Thursday, October 30, 2008

Konuşkan olduğum söylenemez, beni yakından tanıyanlar zaman zaman ketum olduğumdan da bahsederler. Ama ben bu yoruma katılmıyorum. Etrafımdaki insanlardan daha fazla ketum değilim. Yalnız bu aralar biraz çenem düştü sanırım. Az konuşmanın ne büyük bir erdem olduğunu tekrar hatırlasam iyi olacak galiba. Gereğinden fazla konuşmak sadece sorun çıkarıyor çünkü....
şşşşşhhh

Saturday, October 25, 2008

Herkesin konuştuğu herkesin üzüldüğü şey benim de aklımdan çıkmıyor. İşyerimde ktunnel'dan girmeye çalıştım önce, maalesef işyerimden o siteye de giremediğimi öğrendim. Yani artık daha seyrek dolaşmak zorunda kalacağımı anladım alem-i blog'da. İçim cız etti. Bu kadar da olabilir mi dedim. Bu kadar da olabilir mi? Bugün cumartesi evdeki bilgisayardan girdim. İçim derin bi kaybetmişlik duygusu ve hırsla dolu. Biz bu durumlara layık mıyız. Atatürk'ün kurduğu bu güzel ülke...

Din kisvesi altında tarihin en büyük dolandırıcılıklarından biri yapıldı almanyada. Bir ayağı da burda şerefsizlerin. ülkede çıt yok. Rtük başkanı ciddi şüphe altında, 10 yaşındaki çocuğun kendini savunacağı anlamsız savlarla kurtarmaya çalışıyor paçayı, yine çıt yok. Dünya çalkalanıyor, önümüzdeki 5 yıl belki de dünyanın yaşadığı en kötü 5 yıl olacak. Yine ses yok. Neden, çünkü başımızdakiler atatürkçülerin peşinde cavı avına çıkmış, sisiyi de alıyorlar, eruyguru da... Sıra bize de gelirse şaşırmayalım.

Bitti bu ülke...

Tuesday, October 14, 2008

Birkaç gün önce CNBC-E'de, senelerce önce sanırım orta okuldayken sinemada izlediğim Groundhog Day filmine denk geldim. Filmin başını kaçırmış olmam, duyduğum heyecanda en ufak bir azalmaya neden olmadı. Filmde hava durumu sunucusu rolündeki "Phil" karakterini canlandıran Bill Murray bilinmeyen bir sebeple zamanda bir güne takılıp kalıyor ve sanırım 1-2 sene boyunca (filmin sonunda kaç gün geçtiğini söylüyordu ama unuttum) aynı günü yaşıyor. Etrafındaki insanlar bu durumdan haberdar değil, daha doğrusu sanki bir önceki gün hiç yaşanmamış da tekrar aynı günü yaşıyorlar. Bu tekrarları hafızasında tutabilen daha doğrusu bu lanete (???) maruz kalan tek kişi ise kahramanımız Phil. Filmin sonu insanı çok fazla germeden güzel bir mesaj verme gayretinde. Verilen mesajdan etkilendiğim ve tekrar "vay beee" dediğim için galiba başarılı da sayılabilir.

Sanırım yaklaşık 14-15 sene önce, en yakın arkadaşım Engin ile afişini beğenip girmiştik filme. Film Engin'e çok bir şey ifade etmemiş olacak ki, frigolarımızı almak için beklediğimiz sırada aklına aniden "aslında akşam evde olması gerektiği, hemen eve dönmezse annesinin kendisini öldüreceği" geldi. Biraz, o zamanlar da aynı şimdi olduğu gibi başladığım şeyleri yarıda bırakmaktan hoşlanmamam; biraz da tekrar tekrar yaşanılan birbirinin aynı olması beklenen fakat kahraman sayesinde değişik bir hal alan günlerin sonunun nereye varacağını merak etmem nedeniyle, Enginle beraber çıkmamış ve filmin ikinci yarısını seyretmiştim.


Nasıl ki senelerce sonra okunan bir kitap okuyanına hiç düşünmediği şeyler hissetirebiliyor ya da verebiliyorsa, bu film de bana ilk seyrettiğim zamana kıyasla çok farklı şeyler düşündürdü. Aslında dürüst olmak gerekirse 15 sene önce filmi boşa izlemişim :) Andie Mac Doweel'a, daha doğrusu Rita karakterine aşık oldum: vakur, kendinden emin ve zarif duruşuna. Bir de Phil'in aynı durumlarda ortaya koduğu onlarca farklı davranış biçimlerini izlemek çok keyifliydi.

