Friday, May 28, 2010

Tuesday, October 13, 2009

Kalın İstasyonu

kalın istasyonu müdürü
hasan kalabalık..
kalın istasyonu hareket memuru
hasan kalabalık..
kalın istasyonu gişe memuru
hasan kalabalık...
bir akşam, memurlarını
akşam yemeğine çağırdı.
yenildi, içildi geç vakitlere kadar,
hikâyeler anlatıldı.
kalın istasyonu müdürünün evinde
o gece yatıya kalındı.

Özdemir Asaf

Monday, September 28, 2009



Büyük denizde küçük balık olmak mı?

Yoksa küçük denizde büyük balık?

Friday, September 11, 2009

The 20 funniest suggestions from Google SuggestA feature from Google Labs gives you real-time suggestions for search queries as you type them. Some of the results are hilarious.

http://www.telegraph.co.uk/technology/google/6161567/The-20-funniest-suggestions-from-Google-Suggest.html

Monday, August 31, 2009

Okunası yazı yazma kabiliyeti kesinlikle önemli bir özellik ve artık neredeyse eminim ki sonradan kazanılmıyor. Daha ilkokula yeni başladığımda dahi şanslıyım ki anne baba, teyze vb. ailemizin çok sevgili fertleri beni günlük tutmam konusunda teşvik etmişlerdi. Hayır kesinlikle bu öneriyi son derece saçma bulduğum için günlük tutmamazlık etmedim. Sonraki tecrübelerimi bir tarafa bıraksam dahi daha o zaman bile bana çok mantıklı bir şey gibi görünmüştü. Peki neden olmuyor o zaman, bu blog neden bir düzene oturmuyor? Kağıt kalem olmadığı için mi? Bütün gün zaten bilg. başında olduğum ve internetten nefret etme noktasına geldiğim için mi? Yoksa sadece yazı yazmayı sevmediğim için mi? Şimdilik aklıma sadece 2 alternatif geldi. Muhtemel ki çok daha fazlasını üfürmekte zorluk çekmeyebilirim



Karakter itibariyle geriye dönmeyi seven bir insan değilimdir. Karar alma süreçlerim 3'üz doğurmakta olan bir annenin doğum anı kadar sancılı geçse de, "keşke" dediğimi hatırlamıyorum çok fazla. Kararlarımın hepsinin keşke dememi gerektirmeyecek mükemmeliyette olduğu için değil tabi ki (hahayyttt :) ) keşke demenin bana hiç bir şey kazandırmayacağını bildiğim için. Zira dönüp baktığımda yanlış karar dediğim bir kaç tane önemli kavşak geçtim. Ama keşke demiyorum (allah dedirtmesin; amiiin ).

Mesela çekilen fotoğrafa konu olmaktan nefret ediyorum, fotoğraf çekmekten de öyle aman aman zevk almıyorum. Nasıl ki yazdıklarımız düşüncelerimizin kayıt altında tutulmasıysa, fotoğraflarımız da yaptıklarımızın.... Oldu bitti işte ne gerek var kayıt altına almanın (biliyorum bunun da çok gerekçesi var ama olsun beni yeterince tatmin etmiyor). Bir de burası bi olmadı gibi sanki, işte yazmaman için bir neden daha :)

Yazamamamın bir diğer nedeni de sanırım mükemmeliyetçi arıza yapım. İnsanların iyi oldukları konulara daha fazla vakit ayırması, becereksiz oldukları konuları ise o işi iyi yapacaklara bırakmaları gerektiğine inanıyorum. Tabiki kimse anasının karnından büyük bir besteci, ressam, futbolcu ya da şarkıcı olarak doğmuyor. Tabi ki çabalamakla gelişiyor insan, ama afedersiniz ben maçamı yırtsam hayatımı bu işe adasam da bende şarkıcı olmaz mesela. Ses sıfır kulak da öyle. İşte kastım bu zaten, Cemil İpekçi'den forvet, Kenan Doğulu'dan siyasetçi, RTE'den adam olmazsa benden de yazar olmaz diyecek kadar yazdım sanırım.....






Daha iyi yazanları gördükçe hevesim kırılıyor. Bırakayım diyorum onlar yazsın. Günlük de tutmayıvereyim anasını satayım. Bundan 20 sene sonra geriye bakıp aaa bak ne komik düşünmüşüm demesem ne olacak sanki. Geçmiş dediğin yitik bir eşya, gelecek ise asla ulaşılamayacak olanken şimdiye konstantre olmak daha güzel geliyor bana.










