Tuesday, September 23, 2008

Popüler blog kültürünün önde gelen neferleri arasında yer almadığım kesin, o yüzden ayşe sayesinde bilgi sahibi olduğum "sitemeter" olayı da çok da faydalandığım bir uygulama değil. Yok günde kaç kişi gelmiş siteme yok kaç kişi okumuş beni, kaç kişi kaç saniye kalmış, hangi siteden gelip hangisine gitmiş.... genellikle ilgili çekmiyor bu soruların cevapları. Belki çok de çok popüler olmadığı içindir bu sayfa. Ama bu konular benim kesinlikle dert ettiğim şeyler değil çünkü bu işe "kendim için yazmak" amacıyla başladım. Lakin, az da olsa devamlı okuyucularım olması da tabiki mutlu ediyor beni :) :) :)

Bu aralar işlerim çok da yoğun olmadığı için daha önce hiç ilgilenemediğim şeylere vakit harcamaya başladım. Sitemeter da bunlardan biri oldu. Özellikle kimin hangi google lamayla bana düştüğünü görmek gerçekten çok komik oluyormuş. Bir kaç tane örnek var aşağıda son bir kaç günde not ettiğim :))

Mr. Whooper Araba: yok böyle bişey kandırmışlar seni arkadaşım

Gördüklerim karşısında nutkum tutuldu: Hayır ne gördüğünü bilmiyorum ama bu blogda yok öyle şeyler maalesef

Yediğimiz yiyecekler neden mideye saray vermiyor : Ne diyceğimi bilemiyorum, çünkü arkadaşın ne demek istediğinden kendisinin bile haberi olmadığından eminim

Adanadaki silah dükkanları: ama gözünü seveyim burda olmaz öyle şeyler, adana güzel eyvallah ama hiç hoşlanmam silahlardan.

Göker abi: Göker, abi herkes seni arıyor..... nerdersin yeter artık sesss ver

Dodo pastanesi: Nasıl bi pastane o yaaa??

Dodo nerede : Hah tam üstüne tıkladın. Burda işte...

Döner dükkanı iç dizayn: Yani bu kadar mı umutsuzsun be hocam, alt tarafı döner dükkanı, biraz hayalgücü birazcık.

en sevdiğin arkadaşların beni üzdüğü zaman ne yapmalıyız: şimdi aslında bu arama ile ilgili hem cümle yapısını hem de esas amacı değerlendirmeye yönelik bir tez çalışması bile yapılabilir ama cümlenin bozuk olmasından bu aramayı bir çocuğun yaptığına inanmak istiyorum. Bu arada ciddi üzüldüm yavrucağa...

koyu fenerbahceli ne demek: işte aradığını bulan ender googlecılardan biri, tam olarak beni arıyosun....

havana yemek yedir: yorumsuz ????

lokanta olabilecek kiralık dükkan: dükkan kalmamış bu sayfayı versek...

ceketi alıp çıkıcam: umarım bu konuda beni örnek almazsın çünkü henüz başarıya ulaşamadım. Gelecekte bir gün belki...

günün yemeyi: güzide ülkemin hangi güzel ilçesinde acaba bu çaresiz ev hanımı çok merak ettim doğrusu...

KKM nasıl bir derstir: Bence boşa vakit harcama doğrudan hayata atıl....

ev yemekleri dükkanı açmak için ne tür belgeler gerekli: Bu konuda ayrıntılı bilgiye ulaşmak için: Ayşe


Bu arada beni en çok şaşırtan şey de sayfama gelenlerin yarıdan fazlası geçen sene haziran ayı içerisinde Adana'daki çalışma sürem boyunca bolca ziyaret ettiğim "Gönül Kebap" ile ilgili yazdığım yazı nedeniyle geliyor. Amma popüler olmuş bu mekan. Hakkediyordu yalnız...

