmail, Uğur... bunlar gerçekten yaşadı mı şüpheliyim. Ancak çok garip bir şekilde daha kimse Sergen’i tanımıyorken ben tanıyordum. Çocukluğumun yaz ayları babamın akrabalarının yaşıyor olmaları sebebiyle o zamanlar köy görünümündeki Kilyos’ta geçti. Sergen de yelken misali kulaklarının yarattığı sürtünmeye rağmen ipe dizerdi milleti.
Benim bu kayıtsızlığımın aksine babam tam anlamıyla deli olarak nitelendirilebilecek bir Fenerbahçe taraftarıydı o zamanlar. O mülayim, sevecen güler yüzlü adam Fenerbahçe maçlarında tam bir canavara dönüşüyordu (hala durum değişmiş değil). Bana her zaman ağır başlı ve beyefendi olmamı öğütleyen “babam” argo dağarcığıma kelime üstüne kelime ekliyordu. Benim bu ne olacağını bilmez halim Beşiktaşlı olan dayımın iştahını kabartmış olmalı ki, bisikletten başlayıp “arabaya” varan vaatlerle kandırmaya çalıştı devamlı beni Beşiktaşlı olmam için. Babam ve dayım arasındaki bu çekişme, babamın dayımı karşısına alıp “Kamil, bu çocuk Beşiktaşlı olursa külahları değişiriz, yüzüne bakmam senin” uyarısıyla son bulmuştu. Bense naif naif seyrediyordum olanları. Koskoca ülkede, benim gibi topla alakası olmayan bir adamın Beşiktaşlı ya da Fenerbahçeli olması neyi değiştirecekti ki.
Daha sonra, yaşıtlarımızın futboldan başka sosyalleşme aracı olmadığı ortaokul yıllarında, her tenefüs yapılan maçlar, her ders muhabbeti yapılan futbolcular nedeniyle oluşan sosyal baskıya boyun eğdim ve yavaş yavaş azılı bir Fenerbahçe taraftarı olmaya başladım. Futbol oynamaya da başlamıştım artık. Her zaman forvette duran sınıf takımımızın iyi oyuncuları artık ayağıma top geldiğinde nefeslerini tutmamaya başlamışlardı. Fenerbahçe kazandığı zaman havalara uçuyor kaybedince sinirden ağlamaya falan başlıyordum. Bu durum üniversite yıllarına kadar sürdü. Kız arkadaşımla buluşacağım zaman Fenerbahçe maçı denk gelirse nasıl kıvırtıp maçı seyrederim diye yapmadığım şaklabanlık kalmıyordu o zamanlar. Daha sonra okul bitirildi, işe girildi. İşe girdiğim ilk sene içerisinde farklı dönemlerde eğitim nedeniyle yaklaşık toplam 5-6 aylık bir süre İstanbul’da yaşadım. Babam benim İstanbul’da kalmamı istiyordu. Bunu sağlamak içinde elinden gelebilecek iki kozdan birini kullandı ve 2003-2004 sezonu için Fenerbahçe maçlarına kombine bilet aldı (Ankara’da yaşıyor olmasına rağmen halen hiçbir maçı kaçırmaz. Sabah otobüse veya uçağa atlar, akşam da aynı usulde geri döner maçtan sonra). Artık maçları stadyumdan izleyebiliyordum. Şimdi farkına varıyorum, aslında hayatımın dönüm noktalarından biriymiş, çünkü stadyum ortamında gerçekten psikopatlığın sınırlarına yaklaşmaya başlıyordum yavaştan. Sonra hayatımı değiştiren bir şey oldu. Fenerbahçe maçının olduğu bir pazar günü, kız arkadaşımla buluştum caddede. Aklım maçta, nasıl kaçarım planlarını yapıyorum. Maç başladı, bendeki kurtlanma seviyesi tavan yaptı tabi. Bunun anlaşılması da uzun sürmedi, kavga dövüş derken maçın 60. dakikasında girdim stada. İşte o an gördüğüm tablo şok etti beni. Bir araya gelmiş yaklaşık 40.000 civarında adam, orada yapılan şeyin bir spor olayı olduğunu unutmuş kendilerinden geçmiş küfür ediyor, bağırıyor, saldırıyorlar etrafa. Bıraksalar sahaya inip linç edecekler rakip takım oyuncularını. İnanamadım gözlerime, kendimi yabancı hissettim bütün olan bitene. Demek ki maçı zamanında gelip seyretmeye başlasam, yavaş yavaş artan tempo içerisinde sonunda ben de etrafımdaki bu kendini kaybetmiş insanlardan biri olacaktım. Bunu düşündüm kalan 30 dakika ve o an içimden bir şeyler koptu gitti.