Muhtemeldir ki bu tarz kafa bulanıklıklarını daha birçok kez yaşayıp buraya yazmayı bırakmadan önce en az 3-4 defa daha meyl edicem terk'i diyar etmeye, ama henüz değil sanırım.












En son ne zaman yazdığıma dahi bakamdım blogger.com adresine girerken. Sanırım istanbula gelmeden bir ay kadar önce yazmış olmalıyım. Geçen sürede neler yaptım?












Yine kaçınılmaz olarak bir dönem haddinden fazla çalıştım. Bu nedenle yine kendimi, hayatımı ve yaptıklarımı sorguladım. Yine mevcut durumu değiştirecek köklü bir çözüm bulamadım, yine kararlar aldım, sualtı hokeyinde takım arkadaşlarımla 2. lik kürsüsüne çıktım. İstanbul'da yeni güzel ve değişik yerler tanıdım, aynı sıfatlarla nitelendirilebilecek insanlarla tanıştım. Kuzenlerim, teyzem, amcala vakit geçirdim. Lise arkadaşlarımla görüştüm. İlk defa ciğer yedim, çamaşır yıkadım, ütü yaptım. Arabamın kırılan camlarını 3 defa yeniden taktırıp inadına aynı yere yeniden park ettim. Taksicilerine küfrettim, ayyaşlarıyla muhabbet. Bir 2006 Ağustos akşamındaki kadar olmasa da sarhoş oldum. Göker ve Hikmi'ye üzüldüm. Sonra üzüldüğimden daha çok sevindim Göker'e her işte bir hayır vardır dedirtircesine. Tatile çıktım, güneye indim, balık yedim, rakı içtim, kitap okudum, yüzdüm, dalından kilolarca üzüm topladım. sevdiklerimle vakit geçirdim. Sevdiklerimden çok şey öğrendim. Kafam karıştı biraz, biraz değil çook karıştı galiba. Çözemedim, çözmeye çalışmayı bıraktım. Kendimden nefret ettiğim de oldu. Sen nasıl adamsın bunları yapıyorsun dediğim de.
Sonuçta + larla - ler iki tarafına asıldı aynı halatın, eksiler devrildi önce.
Demin o kadar salladım ama yine de 1-2 foto koymak istiyorum buraya, yarın bir gün hiç keşke dememek için belki de...

Thursday, May 14, 2009

Depresif olmasına rağmen çok sevdiğim arkadaşlarımdan biri olan TGM sayesinde tanıştım Umut Sarıkaya ile. Karikatürlerinden ziyade yazılarıyla tanınan Uykusuz yazarıdır Umut Sarıkaya. Kendisinin de bir röportajında söylediği gibi, genelde mizah dergileri karikatürler için okunur, insanlar uzun yazılara hiç uğramaz bile. Ben de o insanlardandım aslında, taa ki TGM bana Umut Sarıkaya'nın ne büyük bir yazar olduğunu gösterene dek. Yazılarının derlendiği "Benim de Söyleyeceklerim Var" adlı kitaptaki hikayeler daha fazla mizah ağırlıklı yazdığı önceki dönemlerinden. Şimdi resmen edebiyat parçalıyor adam....

Kitaptan bir kaç alıntı: Umutun fakülte hazırlığa başladığı ilk gün, herkes bir kaynaşma derdinde, Umut de okulu gezerken önce kayboluyor koridorlar ve merdivenler arasında, sonra sınıfını bulmaya çalışırken tuvaleti geliyor ama uygun bir 100 numara da bulamıyor, artık patlama noktasına geldiği bir anda depo mahiyetindeki küçük bir odada pet şişe görüyor. Sonra iç hesaplaşma başlyor: Bir yandan şişeyi alıp rahatlama isteğiyle yanıp tutuşuyor diğer bir yandan da daha okulun ilk günü böyle bir karizma çiziğini yediremiyor kendine. Kendisine aylar gibi gelen birkaç dakikalık müthiş tereddüt ve çatışma halinden sonra şişeyi alıp dibini kalemi ile deliyor bu çelişkiden kurtulabilmek ve istese de o işi yapamamak için. Aradan yıllar geçiyor, bu sürede umut bir türlü istedeği üniversite hayatını yaşamayamıor: kızlarla ilişki zayıf, çok sevilmeyen itilmiş silik bir tip oluyor. Ya son ya da 3. sınıfta zar zor girdiği kızlı ortamda yine terslenince vuruyor kendini içkiye ve gecenin sonunda şu cümleler dökülüyor ağızından: "Okulun ilk günü o şişenin dibini deldiğimde kaybetmiştim zaten tüm umutlarımı..."