Monday, September 15, 2008

Hayat sürprizlerle dolu. Her zaman yeni bir şey veriyor insana. Asla tam olarak “tamam çözdüm bu işi” diyemiyorsun hayatla ilgili olarak. Ben ki etrafıma baktığımda, etrafımdaki insanlarla kendimi karşılaştırdığımda bu işi çözmeye çok yaklaştığımı düşünürüm hep. Hayatı çözmek için önce kendi çözmeli insan. Kim olduğunu, ne istediğini, nerde durduğunu, ne yaptığını, neye inandığını, ne olmak istediğini, ne olmadığını... Bu sorulara verilecek, çok güzel ve çok tutarlı olduğunu düşündüğüm yanıtlarım oldu hep. Zaman zaman gözden geçirsem de bu yanıtları, eski yanıtları beğenmesem de bazen, hiç pişman olmadım eski cevaplardan. Sonuçta istediğiniz yolda giderseniz gidin; siz değilsinizdir artık dönüşteki, cevaplar değişebilir.

Aslında kim olduğuma ilişkin bir çerçevem vardı, kimsin sen sorusuna verilebilecek upuzun bir yanıtım. Hatta zamanında kim olduğumu bile yazmıştım bir kağıda. Kendini anlat deseler ne yazar insan, onları yazdım uzun uzun....

Ne olduysa bilmiyorum, doğru olduğunu düşündüğüm cevaplar yanlış çıktı. Ya da yanlış dediklerim doğru. İyi niyetli olduğum için aldığım kararların aslında iyi kararlar olmadığını, gereken inisiyatifi alamadığımı söylerlerdi hep. Bense gülüp geçerdim. “Hadi canım ordan, benim verdiğim kararlarda iyi niyetim, insancıllığımın olumsuz etkisi olamaz. Herkes hakkettiğini alır”. Sonra bi gün çok sevdiğim iyilik meleği bir arkadaşım çıktı dedi ki: “abi sen benden de yumuşak başlısın hayır diyemiyorsun kimseye”. O anda bir şimşek çaktı beynimde, ya ben gerçekten dedikleri gibiysem. Bunu sorgulamaya başladım ve haklı olduklarını gördüm. Yukarda anlattığım şey aslında bir örnek. Yani belki çok iyi niyetliyimdir belki de değil. Önemi yok. Önemli olan kendimle ilgili düşüncelerimin sarsılması. “Vay be herkes böyle diyorsa demek ki gerçekten öyle” demem önemli olan.

Böyle olunca neyin doğru neyin yanlış olduğuna olan inancım kaybolmaya başladı. Kafam karıştı, tepe taklak oldu inandıklarım. Çok küçük bir şey dahi olsa, mini mini mini mini minnacık bir şey bile olsa, kendinden son derece emin olduğun bir konuda şüpheye düşmek yıkıyor insanın tüm savunma mekanizmasını.

Sanırım en iyisi düşünmemek. Sadece akışına bırakmak hayatı. Anlamaya çalışmak nafile....

Eskiden doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırabilmeyi yeterli sanırdım. Sanırım olması gereken, sadece neyin doğru olduğunu bilmek değil. Doğru olduğuna inandığını yapabilmek aynı zamanda....


Tuesday, September 09, 2008

Bundan tam 6 ay önce, ılık bir bahar gecesinde, ayşegülün ısrarlarına ısrarla karşı geldim ve inat edip ayakta bile duracak halim yokken, yaptığı yol 100.000 km ye dayanan canım arabamın sürücü koltuğuna oturdum. Tüm türk erkeklerinde olduğu gibi ben de çoğu zaman "ammaaann bişey olmaz" deyimini kullanırım gereksiz yere. Ama özellikle alkolün bana etki etmediğini, öyle olsa bile kesinlikle araba kullanmamı etkilemeyeceğini, yakalansam bile polis amcalara istediklerini verip kaçabileceğimi (ki daha önce 2 defa sektim) düşünüyordum. Taa ki 9 Mart gecesine kadar. Maalesef çok salakça yakalandım, hayatım boyunca o kadar salakça yakalanmış olmayı hazmedemeyeceğim sanırım. Hikayeye ayrıntıları ile girmeyeceğim, çünkü çok utanç verici. İlk önce tipik türk erkeği yaklaşımı ile bu işten de olumlu bir taraf çıkarsam da kendime, ("ne bünye varmış beeee, o kadar içtim 0,66 promil çıktı) sonra utandım. Zira övünülecek bi halt değil yani. Neyse efendim, aradan 6 ay geçti ve 9 eylül İzmir'in olduğu gibi ehliyetimin de kurtuluş günü oldu. Oh beeee diyorum sadece.