Tabi olayı abartarak anlattım biraz. Hala Fenerbahçeliyim, hala çok seviyorum takımımı. Ancak eskisi kadar takip etmiyorum maçlarını (yani arada seyretmediğim oluyor :) ), takım kaybedince yerden yere vurmuyorum kendimi. Canım babam bu işi kabullenmiş görünüyor (içten içe, benim ağır bir hastalığa kapılmış olduğumdan şüphelendiğini düşünmüyor değilim). Ama canım kardeşim maalesef hala kabullenemedi bu durumu. Eğer bizim takımın maçı olacaksa o akşam ve benim bir işim varsa, kesinlikle maçtan önce çıkıyorum dışarıya çünkü Ufuk’un ardı arkası gelmeyen tacizlerine maruz kalmam içten bile değil. Ona göre ya Fenerbahçeli değilim ya da “gay” falanım maç seyretmediğim için.....
Bazı şeylerden kolay kolay kopulmuyor gariptir. Ne kadar mantıklı insanlar olsak da nedenini açıklayamadığımız şeyler yapıyoruz. Mesela Ufuk’la beraber seyrettiğimiz hiçbir maçı kaybetmemiş olmamız nedeniyle inanılmaz bir “uğur” ve takıntı haline getirdik bu durumu. Lig maçları neyse ama şampiyonlar ligi maçlarında kesinlikle taviz vermiyor kendisi. 2 gün önceden taciz etmeye başlıyor beni. “Yarın maç var, hiçbir şey anlamam kesin beraberiz” diyor telefonda. ÇELSİ maçını da beraber seyrettik yine, uğur bozulmasın diye aynı yerlere oturur, aynı şeyleri giyer, maç boyunca birbirimize iyi davranır, lavaboya bile gitmeyiz. Heykel gibi nasıl başladıysak öyle bitiririz maçları.
Öyle garip hikayeler var ki bununla ilgili, bir internet sitesinin koyu Fenerbahçeli editörü, uğur yaptığı için kombinesi olmasına rağmen şampiyonlar ligi maçlarını evinde seyrediyormuş okuduğuma göre. Hatta bütün arkadaşları arayıp teker teker kontrol ediyorlarmış gerçekten maça gitmediğini...
Ne kadar karmakarışık bir yapımız var. Okuyoruz, düşünüyoruz vesaire ama sanırım erkek olmamızdan, bazı kısa yoları kesinlikle aşamıyoruz. Varsın olsun, Fenerbahçe kazansın da nasıl olursa olsun.
Bu yazıyı yazmam konusunda bana ilham veren wuthering’e teşekkürlerimi sunarım.
Blogumda yine bir problem var bu aralar, aslında sana link verecektim ama hiç bir şey çalışmıyor. Resimleri bile zor yükledim.
Wednesday, March 19, 2008
Friday, February 22, 2008
Ayrılsak da beraberiz
Türkiye’de 80 sonrası başlayan, iyi olduğu tartışmaya açık hızlı değişimi ait olduğumuz kuşak nedeniyle derinden fark eden bir nesil olduk sanırım biz. Sadece siyah beyaz tek bir kanalla yayın yapıldığını gayet iyi hatırlıyorum mesela. Şimdiki çocuklar eminim böyle bir dönemin var olduğundan bile habersiz, dünya kurulduğundan beri playstationlar, en az 20 tanesi çizgi film kanalı olan 300 kanallı program dağıtıcılarının var olduğuna bile inanıyor olabilirler. Her ne kadar şimdi öyle olmasam da sanırım çocukluğumda bu hızlı değişimden ben de biraz etkilendim. Önce TRT-2 nin sonra neden bir isminin de Magix Box olduğunu anlamadığım Star 1’in ekranlara düşüşünü hatırlıyorum. Star 1 deki thunder cats çizgi filmini izleyebilmek için nasıl babamı kablo tv’ye abone yaptırdığım da sanki dünmüş gibi hatırımda. İşte o vakitlerde, tam bir TV çocuğu olmuştum bu yeni furyadan etkilenerek. Cumartesi günleri şimdilerde elimi sürmediğim Hürriyet gazetesini alır, gün boyu seyredilecek filmleri at yarışı çalışan bir kahvehane müdavimi edasıyla işaretlerdim program üzerine. Nedense gazete ekinin vermiş olduğu yıldızlara da bir o kadar itibar ederdim. Nadirdir 3 yıldızlı filmlere takılmışlığım mesela, yani alternatifinin Hülya Koçyiğit filmi falan olması gerekirdi...
O günlerde bir TV yorumcusu gibi ekran başından ayrılmayan ben, 30’lu yaşlara merdiven dayadığım bu günlerde etrafımdaki herkesin diline pelesenk ettiği Lost, Prison Break, Nip Tuck, Battle Star Gallactica (ki aslında eski versiyonu efsanedir), ve bunun gibi Amerikan dizilerinin hiç birinin bir bölümünü dahi seyretmedim. Benim içim Jack ismi sadece Daniels’ı çağrıştırıyor. Hayır hayır kesinlikle bu dizileri seyretmememin nedeni sadece bağımlı olmaya karşı geliştirdiğim savunma mekanizmam değil, mesela şu anda ekranlarda olan 10.000 tane türk dizisinden de devamlı olarak seyrettiğim bir tane bile yok. Sadece denk gelirsem Avrupa Yakasını seyrediyorum keyifle. Sanırım hem zamanım yok evde TV karşısında zaman geçirmeye, hem de beni sürükleyecek bişi yok. Ama zamanım olsa dahi yine de tercih etmezdim beyaz cama bağımlı olmayı galiba...