Diğer bir alıntı: Dün gece ansızın kapı çalındı. 'Kim bu münasebetsiz acaba?' dedim kendi kendime. Gittim açtım, gelen bendim. Evet bendim. 'Vaay' dedim, 'Arkadaş bir insan bu kadar mı kimsesiz olur, bu kadar mı yalnız olur!?'
Bu son hikaye inanılmaz zaten, sırf bunun için bile alınır kitap...

Friday, February 27, 2009

Slm ey sevgili blogcular, okuyucular, günlük her kim ki bu satırları okuyorsa.
Çok üzün süre olmuş yazı yazmayalı, öyle ki girerken şiremi hatırladığım halde hiç kullanmadığım gmail mail adresimi anımsamam biraz zaman aldı. Neden bu kadar uzun zamandır yazmadığım hakkında ileri sürebileceğim çok fazla neden bulmama rağmen aslında hiç biri de kayda değer mazeretler değil.

Son 2-3 ay oldukça zorlu geçti. Hani belki bi TUS değil ama yine de kallavi zor bir sınava girmek zorunda kaldım. Yani kaç bin sayfa okudum ezberledim. Bi daha hiç karşıma çıkmayacak kaç kanun maddesi beynime kazıdım inanın bilmiyorum, bi daha da hatırlamak istemiyorum. Kazanılmasının çok da birşey kazandırmayacağı ama kaybedilmesinin çok fazla şey kaybettireceği bir sınavdı benim için. Aslında hiç de önemli değil ama ah bu sosyal çevre ah bu psikoloji, insanlar ne der diye düşünmemeyi başarsak ne de kolay olacak bu hayat. Ama olmuyor. En sonunda sonuç neyseki iyi oldu. Daha ne olduğunu anlamadan verdiler elimize istikametin trabzon olduğunu gösteren kağıdı, 2 haftada orada kaldım. Çok yoğun geçti tam 12 gün sabah 9 akşam ucu açık çalıştım. O yüzden bırakın gezmeyi deniz kenarına bile inemedim. Hoş zaten deniz kenarına inmek de mümkün değil artık. Büyüklerimiz sağ olsun dünyanın en güzel sahilinin içine etmiş çevre yolu geçirerek kıyısından.... O yüzden trabzon deniz kenarında kurulmuş ama denize kıyısı olmayan bi şehir olmuş çıkmış :(
Aklımda kalan en iyi lezzetler, "Fevzi hoca"nın akçaabat köftesi, zarganası, mezgiti, barbunu, yani kaymak gibi balık yapıyor adam.
Laz böreği, cevizli burması da cabası.
Bi de uzun sokakta çok güzel fırın sütlaç yapan bi yer vardı, adını değil ama yerini çok iyi öğrendiğim.

İstanbuldaki Beşitaş maçından sonra halkın sokaklara dökülüp beraberliğe şampiyon olmuş gibi sevinmesini de asla unutamam sanırım. Bi de o esnada şöyle bi tezahurat haykırılıyordu: "trabzon büyüktür küfretmez ama xxx affetmez" O sırada göz göze geldiğimiz bi esnaf şaşkınlığımı (ve yabancı olduğumu da) anlamış olacak ki, "abi sen bakma bunlara bi avuç serseri gerçek trabzonlu delikanlıdır" diye açıklama ihtiyacı hissetti.

Bu arada anadoluda muhtelif yerlerde geçirdiğim senelere ve yerli gibi davranma konusunda kendimi geliştirmeme rağmen bir bakışta oranın yerlisi olmadığımı anlayan yerlilere de tebriklerimi iletiyorum.

