Ayrılsak da beraberiz
Türkiye’de 80 sonrası başlayan, iyi olduğu tartışmaya açık hızlı değişimi ait olduğumuz kuşak nedeniyle derinden fark eden bir nesil olduk sanırım biz. Sadece siyah beyaz tek bir kanalla yayın yapıldığını gayet iyi hatırlıyorum mesela. Şimdiki çocuklar eminim böyle bir dönemin var olduğundan bile habersiz, dünya kurulduğundan beri playstationlar, en az 20 tanesi çizgi film kanalı olan 300 kanallı program dağıtıcılarının var olduğuna bile inanıyor olabilirler. Her ne kadar şimdi öyle olmasam da sanırım çocukluğumda bu hızlı değişimden ben de biraz etkilendim. Önce TRT-2 nin sonra neden bir isminin de Magix Box olduğunu anlamadığım Star 1’in ekranlara düşüşünü hatırlıyorum. Star 1 deki thunder cats çizgi filmini izleyebilmek için nasıl babamı kablo tv’ye abone yaptırdığım da sanki dünmüş gibi hatırımda. İşte o vakitlerde, tam bir TV çocuğu olmuştum bu yeni furyadan etkilenerek. Cumartesi günleri şimdilerde elimi sürmediğim Hürriyet gazetesini alır, gün boyu seyredilecek filmleri at yarışı çalışan bir kahvehane müdavimi edasıyla işaretlerdim program üzerine. Nedense gazete ekinin vermiş olduğu yıldızlara da bir o kadar itibar ederdim. Nadirdir 3 yıldızlı filmlere takılmışlığım mesela, yani alternatifinin Hülya Koçyiğit filmi falan olması gerekirdi...
O günlerde bir TV yorumcusu gibi ekran başından ayrılmayan ben, 30’lu yaşlara merdiven dayadığım bu günlerde etrafımdaki herkesin diline pelesenk ettiği Lost, Prison Break, Nip Tuck, Battle Star Gallactica (ki aslında eski versiyonu efsanedir), ve bunun gibi Amerikan dizilerinin hiç birinin bir bölümünü dahi seyretmedim. Benim içim Jack ismi sadece Daniels’ı çağrıştırıyor. Hayır hayır kesinlikle bu dizileri seyretmememin nedeni sadece bağımlı olmaya karşı geliştirdiğim savunma mekanizmam değil, mesela şu anda ekranlarda olan 10.000 tane türk dizisinden de devamlı olarak seyrettiğim bir tane bile yok. Sadece denk gelirsem Avrupa Yakasını seyrediyorum keyifle. Sanırım hem zamanım yok evde TV karşısında zaman geçirmeye, hem de beni sürükleyecek bişi yok. Ama zamanım olsa dahi yine de tercih etmezdim beyaz cama bağımlı olmayı galiba...
Efendim her zaman olduğu gibi girizgah biraz uzadı ve varmaya çalıştığımız noktadan epey bi açıldık. Bu yazıya başlamamın sebebi şu ki, geçen haftaların birinde; haftanın, içine denk gelen ve işten vaktinde çıkıp da eve 7 gibi varabildiğim herhangi bir günü, akşam yemeğini yerken açtığım TV de, üniversite döneminin son senelerini zevk ve keyif içerisinde geçirmemi sağlayan“Ayrılsak de Beraberiz” dizisinin Cine 5 kanalında ilk bölümünden itibaren tekrar yayınlanmaya başladığını gördüm. İnanın annesini kaybedip bulmuş çocuklar gibi sevindim. Senarist Birol Güven’e, Berna ve Teoman karakterlerini canlandıran Janset ve Hakan Yılmaz’a Feridun karakteri ile gönlümde taht kurmuş biraz da kardeşime benzettiğim Necati Yapıcı’ya Hurinur, Mehveş ve Mucittin ve her biri başlı başına büyük bir oyunculuk çıkarıp her biri dizinin esas oğlanı olan herkese buradan tekrar teşekkür etmek istedim. Dizinin TRT’de 2000 yılından başlamak üzere 300’ün üzerinde bölümü yayınlandı yanılmıyorsam. Saha sonra Janset’in diziden ayrılmasıyla kanal kanal dolaşan dizi her ne kadar eski tadını kaybetmiş olsa da, kesinlikle ülkemizde çekilmiş en iyi sit-com olduğunu söyleyebilirim. Öyle amerikan uyarlaması değil, yapımcı şirketin bir dönem dizinin başına damgasını vurduğu gibi “Made İn Turkey” %100 yerli. Eski günlerim aklımda geldi birden; ipini koparmış gibi sokaklarda sürtmediğim günlerde koşa koşa eve gelir akşam haberlerinden önce mutlaka seyrederdim. Umarım tüm bölümleri almıştır Cine-5....