Efendim her zaman olduğu gibi girizgah biraz uzadı ve varmaya çalıştığımız noktadan epey bi açıldık. Bu yazıya başlamamın sebebi şu ki, geçen haftaların birinde; haftanın, içine denk gelen ve işten vaktinde çıkıp da eve 7 gibi varabildiğim herhangi bir günü, akşam yemeğini yerken açtığım TV de, üniversite döneminin son senelerini zevk ve keyif içerisinde geçirmemi sağlayan“Ayrılsak de Beraberiz” dizisinin Cine 5 kanalında ilk bölümünden itibaren tekrar yayınlanmaya başladığını gördüm. İnanın annesini kaybedip bulmuş çocuklar gibi sevindim. Senarist Birol Güven’e, Berna ve Teoman karakterlerini canlandıran Janset ve Hakan Yılmaz’a Feridun karakteri ile gönlümde taht kurmuş biraz da kardeşime benzettiğim Necati Yapıcı’ya Hurinur, Mehveş ve Mucittin ve her biri başlı başına büyük bir oyunculuk çıkarıp her biri dizinin esas oğlanı olan herkese buradan tekrar teşekkür etmek istedim. Dizinin TRT’de 2000 yılından başlamak üzere 300’ün üzerinde bölümü yayınlandı yanılmıyorsam. Saha sonra Janset’in diziden ayrılmasıyla kanal kanal dolaşan dizi her ne kadar eski tadını kaybetmiş olsa da, kesinlikle ülkemizde çekilmiş en iyi sit-com olduğunu söyleyebilirim. Öyle amerikan uyarlaması değil, yapımcı şirketin bir dönem dizinin başına damgasını vurduğu gibi “Made İn Turkey” %100 yerli. Eski günlerim aklımda geldi birden; ipini koparmış gibi sokaklarda sürtmediğim günlerde koşa koşa eve gelir akşam haberlerinden önce mutlaka seyrederdim. Umarım tüm bölümleri almıştır Cine-5....
Türkiye’de 80 sonrası başlayan, iyi olduğu tartışmaya açık hızlı değişimi ait olduğumuz kuşak nedeniyle derinden fark eden bir nesil olduk sanırım biz. Sadece siyah beyaz tek bir kanalla yayın yapıldığını gayet iyi hatırlıyorum mesela. Şimdiki çocuklar eminim böyle bir dönemin var olduğundan bile habersiz, dünya kurulduğundan beri playstationlar, en az 20 tanesi çizgi film kanalı olan 300 kanallı program dağıtıcılarının var olduğuna bile inanıyor olabilirler. Her ne kadar şimdi öyle olmasam da sanırım çocukluğumda bu hızlı değişimden ben de biraz etkilendim. Önce TRT-2 nin sonra neden bir isminin de Magix Box olduğunu anlamadığım Star 1’in ekranlara düşüşünü hatırlıyorum. Star 1 deki thunder cats çizgi filmini izleyebilmek için nasıl babamı kablo tv’ye abone yaptırdığım da sanki dünmüş gibi hatırımda. İşte o vakitlerde, tam bir TV çocuğu olmuştum bu yeni furyadan etkilenerek. Cumartesi günleri şimdilerde elimi sürmediğim Hürriyet gazetesini alır, gün boyu seyredilecek filmleri at yarışı çalışan bir kahvehane müdavimi edasıyla işaretlerdim program üzerine. Nedense gazete ekinin vermiş olduğu yıldızlara da bir o kadar itibar ederdim. Nadirdir 3 yıldızlı filmlere takılmışlığım mesela, yani alternatifinin Hülya Koçyiğit filmi falan olması gerekirdi...
O günlerde bir TV yorumcusu gibi ekran başından ayrılmayan ben, 30’lu yaşlara merdiven dayadığım bu günlerde etrafımdaki herkesin diline pelesenk ettiği Lost, Prison Break, Nip Tuck, Battle Star Gallactica (ki aslında eski versiyonu efsanedir), ve bunun gibi Amerikan dizilerinin hiç birinin bir bölümünü dahi seyretmedim. Benim içim Jack ismi sadece Daniels’ı çağrıştırıyor. Hayır hayır kesinlikle bu dizileri seyretmememin nedeni sadece bağımlı olmaya karşı geliştirdiğim savunma mekanizmam değil, mesela şu anda ekranlarda olan 10.000 tane türk dizisinden de devamlı olarak seyrettiğim bir tane bile yok. Sadece denk gelirsem Avrupa Yakasını seyrediyorum keyifle. Sanırım hem zamanım yok evde TV karşısında zaman geçirmeye, hem de beni sürükleyecek bişi yok. Ama zamanım olsa dahi yine de tercih etmezdim beyaz cama bağımlı olmayı galiba...