Özellikle AKP hükümeti ile ivmelenen amerikanlaşma hareketi trabzonda da gösteriyor kendini, dev gibi bi avm yapılmış havaalanı yolu üzerinde, tıklım tıklım. Sinema salonu çok salonlu, 4 salonda Recep ivedik, hiç birinde yer yok....

Geçenlerde bi yazı okudum bi gastede, yazar bi değerlendirmede bulunuyor benim de katıldığım: Bundan 20-30 sene öncesi filmlere bakalım, şaban karakterine bakalım, nasıldır bu karakter, köyden çıkmış şehre gelmiş, lüksüne şaşasına hızına karşı ihtiyatlı mahçup, saf vur ensesine al lokmasını, varoşta oturur, kuyudan su çeker. Oysa şimdi roller değişti, şaban akıllandı recep oldu. Baktı eğitilmekte bişi olmayacak o da çakallığa köşe dönmeye verdi kendini, piç oldu tabiri yerindeyse. Zamanında kendisine kazık atan şehirliden almaya başladı öcünü. Öğrendi oyunun kuralını, sonra kuralları değiştirdi kendisi yeniden yazdı. Sonra gitti naptı, sandık başında oy kullandı. Neyse konuyu ciddileştirme amacında değildim başlarken.

Cuma akşamı döndüm ankaraya, ankara bildiğin ankara: gri, yine de kopamadık kaç yıldır burdan. Bi şeyler tutuyor demek ki....

Tuesday, January 20, 2009

Emek-Bahçelievler-Beşevler-Tandoğan-Maltepe-Demirtepe-Kızılay


Kızılay-Demirtepe-Maltepe-Tandoğan-Beşevler-Bahçelievler-Emek

Wednesday, December 31, 2008

Hayat yolculuğu süresince çeşit çeşit kararlar veriyoruz. Bazısı kendimizce önemli, bazısı ise oldukça önemsiz. Ne olursa olursa bu kararların sonuçları ve getirdikleri, karar aşamasında o karara atfedilen önemle aynı doğrultuda olmayabiliyor çoğu zaman. Bu kararların (sosyal algılanma açısından) sanırım birincisi ve en önemlisi üniversite seçimi, aslında burada tabiki seçim doğrudan üniversite için yapılmıyor, ancak iyi bir üniversiteye gitme kararının verilmesi sonucu deliler gibi çalışılmasının bir çıktısı olarak iyi bir üniversite tercih edilmiş oluyor aslında. Peki sonuç iyi mi olmuş oldu şimdi.

Bilemiyorsunuz, çünkü hayat bir oyun değil, kapatıp istediğiniz yerden yeniden başlayamıyorsunuz. Keşkelerle de yaşanmıyor, keşkeye neden olan seçimin seçilmemiş sonuçları öngörülemediği ve hiçbir zaman bilinemeyeceği için... Küçükken interaktif kitaplar okuduğumu hatırlıyorum. İnteraktiften kasıt, kitabın belirli yerlerinde karşınıza bir takım seçenekler çıkıyor: "gizemli ve ürpertici bir şatonun kapısında duruyorsunuz, a) işte heycan der içeri girerim (sayfa 76'ya gidiniz) b) aman ne işim olur gizemle falan (sayfa bilmem kaça gidiniz)"..... gibi. Ben kitabı bütün alternatifleri ile birlikte okumaya çalışır, ilk yol ayrımında 3 sonraki yol ayrımlarında ise muhtemelen 9'a ve daha fazlasına bölünmüş bir halde bulurdum kendimi. Bütün seçimlerimin sonuçlarını merak ederdim. Bunun bir kitapta bile olamayacağını öğrenmiş olmak sanırım çok da kolaylaştırmıyor hayatı.

Daha önce bu film hakkında yazıp yazmadığımı hatırlamıyorum. Ancak bende en çok iz bırakan ilk 5 film arasına girer kesinlikle: "Run Lola Run" (diğer 4 film ne?, onu da bilmiyorum ama sanki böyle bi cümle iyi gider gibi geldi buraya). 3 senaryo var filmde, konu aynı, ancak mini minnacık ayrıntılar, değişiklikler ve zamanlama farklılıkları nedenyile 3 senaryo da tamamen farklı şekilde bitiyor. Yani aslında karar anında, verilen karar son derece önemsizmiş gibi gelse de bize, nasıl ki küçük bir açı sonsuzlukta büyük bir sapma yaratır, belki de bu kararın getirileri hayatımızı kökünden değiştirecek sonuçlara gebedir. Asla öğrenemeyiz değil mi? O yüzden genel olarak, uygulamada çok da başarlı olamasam da hayat felsefem: "aslında hayatın tam da şu anda başladığı ve sadece önümüzdeki olaylara hükmedebileceğimizdir."