Mesela bugünü (14 Ekim 2008) ele alalım. Sabah yataktan kalktım, aynı kahvaltıyı ettim, giydiğim 3-5 takımdan birini giyip, aynı arabaya binip aynı işe gelip, devamlı gittiğim 5-10 lokantadan birinde öğlen yemeği yedim. Aslında düşünsenize, yapabileceğim ve yaşayabileceğim binlerce onbinlerce belki milyonlarca farklı şey varken ben sadece aynı şeyi yapıyorum. Ne büyük bir kayıp. Ertesi günün ve takip eden günün ve onu da takip edenin de yine 14 Ekim olduğunu düşünün yine aynı şeyleri yapar mısınız? işe gider misiniz? bir kitapçıya girip tüm kitapları mı okursunuz, tüm filmleri mi izlersiniz, yoksa bir günde gidilebilecek tüm yerlere mi gidersiniz? İşte film de biraz bununla ilgili.....

IMDB listesinde 174. sırada yer alan bu filmi izlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim....

Monday, October 06, 2008

6 Ekim 2008

Bayramı çoğunlukla artık eskisi gibi bana heyecan vermeyen kendi şehrimde geçirdim. İlk haftasonu genelde evdeydim. Özellikle pazar ve pazartesi günleri saatlerce Şangay sıralama turnuvasını seyrettim. Seyrederken de hep hayal kurdum. İşi gücü bıraksam, İngiltere’ye gitsem, Ronie O’Sullivan’ı bulsam desem ki: “Üstat her şeyimle kendimi snooker denen bu olaya vermek istiyorum. Çok olmasa da fena kabiliyetli sayılmam. Etim de sizin kemiğim de, sadece sizinle kalayım olduğu kadar öğreneyim şu işi...” “Hayal”e bak dedim sonra kendime. Pazartesi akşamı Gökhan’la bizim ordaki Drunk’a gittik. Daha çok gitmek gerek. Drunk denen bu keyifli yer, ODTÜ’nün arka kapısında bulunan senelerce kebapçı olarak faaliyet göstermiş, sonra akıllı bi adamın uyanıp puba çevirdiği güzel bi mekan. Şehrin hengamesinden uzakta. Yalnız çokkk garip bir olaya şahit oluyorum birkaç haftadır. Mekanın çıkışında akşam saatlerinde devamlı bir trafik polisi arabası duruyor ve otoparktan çıkan arabalara alkol kontrolü yapıyor. Errrggggenekon falan bunlar ayrı bir yazı konusu ama bu kadar da 1984 romanı içerisinde hissettirilmez ki insana. Utanmasalar her tarafımıza alkol metre takacak bu adamlar. Neyse ki (maalesef) girişte arabayı gördüğümüz için ben alkol almadım (bakınız sütten ağzı yanan insan). Gökhan da benim yerime içti.


Salı sabahı kahvaltımı ettikten sonra arabaya atlayıp İstanbul’a doğru yola çıktım. Aşık olduğum beni heyecanlandıran şehire doğru... Aslında yalnız başıma uzun yol yapmayı sevmem. Belki de bir ömre yetecek kadar yol yaptığım için, belki de sadece yalnız olmayı sevmediğim için, bilmiyorum. Çok hızlı gitmeden, yavaş yavaş geldim İstanbula. 3 gün kaldım. O kadar hızlı geçti ki zaman. Yapmak istediklerimin çoğunu yapamadım. Birazını yapabildim ama zaten listenin uzunluğu göz önünde bulundurulduğunda sanırım tatmin edici bir sonuç sayılabilir. Yapmak isteyip de yapamadıklarım: Oyuncak müzesini gezemedim, Eminönü’ne gidip mısır çarşısı ve kapalı çarşıda dolaşamadım. Kuzenim selinle görüşemedim (bu konuda suçun çoğu kendisinde). Nişantaşı’nda bulunan adını bile doğru dürüst söylemediğim, gidip şarap içip peynir yediğin gurme dükkanında keyif yapamadım.
Ama yine de yaşadıklarım güzeldi: Daha çok televizyonda dizilerde ve sinemada gördüğüm aslında oynadığı karakterleri pek de beğenmediğim bir oyuncuyla tanıştım, tanışmakla kalmadım kendisi ile içip sarhoş oldum. Boncuk’a gidip Mehmet amcanın eşliğinde harika bir gece geçirdik. Tam saymadım ama sanırım 50’ye yakın şarkı söylemiştir o gün Mehmet amca masamızda. Boncuk’un keyfi bir başkaydı. İnatla bildiğim ender şarkılardan olan “senede bir gün”ü istedim yine. Bir gün harika bir boğaz manzarası eşliğinde İstanbul Modern’de oldukça lezzetli bir akşam yemeği yedik.