Efendim her zaman olduğu gibi girizgah biraz uzadı ve varmaya çalıştığımız noktadan epey bi açıldık. Bu yazıya başlamamın sebebi şu ki, geçen haftaların birinde; haftanın, içine denk gelen ve işten vaktinde çıkıp da eve 7 gibi varabildiğim herhangi bir günü, akşam yemeğini yerken açtığım TV de, üniversite döneminin son senelerini zevk ve keyif içerisinde geçirmemi sağlayan“Ayrılsak de Beraberiz” dizisinin Cine 5 kanalında ilk bölümünden itibaren tekrar yayınlanmaya başladığını gördüm. İnanın annesini kaybedip bulmuş çocuklar gibi sevindim. Senarist Birol Güven’e, Berna ve Teoman karakterlerini canlandıran Janset ve Hakan Yılmaz’a Feridun karakteri ile gönlümde taht kurmuş biraz da kardeşime benzettiğim Necati Yapıcı’ya Hurinur, Mehveş ve Mucittin ve her biri başlı başına büyük bir oyunculuk çıkarıp her biri dizinin esas oğlanı olan herkese buradan tekrar teşekkür etmek istedim. Dizinin TRT’de 2000 yılından başlamak üzere 300’ün üzerinde bölümü yayınlandı yanılmıyorsam. Saha sonra Janset’in diziden ayrılmasıyla kanal kanal dolaşan dizi her ne kadar eski tadını kaybetmiş olsa da, kesinlikle ülkemizde çekilmiş en iyi sit-com olduğunu söyleyebilirim. Öyle amerikan uyarlaması değil, yapımcı şirketin bir dönem dizinin başına damgasını vurduğu gibi “Made İn Turkey” %100 yerli. Eski günlerim aklımda geldi birden; ipini koparmış gibi sokaklarda sürtmediğim günlerde koşa koşa eve gelir akşam haberlerinden önce mutlaka seyrederdim. Umarım tüm bölümleri almıştır Cine-5....
Wednesday, February 06, 2008

Diğer Grand Slam turnuvalarında da var mıdır bilmiyorum ama, Avustralya açıkta oyuncular cizgi hakemlerinin veya bas hakemin verdiği kararların hatalı olduğunu düşünürlerse bu kararları “challenge” edebilirler. Yani bir video simülasyon sistemi ile topun aslında içeriye mi yoksa dışarıya mı düştüğü kesin olarak netleştirilir. Tabi her ne kadar tenis oyuncuları beyefendi ve hanımefendi sporcular olsalar da, bu kuralın bokunun çıkarılmaması için bir oyuncunun bir setteki “challenge” etme hakkı 2ile sınırlandırılmıştır. Eğer oyuncu itirazında haklıysa kalan hak sayısına hiçbir şey olmaz. Ancak itirazı yersizse o zaman bir hakkını kaybetmiş olur.
Yaptığım onca gereksiz sporun arasında bir de tenis yok maalesef. İzlemeyi çok severim ama oyunculuk geçmişim 7 yaşında bir sene oynamış olmam sayesinde edindiğim tecrübeden ibaret, o gün bugündür elime birkaç kez dışında tenis raketi almadım.
İşte dün ellerim kafamın arasında geçekten kara kara düşünürken bunlar geçti aklımdan. Keşke bizim de tenis oyuncuları gibi “challenge” hakkımız olsa hayatta birkaç defa için bile olsa. Hayatta birkaç defa veriyor insan önemli sayılabilecek kararları. İşte biz de tam bu karmaşa ve karın ağrısı buhranları içerisinde tenisçilerin ellerini ukalaca kaldırıp, kendilerinden son derece emin bir şekilde yaptıkları gibi “ I want a challenge” diyebilsek bazen. Çizginin içinde miyiz yoksa dışında mı? Yukardan aşağı inen ekran gösterse bize, her şeyi olduğu gibi... Doğruyu, mantıklıyı, aslında ne istediğimizi? Aslında gerçekten mantıklı olanın gerçekten bizim için iyi şeyler mi getireceği muamma zaten. Aynen mantıklı olmayan seçeneklerin de bizi son derece mutlu edebildiği gibi...
Maalesef, baş ucumda 27 senedir beni izleyen bir melek yok, ya da varsa bile şu anda konuşmuyor benimle. Dudakları her zamankinden de kilitli. Sımsıkı kapamış ağzını bana bakıyor. “Hadi” diyor “hadi ver de kararını eğlenelim azcık, renk gelsin tek düze hayatımıza”
Bense düşüncelerin içindeyim, hem de kapkarasından... “İçinde miyim çizginin dışında mı?”
Friday, February 01, 2008

Efendim, işim nedeniyle faklı şehirlerin farklı sanayi bölgelerinde bulunma fırsatım oldu. İşe beraber başladığımız arkadaşlarım Ayvalık senin Antalya benim gezerken beni Anadolu’muzun enteresan ve ilgi çekici bölgelerine gönderdikleri yetmiyormuş gibi bir de gideceğim yer şans eseri ilçe değil de şehir merkezi ise mutlaka bir “sanayi bölgesine” yolum düşmüştür. Sırf bu sebeple tanıştığım suntacı, galerici, dökümcü, mobilyacı ve oto tamircinin de haddi hesabı yoktur yani. Ha bir de besicilerile ünlü Suluova var ki, o sabah bütün ovaya (ki bu ova sulu falan değil) yayılan hayvan kokusu zaman zaman gelir burnuma ansızın.