Neden bilmiyorum, geçen hafta antrenman çıkışı Hüseyinle biraları hızlı hızlı yudumlarken bütün bunlar geçti aklımdan çabucak....

Monday, December 22, 2008


Küçükken, muhtemelen ortaokulda olamayacak kadar minik, fakat ilkokula başlamamış olamayacak kadar büyük iken,
yapılan doğum günü partilerinde
doğum günü sahibi,
pastanın üzerinde doldurulan değil de içine girilen yaş sayısı kadar sıralanmış mumları,
aklında kendisine alınacak bir sonraki commoder 64 oyunu ya da GI JO adamcığını hayal ederek üflerken,

partiye belki de sadece parti kalabalık biraz da eğlenceli olsun diye çağırlan sınıfın hınzır ve yaramaz çocukların
bunu neden yaptıklarını dahi bilmeden;
uzata uzata söylenen "iyki doğdunnnnnn ahmettttttt"
nakaratını "niye doğdunnnnnnn ahmettttt"
diye değiştirdikleri geldi aklıma
kendi mumlarımı üflediğim fotoğrafa bakarken...

Beni seven ve benim sevdiğim insanlar olduğu için çok şanslıyım....


Friday, November 21, 2008

İnsan hafızasının bir sınırı var mıdır? Mantıklı olarak değerlendirildiğinde kesinlikle bir sınırı olmalı. Farz edelim bu sınır 100.000.000.000.000.000.000..... hafıza birimi olsun (hb). Ve yine farz edelim mesela bir insanın hafızasındaki bilgilerin tamamı "2x2:4" işlemindeki kadar basit bilgilerden oluşsun ve yine farz edelim bu ütopik dünyada insan hafızası bu işlem kadar basit bilgilerle tamamen (ağzına kadar) dolmuş olsun. Yani bir birim bile yer kalmadı. Buna rağmen bu varsayımsal dünyadaki varsayımsal insanın gündelik hayatı devam ediyor ve karşısına daha önce öğrenmediği, 1+1=2 bilgisi geliyor. Hafızanın tamamen dolu olduğu göz önüne alındığında;

1) bu yeni bilgi öğrenilemez mi?
2) bu bilgi hafızaya alınırsa hafızadan çıkacak ilk bilgi hangisi olur?

Bu aralar inanılmaz derecede ezber yapyorum. Beynim patlayacak. Sanırım sürmenaj oluyorum. Aklıma gereksiz sorular geliyor....

Tuesday, November 11, 2008

Bu aralar zamanımızın çoğu sinemada geçiyor. Hani koltuklara isim veriyorlar ya tiyatrolarda belli bir bağış karşılığında; sinema salonlarının da isimlerimizi koltuklara vermesini talep ediyorum. Ciddi bir finansör olduk yani şu salon bolluğunda. Son zamanlarda gidilen 6 tane film hakkındaki görüşlerim şöyle efendim. Beğeni sırasına sondan başa doğru bir sıralama yapmam gerekirse... (Neden gereksin di mi?)


Zor karar: Aman tanrım nasıl böyle bir hata yaptık. Yarın bi gün televizyonlara düşerse, sizin de yapacak hiç bir işiniz yoksa, bütün kitaplar bitmiş, bütün sporlar yapılmış, bütün içkiler içilmiş ve söylenecek bütün sözler bitmiş olsa bile izlemeyin. Nikolas Cage amca bile kurtaramamış filmi. Zamanınıza yazık...

Mustafa: Can Dündar'ın iç yüzünü bir defa daha açıkça ortaya serdiği bir yapım olmuş. Her tarafından bir eğretilik akıyor. İnanılmaz kopuk, ne anlatmaya çalıştığı belli değil gibi bir izlenim veriyor (aslında belli de...). "Atatürkle ilgili olumsuz ne varsa alalım, aman canım bir bütünlük oluşturmasa da olur" düşünce yapısına sahip bir film. Her tarafından art niyet akıyor. Neymiş bütün bu devrimler adamın küçükken yediği bir tokat yüzündenmiş. Can Dündar şimdi de psiko-analize soyunmuş anlaşılan. Seyretmeyin, çocuklarınıza izlettirmeyin....

