Wednesday, June 25, 2008

Pazartesi günü Diyarbakırdaki 4 haftamı doldurmuş olacağım ve Salı günü de burayı mumla arayacağıma emin olduğum iç batı anadolunun küçük bir şehrinin küçük bir ilçesine doğru yola koyulacağım. Bizimkiler buraya geleceğimi duyunca ilk çok tedirgin oldular. Zaten biliyordum yersiz olduğunu bu kaygıların ama daha uçaktan inerken kanım kaynadı şehre. Anadolu Jet sağ olsun ucuza geldi bu Anadolu seyahatleri (sanki ben veriyorum cebimden). Oldukça memnunum ben bu hizmetten, zaten çok adetim değildir uçakta adet yerini bulsun dostlar alışverişte görsün diye yapılan ikramdan nasiplenmek. Bir de Diyarbakır uçağının günün ilk seferi olması da önemli bir avantaj sağladı. Zira pilot ve hosteslerin gecikmesi dışında rötar olasılığı yok. Beklendiği gibi oldu tam vaktinde kalktı uçak. Zaten uykusuzum, daha tekerler havalanmadan uykuya dalıp uçak tekerleri yere vurduğunda açtım gözlerimi...

Neyse gereksiz hikaye başı tasvirlerini bırakayım şimdi. Güneydoğudaki çoğu şehri, orta anadoludaki çoğu şehre tercih ederim. Antep olsun, Urfa olsun oldukça köklü bir kültürleri ve bu şehirlerin ve insanlarının. Diyarbakır da bu bölgedeki şehirler arasında antepten sonraki yere oturdu kalbimde.

Diyarbakır gerçekten büyük bir şehir. Kuruluşu Artuklulara dayanıyor galiba emin değilim). Şehirin eski merkezi “Sur İçi” olarak adlandırılan bölgede. Buraya neden sur içi dendiğini tahmin etmek çok da zor değil sanırım. Ama aklınızda öyle İstanbul Bursa Ankara ya da başka bir şehirde gördüğünüz kale surları gelmesin. Bu tamamen başka bir olay. İnsanın nutku tutuluyor surların uzunluğundan ve büyüklüğünden. Yine bana söyleyenlerin yalancısıyım: Dünya üzerinde Çin Seddinden sonraki en uzun yapı diyorlar surlar için. Denemedim ama yürümeyi seven ve çok yürüyen bir insan olarak tahminde bulunmam gerekirse sanırım surların etrafında bir tur atmak 3 saati bulur yürüyerek. Zaten bir google araması yapıp kuş bakışı görünümüne bakmanızı isterim. Bildiğim kadarı ile tane büyük kapısı var surların: Mardin kapı, Urfa kapı, Tek kapı, Çift kapı, Dağ kapı ve saray kapı....

Sur içi, şehrin en eski bölgesi, hemen hemen bütün camiiler kiliseler hanlar vb eski yapılar burada. Biz de bu eski yapıların tamamına yakınını gittik gördük. Müslümanlar arasında en kutsal 5. mekan olarak gösterilen ve zamanında kiliseden dönüştürülen Ulu cami, 4 ayaklı minare, Süryani kilisesi ve Diyarbakır merkez kilise bunlardan sadece bir kaçı. Ben ortalama bir insanımdır. Sevinçlerim hüzünlerim hayretlerim hep ölçülüdür. Ama öyle bir yer var ki bu şehirde içine girince heyecandan nutkum tutuldu. Beni benden aldı başka yerler götürdü. Sadece bir 400 sene önce de burda olmak istedim. Bahsettiğim yer Hasan Paşa hanı. Yolunuz düşerse asla görmeden gitmemeni gereken yerler arasında birinci sırada. İçerisi küçük eşya incik boncuk kumaş ve daha bir sürü renkli şeyle dolu ortada sanki eski zamanlardan kopup gelmiş bir kahve (cafe) var. Hanın hemen girişinde eskiden 500 atın aynı anda barınabildiği bölme, lokanta haline getirilmiş.Tek kelimeyle nefes kesici.

Bunun dışında şehre geldiğinizde uğramadan gitmemeniz gereken 2. yer ise Gazi Köşkü. Mardin kapıdan çıkıp birkaç km gittiğinizde şehrin hemen hemen tek yoğun yeşilliğe ve ormana sahip bölümünde Dicle’ye tepeden bakan bir yamaca kurulmuş Gazi Köşkü. Atatürk 1937 yılında sanırım Hatay meselesi için bu taraflara geldiğinde kalmış. Bu nedenle gazi köşkü deniyor. Bir teras ve terasta bir manzara var ki akıllara ziyan. Keşke 70 sene öncesi olsa, keşke bu ılık rüzgar yine esse, keşke yine böyle alacakaranlık olsa ve keşle atamla oturup da iki duble atabilseydim diyorum içimden. Güzel bir kebapçı var şimdi buranın bahçesinde, lezzetler unutulmaz ama maalesef içki yok. O yüzden yetim kalıyor biraz yemekler.