Evet efendim, sanayi bölgeleri gezmeleri kapsamında Isparta, Nazilli, Bursa, Kayseri Sanayileri, Gemlik Serbest Bölgesi ve Ankara Organize Sanayi Bölgesini görme şerefine nail oldum. Bunların arasında en sanayiye benzemeyeni Bursa’dakiydi. Uludağ Üniversitesine varmadan Nilüfer semtini geçer geçmez kurulmuş olan bu dev bölge, sanayi bölgesinden çok ticaret merkezine andırıyordu. Yani öyle ki öğle arasında çıkıp yürüyüş bile yapabiliyordunuz üzerinize yağ motorin falan sıçramadan. Ben ki spor delisi ve hareket bağımlısı bir insan olarak tabi ki öğlen yemeklerinden sonra kesinlikle sanayi ayrımı yapmadan mutlaka yürüyüş yapmaya özen gösterirdim. Nazilli ve Isparta’da sanayi ve şehir iç içe olduğu için çok zorlanmasam da özellikle Kayseri'de yürüyüş yapmak tam bir kabustu. Sonsuz saygı duyduğum emekçi kardeşlerim uzaydan gelmiş gibi bakıyorlardı bana haklı olarak. Tabloyu canlandırın gözlerinizde: Hava buz gibi, ki kayseri havası soğuk olmasının yanında oldukça da pistir. Bu pisliğe bir de sanayinin kendi pisliği eklenmiş, etrafta düzensizce çalışan oto tamircileri ve kendilerini kovboy, altlarındaki yarı bozuk arabaları da birer arap atı zanneden vatandaşlarımız..... Yani soğuktan ölmezseniz bile birinin sizi ezme olasılığı bulunuyor. Nitekim, maalesef hem nazilli de hem de Isparta’da rastladım böyle talihsiz kazalara. İşte siz bu ahval ve şerait içerisinde takım elbisenizle bir yandan "aman üstüm başım batmasın tek takımla geldik nasıl temizlerim" diye düşünürken, etrafınızdaki insanlar da nerden çıktı bu manyak diye düşünmekten kendilerini alamıyorlardır mutlaka.
Şimdi bu anlattıklarımdan sonra aklınızdan geçenleri biliyorum. “Ey arıza yazıcı, o zaman kır kıçını otur oturduğun yerde nedir bu aktif olma çabası”. Haklı olduğunuzu da biliyorum ancak elden gelen bisi yok. İki gün hareketsiz kalayım üçüncü gün başım dönmeye, gözlerim kararmaya ellerim titremeye başlar :) Bu özelliğimde annemin bana hamileyken dünyanın taaaa öbür ucuna gitmesinin etkisi olduğunu düşünüyorum. 1,5 yaşımdayken yaptığı diğer yarı dünya turu da tuzu biberi olmuş bu hareket manyaklığının.....
Efendim hiç mi iyi tarafı yok bu sanayilerin. Olma mı efenim olma mı? Bi kere yemeğin en kralını sanayilerde yersiniz, esnaf lokantalarının en hasını bulursunuz bu yerlerde. Mesela Bursa’da yediğim sütlü helvayı, Isparta’da yediğim köfteyi, Kayseri’de yediğim kavurmayı ve kadayıfı bir de Nazilli’de yediğim pideleri unutamam. İşte iyi yemek umutlarıyla gittiğim Ankara Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Çınar Lokanta’sında biraz hayal kırıklığına uğradım maalesef. Neyse, her ne kadar iki kelimeden biri yemekler hakkında olsa bu bir gurme yazısı değildir. O sebeple varmaya çalışığımız yere geri dönelim...
İşte bütün bu yukarıda bahsettiklerim, geçen hafta içerisinde bir öğlen yemeğinde yalnız başıma çöp şişimi yerken, kapıdan içeriye ikisi de takım elbiseli bir adam ve bir kadının girmesiyle bir anda geçti aklımdan. Bir antropolog edasıyla yaptığım bu “Sanayi” analizlerinin sebebi de sadece ve sadece kadının son derece güzel olmasındandır.
Bu düşünce silsilesi tam olarak şöyle başladı: Ankara OSB’deyim. Hayret burası için gayet güzel bir kadın, hatta biraz fazla şık galiba. Acaba sanayide olmasına aldırış etmeden son derece şık olduğunu ve içeri giren tek kadın olacağını ve üsüne üstlük şık olması sebebiyle tüm erkek gözlerinin kendisine bakacağını bilmesine rağmen, güveninden bir şey kaybetmediği gibi başını herkese inat daha bir dik tuttuğu için mi bana çekici gelmişti?
Ben bu konu hakkında kafa yorarken farkına bile varmadan daha önce bulunduğum sanayiler, sanayilerde yediğim yemekler ve gördüğüm kadınlar hakkında düşündüm....
Yukarıdaki soru da kaynadı gitti aradan.