Mükemmel Bir Gün: "Karşı Pencere"den daha çok sevdim daha bir gerçekçi geldi sanki bana. "Saturno Contro"ya kıyasla çok daha kötü dersem yeterli olur mu? Yanlış anlaşlmasın Saturno contro yu çok sevmiştim.
Issız adam: Keşke ilahi bir güç devreye girseydi de filmin sonunu seyretmeseydim. Sonuna gelene kadar "vay beee 10 numara, harika" diye düşündüğüm film, sondaki zorlama çabayla malesef resmen rezil olmuş. Film aslında çok iyi başlıyor, içine sürüklüyor insanı, düşündürüyor. 2 insanın ilişkisinin daha önce bu şekilde ele alındığını zannetmiyorumbir türk yönetmen tarafından. Muhabbetler, hareketler, düşünceler, kaygılar. Çok iyi yakalamış yönetmenimiz :) İnanılmaz yaratıcı. Amaaaa... Filmin sonu tam bir love story edasında. (Seyretmeyenler okumaya devam etmesin lütfen, çünkü okurlarsa seyretmek zorunda kalmayacaklar) %100 ağlatmaya programlanmış bi son. Tek amaç bu, gayet net. Yahu tamam her şeyi bi kenara bırakıyorum. Siz birbirinize deli gibi aşık olmuşsunuz. Aradan 4 sene geçmiş aşkınızı unutmamışsınız. Birbirinizi görünce dağıldınız. Buraya kadar her şey eyallah da, yahu: canım "ada"m sen evlenmişsin kızın konuşmaya koşmaya başlamış, daha hala o buğulu iç sesinle kocama her sarıldığıma sana sarılıyorum diyosun. Çüş derler adama. Niye? çünkü sayın okuyucu dikkati çekerim bu ilişkinin süresi taş çatlasa 1,5 ay, ya insana gülerler 1,5 ayda birbirinizi nasıl tanıdınız? ne kadar çok ortak anı yarattınız ve birbirinize nasıl bu kadar aşık oldunuz? Bırak iç seslerle gereksiz itiraflarda bulunmayı aradan geçen zamandan sonra birbirinizi tanıyamazsınız bile yahu :) Hatırlatıyorum ilişkinin süresi 1,5 ay. 4,5 yıl değil. Biliyorum çok geçirdim, belki de ada yı çok sevdiğimden üzüldüm haline; lavuk ıssız adama sinirlendim. Kim bilir, bunun tahlilini en iyi psikoloğumuz Can Dündar yapar aslında ama o da aramızda yok.

3 Maymun: Görüntüler tek kelime ile mükemmel. Hatice Aslan'ın oyunculuğu da öyle. Renklerin soluk olmasına rağmen fotoğraf sergisi gibi film olmuş. Yalnız bir arkadaşımın söylediği gibi "yarım saate sığacak filmi biraz fazla uzatmış" galiba.....

Aşk Tutulması: Evet biliyorum, filmden sinemadan sanattan anlamıyorum; ama ben bu filme bayıldım. Bir kere esas ablayı saymazsak oyuncular resmen döktürmüş. Biraz sitcom havasında sanki; ama belki benim de fenerbahçeli olmam ve etrafımda filmdeki kadar deli insanlar olması nedeniyle resmen gülmekten koltuktan düşecektim bazı sahnelerde. Tamam sanat anlamında pek bir şey ifade etmiyor ama ben zaten "halk için sanat" ilkesini benimseyenlerdenim. İyi vakit geçireceğinizi garanti edebilirim.

Thursday, October 30, 2008

Konuşkan olduğum söylenemez, beni yakından tanıyanlar zaman zaman ketum olduğumdan da bahsederler. Ama ben bu yoruma katılmıyorum. Etrafımdaki insanlardan daha fazla ketum değilim. Yalnız bu aralar biraz çenem düştü sanırım. Az konuşmanın ne büyük bir erdem olduğunu tekrar hatırlasam iyi olacak galiba. Gereğinden fazla konuşmak sadece sorun çıkarıyor çünkü....
şşşşşhhh