Bir sabah erkenden kalkıp yarım saat sıra bekleyip (ki bu sıra erken kalktığımız için bu kadar kısa zamanda alınabildi) dahi Dali’nin sergisine gittik. Resimden çok da anladığım söylenemez. Üniversiteye girdiğim sene rehberlik yapan amcam ile beraber gittiğim İspanya’da tanışmıştım resim ve heykel ile. 3 gün boyunca bu konularda oldukça bilgili olan amcam ile takılmış ve gezmedik sergi ve müze bırakmamıştık. O gezilerde ben de en çok iz bırakan sanatçı da Miro olmuştu. Zaten Dali de Miro ile aynı ekolden sayılır. O yüzden büyük bir heyecan ve hayranlıkla gezdim sergiyi. Atlı köşke daha önce hiç gitmemiştim. Sadece girişte bulunan atın aslında çok kısa bir süredir o köşke ait olduğunu, karşı tarafa taşınmadan önce yıllarca Moda semtinde bir evin bahçesini süslediğini biliyordum. Dali inanılmaz bir adam, dolu dolu yaşamış hayatını, en çok mutlu olacağı ve en çok inandığı şeyi yapmış bir ömür boyu. Daha 20 li yaşlarına bile gelmeden yazdığı günlükte şu cümleler var: “ileride çok büyük bir dahi olacağım”. Bu nasıl bir özgüven böyle? Çok da kısa sayılmayacak ömründe çoookk fazla eser vermiş. Çoğu; insanı şaşırtan, düşündüren, meraklandıran şeyler. Örnek aldığı, fikirlerini dayandırdığı kişinin Freud olduğunu söylesem çok da bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırım. Kendimi asla yaratıcı biri olarak görmedim. Ama sanata büyük bir sevgi sanatçılara da büyük saygı duyarım. Dali’ye ise özendim. Zevk aldığı ve çok iyi yaptığı bir şeyin peşinden gidip aynı zamanda tarihe de imzasını attığı için...
Etrafımdaki insanlardan çok sevdiğim bazıları (bir kaçı veya biri) biraz muhafazakar, biraz da aileme fazlaca düşkün olduğumu söyler(ler). Ben de bu yakıştırmayı haklı çıkaracak şekilde bir gün arabayı Kabataş’ta bırakıp motorla karşıya geçip, Caddebostan’a yeni taşınan teyzemi ve ona ziyarete giden dünyanın en iyi kalpli insanı anneannemi görmeye gittim. İstanbul’a (Anadolu yakası) her gittiğimde mutlaka uğradığım Beyaz Fırın’da bayram üstü ne bulduysam aldım bu ziyaretten önce. Valla sayın İstanbullular, yok böyle bir lezzet diyorum. Henüz Beyaz Fırın’dan her hangi bir tatla tanışmamış olanınız varsa da şiddetle öneriyorum burayı. Yalnız bir şeyin daha farkına vardım. Bu İstanbul ulaşım düşünüldüğünde, çekilecek dert değil. Saat 15:45 te Kabataş’tan bindim tekneye (adı her neyse), karşıya geçip sadece bir saat oturup geri döndüğümde ise saat 20:00 di. Karşı tarafta gidişte taksiyi, dönüşte ise iki vesait dolmuşu kullandım. Ve iki seferde boğazı deniz yolu ile geçtim. Neyse her şeye rağmen sırf o deniz sesi ve kokusu için bile değdi çektiklerime.


Son gün ise uzun zamandır görmediğim diğer kuzenim Deniz ile görüşme fırsatım oldu (zorlayarak yarattım). 2 senedir göremiyordum kendisini. Çok özlemişim, çok güzelleşmiş....

Cuma günü döndük Ankara’ya, yol beklediğimden kolay geçti. Geldiğimiz gibi eski arkadaşlarımızla kebapçıya koştuk ve kıtlıktan çıkmış gibi yedik.

10 günlük tatil özeti, ya da son söz: sevilen insanlarla hayran olunan bir şehirde keyifli bir tatil.

Sonrası: zor ve stresli günler...