Ege Cansen özentisi son söz:
Nedir bu erkeklerin kendine güvenli kız merakları canım?
Geyşa olsun çamurdan olsun, sanayi sanayi dolaşmasın :)
Monday, January 28, 2008
Tuesday, January 08, 2008
Monday, December 31, 2007
Ben bu blog olayına daha önce defalarca karar aldığım halde bir türlü başlayamadığım günlük tutma hadisesine katkı sağlar belki diye düşünerek girdim. Aslında bir günlüğüm var ama en son ne zaman yazdığımı hatırlamak için mutlaka açıp bakmam lazım. Hani bazı şeyler içten gelir derler ya, gerçekten de öyle. Ben kendimi bildim bileli, başta ailem olmak üzere çevremdeki herkes mutlaka günlük tutmam gerektiğini, böylelikle hem hayattan aldığım dersleri unutmayacağımı hem de anılarımın her zaman canlı kalacağını öğütlediler bana. Maalesef herhangi bir zamanda başladığım herhangi bir günlüğe 3-5 konudan fazla giriş yapamadım. Bu konudaki en ciddi girişimim ise, kahramanın başından geçenleri günlüğü aracılığı ile aktarmasından olacak Amin Maaoluf'un 100. ad kitabını okuduktan sonra oldu. Hayatımın kitaptaki karakter kadar heyecanlı olmadığı anlamamla ise sona erdi.
Neden ailemin günlük tutma öğüdünü dinlemediğim halde "oğlum spor hayatının parçası olsun" öğüdünü ise obsesif derecede tuttuğumu hala düşünüyorum mesela. Neyse efendim, zaten kırk yılın başı yazıyorsun bir de lütfen konuyu dağıtma diyenlere hak veriyor ve sanırım neden daha sık yazmadığımı soranlara da bir nebze açıklama getirmiş olduğuma inanıyorum. Buı soruyu soranların sayısı da benim günlük defterlerimdeki sayfa sayısından fazla değil bu arada :)
Hayranlıkla izliyorum kendisini, bir insan elini attığı her işi bu kadar mı güzel yapar. Oldukça erken evlenip üniversite bile okumaya fırsat bulamadan bizi doğurmasına üzülmüşümdür hep. Gerçekten hayat garip, süprizlerle dolu. Kim bilir nerelerde olacaktı eğer tamamlamış olsaydı eğitimini. Kardeşim ben ve babamla beraber evde 3 erkeğiz. Tabi anneme çektirdiklerimizi anlatmama gerek yok sanırım. Erkek çocuğuna toplumumuzca yüklenen bu güçlü ve sert olma misyonundan mıdır nedir, kendisine duyduğum sevgiyi asla gösteremiyorum anneme. Arada bir dallamalıklar yapsam da seni çok seviyorum anne. Sadece söylemek istedim.
Geçen ay içerisinde 15 gün kadar Kayseri'ye gittim. Orada kaldığım süre boyunca geçen 2 haftasonundan birinde çalıştım diğerinde ise eve döndüm. Sanırım Kasım sonuna denk gelen bir pazartesi sabahı saat 7 de yola koyulduğumda karşıma çıkan manzara harikaydı. Hayır aşağıda gödüğünüz şey kar değil.... Kırağı ya da kırç mı demeliydim. İkisinden biri işte, ama her taraf sanki kar yağmış gibi bembeyazdı. "İşte huzur bu" dedirtti bana

Efendim konudan konuya zıpladık ama en önemli mevzuyu sona bıraktık. Bir erkek sevgilisinin çantasında mağazalarda çalınmaya karşı önlem olarak konan küçük beyaz mıknatıslı alarmlardan görürse ne yapmalıdır. Sevgilinin "allah allah bunu da üstünde nasıl unutmuşlar hayret" açıklaması inandırıcı mıdır? :) Korkmalı mı?

Yaw neden fontu bozuldu bu aptal yazının ??????????
Neden ailemin günlük tutma öğüdünü dinlemediğim halde "oğlum spor hayatının parçası olsun" öğüdünü ise obsesif derecede tuttuğumu hala düşünüyorum mesela. Neyse efendim, zaten kırk yılın başı yazıyorsun bir de lütfen konuyu dağıtma diyenlere hak veriyor ve sanırım neden daha sık yazmadığımı soranlara da bir nebze açıklama getirmiş olduğuma inanıyorum. Buı soruyu soranların sayısı da benim günlük defterlerimdeki sayfa sayısından fazla değil bu arada :)
Kardeşim el işlerine ne kadar yatkınsa ben de bir o kadar uzağım bu konulara. Evde ne bozulsa Ufuk ilgilenir mutlaka. Daha küçükken bile yepyeni oyuncaklarımızı hiç tereddüt etmeden (daha sonra birleştirmek üzere) tek hamlede darmadağın ederdi benim şaşkın ve umutsuz bakışlarım arasında. Eğer azcık hiperaktif olmasaydı, harika bir elektronik veya makina mühendisi olacağından şüphem yoktu hiç. Sanırım el işlerine olan bu yatkınlığı da anneme çekmiş. Annem senelerdir sürdürdüğü porselen boyama seanslarını arkadaşları ile açtığı ortak sergi sonrasında biraz askıya alarak ahşap boyama işine el attı son bir kaç senedir ve yılbaşı için harika bir ağaç yaptı boyanan bu ahşaplardan.