Friday, February 22, 2008
Wednesday, February 06, 2008
Diğer Grand Slam turnuvalarında da var mıdır bilmiyorum ama, Avustralya açıkta oyuncular cizgi hakemlerinin veya bas hakemin verdiği kararların hatalı olduğunu düşünürlerse bu kararları “challenge” edebilirler. Yani bir video simülasyon sistemi ile topun aslında içeriye mi yoksa dışarıya mı düştüğü kesin olarak netleştirilir. Tabi her ne kadar tenis oyuncuları beyefendi ve hanımefendi sporcular olsalar da, bu kuralın bokunun çıkarılmaması için bir oyuncunun bir setteki “challenge” etme hakkı 2ile sınırlandırılmıştır. Eğer oyuncu itirazında haklıysa kalan hak sayısına hiçbir şey olmaz. Ancak itirazı yersizse o zaman bir hakkını kaybetmiş olur.
Yaptığım onca gereksiz sporun arasında bir de tenis yok maalesef. İzlemeyi çok severim ama oyunculuk geçmişim 7 yaşında bir sene oynamış olmam sayesinde edindiğim tecrübeden ibaret, o gün bugündür elime birkaç kez dışında tenis raketi almadım.
İşte dün ellerim kafamın arasında geçekten kara kara düşünürken bunlar geçti aklımdan. Keşke bizim de tenis oyuncuları gibi “challenge” hakkımız olsa hayatta birkaç defa için bile olsa. Hayatta birkaç defa veriyor insan önemli sayılabilecek kararları. İşte biz de tam bu karmaşa ve karın ağrısı buhranları içerisinde tenisçilerin ellerini ukalaca kaldırıp, kendilerinden son derece emin bir şekilde yaptıkları gibi “ I want a challenge” diyebilsek bazen. Çizginin içinde miyiz yoksa dışında mı? Yukardan aşağı inen ekran gösterse bize, her şeyi olduğu gibi... Doğruyu, mantıklıyı, aslında ne istediğimizi? Aslında gerçekten mantıklı olanın gerçekten bizim için iyi şeyler mi getireceği muamma zaten. Aynen mantıklı olmayan seçeneklerin de bizi son derece mutlu edebildiği gibi...
Maalesef, baş ucumda 27 senedir beni izleyen bir melek yok, ya da varsa bile şu anda konuşmuyor benimle. Dudakları her zamankinden de kilitli. Sımsıkı kapamış ağzını bana bakıyor. “Hadi” diyor “hadi ver de kararını eğlenelim azcık, renk gelsin tek düze hayatımıza”
Bense düşüncelerin içindeyim, hem de kapkarasından... “İçinde miyim çizginin dışında mı?”
Friday, February 01, 2008
Efendim, işim nedeniyle faklı şehirlerin farklı sanayi bölgelerinde bulunma fırsatım oldu. İşe beraber başladığımız arkadaşlarım Ayvalık senin Antalya benim gezerken beni Anadolu’muzun enteresan ve ilgi çekici bölgelerine gönderdikleri yetmiyormuş gibi bir de gideceğim yer şans eseri ilçe değil de şehir merkezi ise mutlaka bir “sanayi bölgesine” yolum düşmüştür. Sırf bu sebeple tanıştığım suntacı, galerici, dökümcü, mobilyacı ve oto tamircinin de haddi hesabı yoktur yani. Ha bir de besicilerile ünlü Suluova var ki, o sabah bütün ovaya (ki bu ova sulu falan değil) yayılan hayvan kokusu zaman zaman gelir burnuma ansızın.