Bu arada komik bir olay geçti başımdan. Ehliyetimi almak üzere ankara emniyet müdürlüğü trafik tescil .... denen yere gittim. Genelde oldukça kalabalık olduğunu bildiğim için bir nebze de stres barındırıyordu bünye tabi ki. Girer girmez üzerinde kocaman "danışma" yazan bankoya atıldım sevinçle. Elimdeki tutanağı gösterip "Ehliyetimi almaya geldim nerden alabilirim?" dedim.

Polis amca anlamsızca bakıp, "bu ne ki?" dedi.

Afallama sürecini hızlıca geçip, tane tane ve yavaşça anlatmaya başladım: 6 ay önce alkollü araba kullandığım için ehliyetime el konuldu. Ceza süresi bittiği için ehliyetimi geri almaya geldim."

Polis amca affallatma konusunda iddialı: "eeee?" dedi

Ben de "nerden alıcam işte onu sormaya geldim" dedim.

Polis amca ne dese beğenirsiniz? "Bilmem ki" dedi.

Çüş diycektim kendimi tuttum ve aynı devlet dairesine girmiş saygılı ve gariban vatandaş edasıyla: "ama burda danışma yazıyor, ben de size danışmak için geldim" dedim.....


Neyse hikayenin bundan sonraki kısmı pek de komik değil zaten. Meğer benim ehliyetimi başka bi birim aldığı için güzide ankaranın başka bir semtine gitmem gerekiyormuş. Bu arada devamlı etrafı eleştirip bıdı bıdı konuşan insan tiplerini sevmediğim için kendime de bir pay çıkarayım. Aslında tutanağın üstünde yazıyormuş nerden alabileceğim. Tabi ki "ehliyetin teslim edileceği birim" diye bir başlık yok. Ama biraz araştırmayla kolayca bulabilirdim sanırım ben de...

Bu sıcakta resmen dilim damağıma yapıştı ordan oraya gitmekten.


Not: Neden? canım şehrimin canım insanları istanbuldaki vatandaşlarımızın gösterdiği medeniyet seviyesine sıfıra soldan yaklaşan limit gibi yaklaşamıyor da metro ve ankaraydaki yürüyen merdivenlerde yürümek isteyenlere yol vermiyor?. Bunu da anlamış değilim. Tarihe not düşülsün lütfen.

Wednesday, September 03, 2008

Salı akşamları NTV de BBC'nin "the truth about food" isimli belgeseli gösteriliyor. Çok vaktim olmaması, ya da çok fazla televizyon seyretmemem nedeniyle belgeselin farkında olduğum halde taaki geçen haftaya kadar izleme fırsatını bulamamıştım. Ben biraz kurtluyumdur. Sinemada zevkle film seyrederim ama 2 saat aynı yerde oturup aynı şeye bakmak biraz zor geliyor bana. Ama bu belgeseli yaklaşık 1,5 saat gözlerimi bile ayırmadan, hatta ayırmadığım gibi kırpmadan seyrettim. Öyle psikopat manyak hasta tiplerden değilim yiyecek içecek ve sağlık konularında. Yani biraz hassasım ama genelde abartmadığımı düşünüyorum. Biraz konuyu açmak gerekirse: sağlıklı ve faydalı olduğunu düşündüğüm bir yiyeceği sadece sağlık olduğu için yemem, diğer bir deyişle eğer beğenmiyorsam sırf faydalı diye bir şey yemem. Ama sanırım zevklerim bana bu konuda oldukça yardımcı oluyor. Et, kebap vesaire zararlı ve bol yağlı şeyleri genel olarak sevsem de, çok fazla abartamıyorum. Yani öyle 3 öğün 7 gün et ve türevlerini kesinlikle tüketemem. 2. gün yeter derim (bunun tek istinasını antepte yaşadım, 2,5 ay boyunca her gün en az 1 öğün kebap ve baklava yiyip de sıkılmaz mı insan, tatlar süper olursa sıkılmıyormuş). En çok sevdiğim yemek grubu ise sebze ve hamurişleri. Ama elimden geldiğince sebze yemeye çalışıyorum. Aptal bi düşüncem var bu konuda sanki sebze ve meyve yediğim zaman içimin temizlendiğini hissediyorum. Diğer taraftan tatlı, beslenme rejimimde baş köşeye sahip. Askerde beni ziyarete gelen ailemin getirdiği 2 kilo baklavanın 1 kilosunu sabahın köründe boş mideye gümbürdettiğim dün gibi aklımda.