Efendim konudan konuya zıpladık ama en önemli mevzuyu sona bıraktık. Bir erkek sevgilisinin çantasında mağazalarda çalınmaya karşı önlem olarak konan küçük beyaz mıknatıslı alarmlardan görürse ne yapmalıdır. Sevgilinin "allah allah bunu da üstünde nasıl unutmuşlar hayret" açıklaması inandırıcı mıdır? :) Korkmalı mı?
Yaw neden fontu bozuldu bu aptal yazının ??????????
Thursday, December 06, 2007
Sunday, November 18, 2007
Kasım ayı geldi de geçiyor bile, peki neden hala bu aptal kara sinekler uçuşuyor havada. Tamam sersemlemiş olmaları ezilmelerini kolaylaştırıyor. Ama zaten zaman baskısı altında çalışmak durumunda bırakılan ben, neden bir de görevlerim arasına sinek avcılığını eklemek durumunda kalayım ki?
Geçen sene de gelmiştim kayseriye. Nasıl ki uzun süre görmediğiniz bir çocuk son gördüğünüzden bu yana uzamış oluyorsa, daha doğrusu siz bunu gözle görülür bir şekilde fark edebiliyorsanız, ben de bu şehirdeki büyümüyi aynen böyle fark ediyorum sanırım. Ankara yolu istikametinde hızlı gelişiyor şehir sanayii analadığım kadarıyla.
Ben en büyük i. yi bizim İ. Melih zannederdim. Bu şehrin belediye başkanı sanırım bizimkinden de büyük bir "İ". Ankara yolu ve şehrin merkezi konumundaki Sivas caddesi gerçekten inanılmaz derecede geniş caddeler. Abartmayayım ama en az 4-5 şeritli caddeler(miş) bunlar. 1950 lerde belediye başkanlığı yapan Osman Kavuncu bu kadar geniş yapınca bu yolları dalga geçmiş eşraf haliyle. Adam ileri görüşlüymüş ama maalesef günümüzde bu da yetmiyor sanırım bir şehri güzelleştirmek için. Şimdiki belediye başkanı bu geniş güzelim Sivas caddesine, şehrin "kesinlikle" olmayan trafik sorununu çözmek için milyon dolarlar gömüp gereksiz bir tramvay projesine imza atmış. Geçen sene geldiğimde caddenin durumu içler acısıydı. şimdi biraz daha iyi ama şehirde olmayan trafik sorunu bu tramvay çalışmaları nedeniyle ciddi problem haline gelmiş durumda. Hayır bu çalışmalar bitince de azalmayacak inanın bana (Bence kolay kolay bitmez zaten. Raylar şimdiden pas içinde) Koca cadde düşmüş 2 şeride. Caddenin ortasında tamamen gereksiz 2 tane devasa alt geçit (bu kadar büyüğü ankarada bile yok). Altınddan tek tük araba geçiyor. Tüm trafik yukarıda maalesef. Nedir bu demokrasiden çektiğimiz diyecek duruma getirdiler ya bizi. Helal olsun valla.....
Şehrin vazgeçilmezi elmacıoğluna gittim yine iskender yemeye. Yine Kayseri Parkı gezdim. Yine bol bol vakit geçirdim otelin spor salonunda....
Geçen sene de gelmiştim kayseriye. Nasıl ki uzun süre görmediğiniz bir çocuk son gördüğünüzden bu yana uzamış oluyorsa, daha doğrusu siz bunu gözle görülür bir şekilde fark edebiliyorsanız, ben de bu şehirdeki büyümüyi aynen böyle fark ediyorum sanırım. Ankara yolu istikametinde hızlı gelişiyor şehir sanayii analadığım kadarıyla.
Ben en büyük i. yi bizim İ. Melih zannederdim. Bu şehrin belediye başkanı sanırım bizimkinden de büyük bir "İ". Ankara yolu ve şehrin merkezi konumundaki Sivas caddesi gerçekten inanılmaz derecede geniş caddeler. Abartmayayım ama en az 4-5 şeritli caddeler(miş) bunlar. 1950 lerde belediye başkanlığı yapan Osman Kavuncu bu kadar geniş yapınca bu yolları dalga geçmiş eşraf haliyle. Adam ileri görüşlüymüş ama maalesef günümüzde bu da yetmiyor sanırım bir şehri güzelleştirmek için. Şimdiki belediye başkanı bu geniş güzelim Sivas caddesine, şehrin "kesinlikle" olmayan trafik sorununu çözmek için milyon dolarlar gömüp gereksiz bir tramvay projesine imza atmış. Geçen sene geldiğimde caddenin durumu içler acısıydı. şimdi biraz daha iyi ama şehirde olmayan trafik sorunu bu tramvay çalışmaları nedeniyle ciddi problem haline gelmiş durumda. Hayır bu çalışmalar bitince de azalmayacak inanın bana (Bence kolay kolay bitmez zaten. Raylar şimdiden pas içinde) Koca cadde düşmüş 2 şeride. Caddenin ortasında tamamen gereksiz 2 tane devasa alt geçit (bu kadar büyüğü ankarada bile yok). Altınddan tek tük araba geçiyor. Tüm trafik yukarıda maalesef. Nedir bu demokrasiden çektiğimiz diyecek duruma getirdiler ya bizi. Helal olsun valla.....