Evet efendim, sanayi bölgeleri gezmeleri kapsamında Isparta, Nazilli, Bursa, Kayseri Sanayileri, Gemlik Serbest Bölgesi ve Ankara Organize Sanayi Bölgesini görme şerefine nail oldum. Bunların arasında en sanayiye benzemeyeni Bursa’dakiydi. Uludağ Üniversitesine varmadan Nilüfer semtini geçer geçmez kurulmuş olan bu dev bölge, sanayi bölgesinden çok ticaret merkezine andırıyordu. Yani öyle ki öğle arasında çıkıp yürüyüş bile yapabiliyordunuz üzerinize yağ motorin falan sıçramadan. Ben ki spor delisi ve hareket bağımlısı bir insan olarak tabi ki öğlen yemeklerinden sonra kesinlikle sanayi ayrımı yapmadan mutlaka yürüyüş yapmaya özen gösterirdim. Nazilli ve Isparta’da sanayi ve şehir iç içe olduğu için çok zorlanmasam da özellikle Kayseri'de yürüyüş yapmak tam bir kabustu. Sonsuz saygı duyduğum emekçi kardeşlerim uzaydan gelmiş gibi bakıyorlardı bana haklı olarak. Tabloyu canlandırın gözlerinizde: Hava buz gibi, ki kayseri havası soğuk olmasının yanında oldukça da pistir. Bu pisliğe bir de sanayinin kendi pisliği eklenmiş, etrafta düzensizce çalışan oto tamircileri ve kendilerini kovboy, altlarındaki yarı bozuk arabaları da birer arap atı zanneden vatandaşlarımız..... Yani soğuktan ölmezseniz bile birinin sizi ezme olasılığı bulunuyor. Nitekim, maalesef hem nazilli de hem de Isparta’da rastladım böyle talihsiz kazalara. İşte siz bu ahval ve şerait içerisinde takım elbisenizle bir yandan "aman üstüm başım batmasın tek takımla geldik nasıl temizlerim" diye düşünürken, etrafınızdaki insanlar da nerden çıktı bu manyak diye düşünmekten kendilerini alamıyorlardır mutlaka.
Şimdi bu anlattıklarımdan sonra aklınızdan geçenleri biliyorum. “Ey arıza yazıcı, o zaman kır kıçını otur oturduğun yerde nedir bu aktif olma çabası”. Haklı olduğunuzu da biliyorum ancak elden gelen bisi yok. İki gün hareketsiz kalayım üçüncü gün başım dönmeye, gözlerim kararmaya ellerim titremeye başlar :) Bu özelliğimde annemin bana hamileyken dünyanın taaaa öbür ucuna gitmesinin etkisi olduğunu düşünüyorum. 1,5 yaşımdayken yaptığı diğer yarı dünya turu da tuzu biberi olmuş bu hareket manyaklığının.....
Efendim hiç mi iyi tarafı yok bu sanayilerin. Olma mı efenim olma mı? Bi kere yemeğin en kralını sanayilerde yersiniz, esnaf lokantalarının en hasını bulursunuz bu yerlerde. Mesela Bursa’da yediğim sütlü helvayı, Isparta’da yediğim köfteyi, Kayseri’de yediğim kavurmayı ve kadayıfı bir de Nazilli’de yediğim pideleri unutamam. İşte iyi yemek umutlarıyla gittiğim Ankara Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Çınar Lokanta’sında biraz hayal kırıklığına uğradım maalesef. Neyse, her ne kadar iki kelimeden biri yemekler hakkında olsa bu bir gurme yazısı değildir. O sebeple varmaya çalışığımız yere geri dönelim...
İşte bütün bu yukarıda bahsettiklerim, geçen hafta içerisinde bir öğlen yemeğinde yalnız başıma çöp şişimi yerken, kapıdan içeriye ikisi de takım elbiseli bir adam ve bir kadının girmesiyle bir anda geçti aklımdan. Bir antropolog edasıyla yaptığım bu “Sanayi” analizlerinin sebebi de sadece ve sadece kadının son derece güzel olmasındandır.
Bu düşünce silsilesi tam olarak şöyle başladı: Ankara OSB’deyim. Hayret burası için gayet güzel bir kadın, hatta biraz fazla şık galiba. Acaba sanayide olmasına aldırış etmeden son derece şık olduğunu ve içeri giren tek kadın olacağını ve üsüne üstlük şık olması sebebiyle tüm erkek gözlerinin kendisine bakacağını bilmesine rağmen, güveninden bir şey kaybetmediği gibi başını herkese inat daha bir dik tuttuğu için mi bana çekici gelmişti?
Ben bu konu hakkında kafa yorarken farkına bile varmadan daha önce bulunduğum sanayiler, sanayilerde yediğim yemekler ve gördüğüm kadınlar hakkında düşündüm....
Yukarıdaki soru da kaynadı gitti aradan.
Ege Cansen özentisi son söz:
Nedir bu erkeklerin kendine güvenli kız merakları canım?
Geyşa olsun çamurdan olsun, sanayi sanayi dolaşmasın :)
Subscribe to:
Posts (Atom)