Neyse efendim konuyu her zamanki gibi dağıtmadan sadede giremedik. NTV deki bu belgesel resmen yerime mıhladı beni. Belgeselde ingilteredeki bazı üniversitelerinin aracılığı ile bir takım deneyler yapılıyor. Benim aklımda kalan bir kaç tane deney sonucunu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Bi kere her gün elek gibi litrelerce su içmek sanıldığı gibi çok da faydalı bişey değil. Deney kapsamında, bir çift ikiz alınıyor. İkizlerden biri günlük yeme içme rejimini aynen sürdürüyor, tek bir farkla o gün boyunca hiç su içmesine izin verilmiyor. Diğer kardeşe ise, hergünkü rutininin aksine fazladan 2 litre su içmesi söyleniyor. Belirli bir süre sounda, sanırım 2 hafta, ikizlerin ciltleri inceleme altına alınıyor. Bir de ne görsün bilim adamları: deli gibi su içenle, hiç su içmeyen kardeşin verileri neredeyse aynı. Bunun nedeni de, aslında yediklerimizin de büyük bir kısmının sudan oluşması ve bu nedenle su ihtiyacının değişik kanallardan karşılanabilmesi gösteriliyor (mesela bifteğin %66sı suymuş). Beni şaşırtan bir diğer deney ise DETOX deneyi oldu. İki grup alınıyor, bir grup sanırım yine 2 hafta boyunca yediğine ve içtiğine hiç dikkat etmeden yaşıyor. Diğer gruba ise katı bir detox programı uygulanıyor. Bu grup bu süre boyunca sadece taze meyve ve sebze ile besleniyor, sadece su ve bunların suyunu içiyor. Süre sonunda sonuç inanılmaz, detox grubu ile, hayvanlar gibi yiyorum bana ne grubuna ait ingilizlerin kanlarında ve idrarlarındaki "toksin" miktarında neredeyse hiç bir fark yok. Tabi burda bir satır açmak lazım (bu benim yorumum) İnsan vücüdu mükemmel bir dizayn. Zararlı şeylerin etkisini giderme konusunda çok başarılı, öyle olmasasaydı bu kadar içki, bu kadar sigara ve kansorejen madde ile çok fazla yaşayamazdık. Önemli olan yeme rejimini zararlı ve faydalı yiyecekler arasında dengeye koymak. Yani ne sağlık manyaklığı yapmak ne de kendimizi koyverip tamamen sağlıksız bir yaşam sürmek doğru bence. Biraz dikkat etmek yeterli gerisini vücut hallediyor sanırım zaten.

Zamanında bilimsel deneylerin nasıl yürütülmesi gerektiği üzerine ders almış biri olarak bu deneylerin bilimselliğinde bende kuşku uyandırmayan konular olmadı değil, ama sonuçta bu deneyleri yürüten kurumlar da bilimevleri yani üniversiteler. O yüzden deneylerin bilimselliği üzerinde de çok durmadım açıkçası....