Şehrin vazgeçilmezi elmacıoğluna gittim yine iskender yemeye. Yine Kayseri Parkı gezdim. Yine bol bol vakit geçirdim otelin spor salonunda....
Thursday, November 01, 2007
Dönmeden önce en son Nallıhan'daydım. Beypazarına 60 km mesafede küçük ve şirin mi şirin bir ilçe. Ekim başı gibi gittim oraya. İlk gün yapmam gerekenleri bitirdikten sonra saat 8 gibi dışarı çıktım. Kapının önünde bir amca atladı üstüme, sarıldı boynuma kendinden beklenmeyecek bir güçle. Yaşı 70-75 civarı olsa gerek. 15 dakika konuştu hiç durmadan, sözcükler birbirlerini bekleyemeden dökülüyordu ağzından... o kadar hızlı konuşuyordu ki dediklerinin yarısını anlayamıyor, mimiklerinden ve jestlerinden çıkarabildiğim kadarıyla anlamış gibi tepki veriyordum. Konuşurken mütemadiyen elleriyle göğsümü, omuzumu kolarımı dürtüyordu. O kadar güçlüydü ki sallanmadan ayakta durmakta zorlanıyordum. Sonradan müdür geldi tanıştırdı bizi....
Mustafa amcaya "Yorgancı" da denirmiş çoğu zaman. Şubenin en eski müşterisi olduğu gibi, ilçenin de en eski esnaflarından. Lakabının yaptığı işle alakası yok. Hikayesi ise işte burada:
1950 lerde Mudurnunun köylerinden birinde, bir düğünde konuklardan bir tanesi içkiyi fazla kaçırıp da tatsızlık çıkarmaya başlayınca duramamış bizim Mustafa amca kavgaya tutuşmuşlar adamla. Sonu da hayırlı olmamış bu kavganın, daha 20 sine bile basmamış olan Mustafa amca çekmiş vurmuş adamı. Adama mezara, kendi hapise. 10 yıl kalmış içeride, yorgancılık öğrenmiş, büyük usta olmuş. Dört bir yandan özellikle onun yorganlarını almaya gelirlermiş. O gün bu gündür "yorgancı" kalmış adı. "Çıktıktan sonra evime dönemezdim, bakamazdım bizimkilerin suratına" dedi Mustafa amca bir konuşmamızda. Nallıhana gelmiş yerleşmiş. O zaman nallıhanda ticaret yok. Halk tarımla uğraşıyor. Çıkmış gelmiş bizim müdürün karşısına, anlatmış başından geçenleri. Müdür inanmış, kol kanat germiş destek olmuş. Çalışkan adammış zaten, gece gündüz durmadan ter akıtmış alınından. Seneler geçmiş, sıfırdan Nallıhan'ın en varlıklılarından biri olmuş Mustafa amca ilçenin. Kazandığını yatırıma harcamış, kenara bir kaç kuruş koymadan işine yatırım yapmış hep. Bizim bankanın kendisine destek olmasını de unutmamış varsa yoksa xx bankası. Ağzından düşürmüyor bir saniye bile eski müdürleri....
Tüm ilçenin saygısı sonsuz Mustafa amcaya. Ben de 1 aylık kısa ziyaretimde bol bol konuşma fırsatı buldum kendisiyle. Yemek yedik, kahve içtik, dolaştık kimi zaman. Ama bu esnada hiç vazgeçmedi Mustafa amca beni elleriyle dürtüklemeyi. Yanına giderken güreşmeye gider gibi hazırlanıyordum. İnsan büyük şehirde unutuyor sevgiyi saygıyı maalesef. Yani orda da sevgili ve saygılı olduğun insanlar var ama bu başka, çok başka. Sayesinde hatırladım bu duyguları....
İşimizin tabiatı gereği iş ortamında maalesef pek de çok sevildiğimiz söylenemez. Ama 4 senedir ilk defa bir yerden ayrılırken birilerinin gerçekten üzüldüğünü hissettim. Veda etmeye gittim Mustafa amcaya, dükkana girdim. "Mustafa amca ben gidiyorum, işim bitti" dedim. Atladı sarıldı boynuma, örneği olmayan bir şekilde eğildim elini öptüm. "Bu banka senin mustafa amca sayende buralara geldik" dedim. Ben de ona sarıldım. Gözleri dolmuş yorgancının. Benimkiler gibi. İlk defa ağladım bir yerden ayrılırken...
"Yine gel, mutlak gel, bende kal" dedi. Söz verdim. Yola koyuldum, verilmiş ve unutulmuş sözler aklımda...
Subscribe to:
Posts (Atom)