Şehrin eski bölgelerinin yanında daha yeni ve sosyal anlamda zengin semtleri de var. Çoğu kişinin bildiği “Ofis” semti bunlardan en çok rağbet göreni. Biraz ileride iki tane AVM kurulmuş, onlar da yavaş yavaş hayat veriyor şehre. Ama şehrin aklında kalan en büyük özelliği neydi diye sorsanız hiç tereddüt etmeden, özellikle sur içinde adım başı karşınıza çıkan çocuklar. Her yerde çocuk var her yerde, çıplak ayaklı, deli dolu küçücük çocuklar. Yani 3-4 yaşında çocuk bile var sokakta. Merak ediyor insan nerde bunların anası babası. Benim 4 yaşında tek başıma karşıdan karşıya bile iznim yoktu. Bunun yanında en fazla 6 yaşındaki kız çocuğu henüz yeni yürümeye başlayan kardeşini karşıdan karşıya geçirebiliyor burada. Onun dışında hiçbir yerde görmediğim daha doğrusu küçük ilçelerde ve köylerde çokça olmasına rağmen hiçbir şehirde görmediğim garip bir kolektivizm var şehirde. Öyle ki mesela dolmuşta Migrosa gittiğim bir gün, yaşlı bir kadın ile 3 çocuk bindi dolmuşa. Ne kadar verdi bilmiyorum ama eksik olduğu anlaşılan ücreti muavine uzatıp, “yavrum kusura bakma bu kadar çıktı” dedi. Bu hareketin olası sonucu Ankara veya İstanbulda hakaret olabilir ve büyük ihtimal “kardeşim paran yoktu neden bindin” derler adam. Ama muavin en ufak bir bozulma sinyali vermeden gülerek parayı kabul etti ve her tarafından içtenlik akan bir ses tonu ve jestle “canın sağ olsun” dedi. Şok oldum ama daha çok mutlu oldum.

Şehrin en önemli lezzeti kaburga dolması. Açıkçası et sevmeme rağmen çok da bana hitap eden bir yemek değil. En ünlü kaburgacılarından olduğu için Selim Amca’da yediğim ama buranın yerlileri tarafından bu davranışım nedeniyle çok eleştirildiğim için olabilir belki de. Çünkü burada en kral kaburga dolmasını “Özler Lokantası” yaparmış dediklerine göre. Ve yine dediklerine göre Selim amcada yediğim için beğenmemem gayet normalmiş. Tabi bu anlatılanlar ikinci bir deneme yapmam için hiç de yeterli değildi.

Diyarbakırdaki çalışmayarak geçirdiğim ender zamanlarımın çoğunu yine yürüyüş yaparak geçirdim. Hazır sıralama hevesine girmişken, diyarbakırı da en çok yürünesi şehirler arasında Bursa ve Antep’ten sonra hiç düşünmeden 3. sıraya yazarım.

Dağ kapıdan çıkıp yürünür parka doğru, parkı geçip Ofis’e girilir. Ofiste koca bir tur atıldıktan sonra caddenin ortasında duran nur yüzlü, gülümsemesi insanın içini ısıtan yaşlı mı yaşlı teyzeden bir sakız daha alınır odadaki sakız dağına eklemek üzere...
Yaw bu teknolojiye olan yabancılık nedir yaaaaaaaa
20 tane resmi aynı posta koyamadım bu biiirrrr
bi de yazıyı sağa yaslayamadım bu da ikiiiiiii
yardım istiyorum :)

4 comments:

Wuthering said...

yaa bu blog denen seyin teknik kismi cidden zor.. ben de fonu degistiremiyorum ve surekli kip'e vizlaniyorum.. :) anlatti sagolsun ama anlamiyorum.. yardimci olmak isterdim ama kelim ve merhemim yok maalesef :)

bu arada sezen seviyorsan eger, tavsiye ederim..

Selin said...

Sahane yazmışsın yahu :)

Anonymous said...

bi selam veriim dedim...
uzun zamandır yazmıyodum:)))

hala bir blogum yok müthiş bir irade sergiliyorum:)))

pek yakında aranıza dönmeyi ümit ediyorum...

butejoy

dodo said...

wuthering, kusura bakma biraz geç oldu, yazı yazmadığım gibi yazdığım yazıyı da unutmuşum :)))
Sezeni aldım, ben her şeyin hızlısını hareketlisini severim, tabi sezen şarkıları için de aynı şey geçerli. Ama albümü aldım ve gerçekten ÇOK beğendim. Sağol.

selo, teşekkür ederim Uşak'a da bekleriz :))

butejoy, özlettin kendini beee...
hadi başla yazmaya